Baban O Elmayı Isırmasaydı…
Baban O Elmayı Isırmasaydı…
Hanefî Mezhebinin imamı olan İmâm-ı Âzam
namıyla mâruf Numan b. Sabit’in babası Sabit hazretleri, henüz gençlik
yıllarında daha evlenmemiş iken, günün birinde bir dere kenarında abdest
alıyordu. O sırada derenin sularına kapılıp gelen irice, kıpkırmızı bir elma gördü.
Elmayı canı çekti ve gayri ihtiyari olarak uzanıp elmayı aldı ve ısırdı.
Isırdığı anda kafası dank etti. Çünkü helâl yiyecek konusunda son derece hassas
olan, yediğine ve içtiğine azami derecede dikkat eden Sabit hazretleri; nereden
geldiğini, kime ait olduğunu bilmeden, sahibinden izinsiz olarak bu elmayı
ısırmıştı. Fevri hareket ettiği için hata ettiğini anladı, elmanın sahibini
bulup helâlleşmesi gerektiğini düşündü. Zira o ısırıkla beraber az da olsa
elmanın suyunu yutmuştu.
Hemen elmanın sahibini bulmak için harekete
geçti.
“Bu elmayı dere getirdiğine göre, belli ki
derenin kenarındaki bir bahçede bulunan elma ağacından düşmüştür” diye düşündü.
Ve suyun geldiği yöne doğru yürüdü. Elma elinde olduğu halde araya araya,
elmanın düştüğü meyve bahçesini buldu. Baktı ki orada nur yüzlü bir ihtiyar
çalışıp durmakta, yanına gidip selâm verdi ve bahçenin sahibini sordu. Tarla
sahibinin, o nur yüzlü zâtın kendisi olduğunu öğrenince, meseleyi başından
itibaren anlattı ve hakkını helâl etