Bulunmayan Hızır Kendi Geldi
Bulunmayan Hızır Kendi Geldi
Padişahlardan
biri memleketinde bozulan düzeni yeniden ihya etmekte milletine doğru yolu
gösterip onların birbirleri arasında kardeşçe ve insanca yaşamalarını teminde
son derece güçlük çekiyordu. Birisi sadrazam olmak üzere üç tane veziri vardı
ama hiç birisi padişahın istediği gibi memleket ve millet için çalışarak
gereken sükûn ve istikrarı sağlayamıyordu. Bu durum karşısında ne yapacağını
şaşıran padişah Hızır (as)’ı bulup gerekli aklı O’ndan almaya ve O’nun dediğini
yapmaya karar verdi.
Memleketin
her yanına haberciler gönderen padişah Hızır (as)’ı bulup getirene çok büyük
ihsanlarda bulunacağını ve onları dünyalık olarak ihya edeceğini bildirdi.
O muhitte bir
alim vardı ki ilmine rağmen çok sefalet içinde, ailesinin geçimini teminde bile
son derece güçlük çekiyordu. Bu alim zat padişahın huzuruna çıktı. Hızır’ı
kendisinin bulabileceğini söylerek iki at ve bir miktar da para verilmesini
istedi.
“- Diyar
diyar gezip Hızır’ı bulacağım. Bu iki attan birine onu bindirip birinede ben
bineceğim “ dedi.
Padişah tarafından istekleri derhal yerine
getirildi. Atı ve bir heybe altını alan alim doğru eve gidip atları ahıra çekti.
Altınlarlada evin ihtiyaçlarını karşıladı. Padişahtan üç ay müsaade istemişti. Bu
üç ay içinde bütün işlerini görüp altınların tamamını harcadı. Hoca:
“- Hızır
aramakla bulunmaz. Eğer beni bulacaksa o eve gelir.” Diyor kendisi normal
işlerinin dışında bütün vaktini Allah’a yalvarmakla geçiriyordu.
Üç ay doldu. Tabi ki Hızır’ı bulamamıştı. Atın
birine bindi, diğerini yedeğine alarak sarayın yolunu tuttu. Padişah ise bütün
saray erkanına:
“- Hazır olun!”
emrini vermiş ve o gün Hızır aleyhisselamın geleceğini müjdelemişti. Fakat
Hızır ı bulmak için giden alim zatın boş geldiğini görünce karşılamaya
hazırlanan bütün zevat hayal kırıklığına uğramıştı.
Hoca’ya Hızır’ı niçin bulamadığı sorulduğunda
Hoca:
“- Padişahım
Hızır aramakla bulunmaz. Ben fakir bir kimseyim. Verdiğiniz parayı ev
ihtiyaçlarıma harcadım. Hızır’ın gelip beni bulmasını bekledim. Fakat ne yazık
ki size verdiğim sözü tutamadım. Bu durum karşısında bana vereceğiniz cezaya
razıyım.” Dedi.
Padişah vezirlerini ve şeyhülislamı çağırdı. Sözünde
durmayan âlimin mahkemesi başladı.
Mahkeme halka
açık olarak yapılıyordu. Birçok halkla birlikte mahkeme yerine bir çocukda
gelmişti. Büyüklerin arasından zorlukla en öne geçmeyi başardı.
Padişah
evvela sağ tarafta oturan baş vezirin fikrini sordu. Baş vezir:
“- Padişahım
bu zat size söz verdiği halde sözünde durmamış ve ahdini yerine getirmek içinde
en ufak bir çalışma yapmamış ve sizden aldığı paralarıda şahsına harcamıştır. Bu
hareketiyle sizinle alay etmiş sayılır. Bunu benim fikrime kalırsa keşkek
havanına koyup öyle bir ezdirmeli ki görenlere ibret olsun. Bundan sonra size
karşı böyle bir hareket yapmaya cesaret edemezler” dedi.
Bu sözleri
dinleyen çocuk:
“- Kulli
şey’in yerciu ila aslihi”- (her şey
aslına döner)- dedi.
İkinci
vezirin fikri ise şöyle oldu:
“- Padişahım.
Vezirinizin fikri münasiptir. Ancak ben bunu canlı canlı fırına sokup
kızartmalı ve vucudunu parçalara ayırıp memleketin her yanına göndermeli ki
halk suçlunun nasıl ceza gördüğünü bilsin derim”dedi.
Çocuk yine birincide olduğu gibi:
“- Kulli
şey’in yerciu ila aslihi”- (her şey aslına
döner)- dedi.
Üçüncü vezirin fikri bundan insaflı değildi. O
da fikrini şu şekilde açıkladı:
“- Padişahım
bu adamı kasaba teslim edelim. Diri diri derisini yüzdürelim. Ondan sonra da
etini parçalara ayırıp kimini kuşbaşı kimini pirzola haline getirip bütün
vilayetlere dağıtalım. Herkes görüp ders alsın.”dedi.
Çocuk yine:
“- Kulli
şey’in yerciu ila aslihi”- (her şey
aslına döner)- dedi.
Padişah son olarak şeyhulislam’ın fikrini
sordu. O gayet merhametli ve insaflı bir cevap verdi:
“Padişahım bu
kişi alim bir kimsedir. Size karşı yaptığı bu hareketle bir suç işlemiştir. Ama
büyüklerin şanına layık olan suçluların suçunu af etmektir. Takdir sizin
olmakla beraber benim fikrim bu adam üç ay Hızır’ı bulmak için çaba harcamıştır.
Verdiğiniz paradan bu üç ayın hesabını düşerseniz geriye kalan kısmını eğer
harcamamışsa iade eder harcamışsa ve sizde o parayı hazineden vermişseniz
cebinizden hazineye öderseniz. Eğer vezirlerinizin söylediği cezayı verirseniz
bu adamın dünya padişahı huzurunda mahkûm edilip ceza gördüğü gibi sizde yarın
ahiretin yegane padişahı olan Allah huzurunda bunun hesabını vereceksiniz. Bundan
dolayı en iyi yol affedip bu işi böylece kapatmaktır.” Dedi.
Şeyhülislamın
bu sözleri padişaha çok tesir etti. Duruşmayı takip eden çocuk yine:
- “Kulli
şey’in yerciu ila aslihi”- (her şey
aslına döner)- dedi.
Duruşmanın
başından beri çocuğu takip eden padişah bu sefer sordu:
“- Bu
sözlerinle ne anlatmak istiyorsun? “
Üstü başı pek
düzgün olmayan çocuk kendisinden hiç beklenmeyen bir şekilde konuşmaya başladı:
“Ey Hızır’ı
arayan ve mülküne O’nun vereceği nasihata göre yön vermek isteyen! İyi kalpli
sultan! Bu söylediğim sözlerin manası şudur: Senin vezirlerinden birincisinin
yapacağı iş vezirlik değil olsa olsa saraya iyi bir “keşkekçi” olur. Siz onu
sarayın keşkekcisi yaparsanız iyi ve ağız tadıyla keşkek yemiş olursunuz.
İkincisi
anlaşıldığı üzre güzel fırıncılık yapar. Siz onu sarayın fırıncıbaşı tayin edin
ki güzel ekmek ve et kızartsın.
Üçüncüsü ise
söylediklerinden güzel bir kasap olduğu anlaşılıyor. Onu da kasap olarak tayin
ederseniz o sıkıntınızda kalmamış olur.
Çünkü bu üçü ceza vermekle hak ve adalet gibi
bir şey gözetmeyi akıllarına getirmediler.
Şeyhulislam
ise kendisi Hindistan da bir hükümdarın oğludur. Kardeşler arasında çıkan taht
kavgasından dolayı memleketini terk etmiştir. Ve vezirliğe en layık olan
şeyhulislam dır.
Siz onu baş
vezir yapınız diğerlerini o kendisi tayin eder. Huzurunuzda suçlu mevkisindeki
kişi ise ömrünü ilimle geçirmiştir. Fakat ilmiyle mütenasip bir görev bu zamana
kadar kendisine verilmemiştir. Onu da şeyhulislam yaparsınız. O zaman her şey
yoluna girer. Ben baştan beri:
“- Kulli
şey’in yerciu ila aslihi”- (her şey
aslına döner)- demekle bunu söylemek
istedim. Hızır’ı bulup ta ne yapacaksın? Hızır da gelse bundan başkasını
söyleyecek değildir.” Dedi ve kalkıp kapıya doğru yürümeye başladı.
O zamana kadar hakkında hüküm verilmesi için
bekleyen kişi hemen yerinden fırlayarak:
“- İşte Hızır!
Buldum Hızır’ı. . .” diyerek çocuğun peşine doğru koştu ama nereye gittiğini o
andan itibaren kimse fark edemedi.
Padişah Hızır’ın dediği değişiklikleri yaptı
ve hakikaten memlekette bir huzur hasıl oldu. Sarayda ki yemekler daha lezzetli
çıkmaya başladı.
Meğer
hakikaten vezirlerden birisinin dedesi keşkekci, diğerinin dedesi kasap, diğerinin
dedesi ise fırıncıymış.
Böylece “Kulli
şey’in yerciu ila aslihi”- (her şey
aslına döner)- sözünün manası da zuhur
etmiş oldu.
“Dünya malı elde kalmaz
Ne kadar mal olsa murad alınmaz
Gafil olma, geri dönülmez.”
Bu sözler
Hacı Bayram- ı Velinin talebelerine yapmış olduğu nasihatlerden.
Yine aynı
konuda Yunus Emre Hz. leri:
“Mala- mülke
mağrur olma
Deme var mı
ben gibi
Bir muhalif rüzgâr
eser
Savurur
harman gibi.”
Diyerek dünya
malına güvenilmemesi gerektiğini açık bir şekilde izah etmiştir. Anlatıldığına
göre zamanında bir adam kadılık yapmakta imiş. Fakat ibadetlerinden feyz
alamamak ve huşu bulamamaktan şikâyetçiymiş.
Evliya- i
kiramdan olan bir mübarek zata giderek;
“- Bizlerde
sizin yaptığınız ibadetin aynısını yapıyoruz. Fakat niçin sizler gibi zevk ve
tat alamıyoruz. Bana bunun sırrını öğretmeni ve benim de bu şekilde ibadet
yapmama yardımcı olmanı istiyorum.” diyerek durumunu arz eder.
Fakat O
mübarek kişi bunu söylemek istemediğini, söylese dahi kendisinin bunu
yapmayacağını tekrar tekrar anlatsa da, kadı efendi ısrar eder.
Nihayetinde
“Senin bu
şekilde ibadet etmen için önce kalbinde gurur ve kibirden zerre kalmaması lazım.
Dünya sevgisinin kalbinden çıkması lazım. O kadar ki; eline geçtiğinde
sevinmeyeceksin, elinden çıktığında da üzülmeyeceksin. Bu da çetin iş. Yapabilir
misin, bilemiyorum. Der.
Yine kadının
ısrarları neticesinde,
“Sana deli
denilinceye kadar hakiki manada imana eremezsin. O yüzden önce şu süslü
elbiselerinden arın. Boynuna bir ceviz torbası tak. Bir tokat atana, bir ceviz
diye Basra sokaklarında bağır. Cevizler bitince yanıma gel” der.
Bunu duyan
kadı efendi öfkeden kızarmış bir vaziyette; “Sen neler söylüyorsun be adam! Ben
bunca yıldır kadılık yapmış insanım. Sonra âlem benim hakkımda neler söyler?” der
ve oradan ayrılır.
Düşünecek
olursak Sahabe- i Kiram için de, Efendimiz (sav)için de, hakiki mü’minler
içinde aynı şeyler söylenmedi mi?
Ve hala aynı
şeyler söylenmiyor mu? Efendimiz (sav) zamanında sahabe- i kiramın evlerinden, mal
ve mülklerinden, gerektiğinde canlarından, eşlerinden, evlatlarından, hatta
yurtlarından vazgeçmelerine karşılık; müşrikler;
“Bunlar delidir!”
dememişler miydi?
Ebu Süfyan
henüz Müslüman olmadan önce, İslamiyet’in ve Müslümanların önlerine geçilmesi
gerektiğini konuşurlarken, kendisine de fikrinin sorulmasına karşılık;
“Bilemiyorum!
Bu azla yetinebilen, ölümden korkmayan, bir anda anasına- babasına düşman
kesilebilen insanlarla nasıl başa çıkılır, gerçekten bilemiyorum.” dememiş miydi?
Mekke
müşrikleri Efendimizin yanına geldiklerinde, davasından vazgeçmesi halinde ne
isterse vereceklerini söyleyenlere “Sağ elime güneşi, sol elime ayı koysanız
yine davamdan dönmem” dememiş miydi?
Ve bu cevabı
alan Mekke müşrikleri” Sen gerçekten delisin” dememişler miydi? Ve günümüze
gelince: İslam için çalışan, Allah’ın emirlerinden taviz vermemek için her
şeyden vazgeçebilen, gerektiğinde hakaret uğrayan, laf işiten, horlanan, aşağılanan
hatta hapse dahi giren insanlara DELİ denmiyor mu?
“Ona mı
kalmış İslamı yaşamak, ona mı kalmış Kur’anı anlatmak, ondan başkası yok muymuş
bu işi yapacak?”
Denilerek o
insanlar yalnız bırakılmıyor mu? Ama Efendimiz (sav)
“İslam garip
başladı ve garip bitecektir. Gariplere müjdeler olsun!” Diyor.
Geçen hafta
da söylediğim gibi Sahabe- i Kiram İslam’ın garip başlangıcını yaşadılar, bizler
ise garip bitişini yaşıyoruz. Rabbimiz bizleri razı olduğu halden ayırmasın!
Allah’ü Teala
Hz. leri Kur’an- ı azimüşşanda, kıyamet suresinin 21 ve31. Ayetleri arasında
dünya ehlinin ekserisinin son nefeslerini nasıl verdiğini bakın nasıl anlatıyor:
“Hayır hayır!
Siz peşini (dünya hayatını) seviyorsunuz.
- Ve ahireti
bırakıyorsunuz. Nice yüzler o gün parlayacak. Rablerine bakacaklar. Nice yüzler
de o gün somurtup kararacak. Anlayacak ki başına bel kıran bir bela yapılacak.
Hayır hayır! Ne
zaman ki (can) köprücük kemiklerine dayanır. Ve bir hasta okuyacak kim (var)? Denilir.
- O zaman
anlar ki bu ayrılıktır.
- Bacak
bacağa dolaşır. O gün sevk yalnız Rabbine’dir.”
İşte durum
meydanda! Ya güzel, rahat, nimetleri sonsuz, ebedi bir cennet hayatı. Ya da
kahr edici, yakıcı, pişman edici ebedi bir cehennem hayatı. Her ikisi de bu
dünya hayatında kazanılıyor. Şayet imkân olsa, kabirler açılsa, kabir ehlinin
hal ve durumları müşahede edilse, hele hele onlarla bir çift dahi olsa konuşma imkânı
verilse, ne derlerdi biliyor musunuz?
- “Bizim pişman
olduğumuz şeyler için sizler birbirinizi yiyip bitirmeyin! Rabbinizin emirlerinden
can verin yine çıkmayın!”
Ama İman
etmeyecek olanlar tıpkı Peygamber Efendimizin mucizelerini görüpte inkar eden
müşrikler gibi yine de inkarlarında ısrar ederler.
Rabbimiz bu
hususta Rad suresinin 31. ayetinde “Bir Kur’an ki, O’nunla dağlar yürütülse
veya O’nunla yer parça parça edilse yahut O’nunla ölüler konuşturulsa (o kâfirler
yine iman etmezler)Fakat bütün emir Allah’ındır.” buyurmuştur.
İşte bu dünya
böyle bir yer! Nitekim bir şair bu dünyayı şu dizelerle ne güzel ifade etmiştir:
Kim umar
senden vefayı,
Yalan dünya
değil misin?
Enbiyanın
Seyyidini
Alan dünya
değil misin?
Kast edip
halkın özüne,
Toprak
doldurup gözüne,
Ehl- i
gafletin yüzüne,
Gülen dünya
değil misin?
Rabbim
cümlemizi nefislerimizin, şeytanların, din düşmanlarının, münafıkların, dünyanın
şerrinden muhafaza etsin!
Yorumlar
Yorum Gönder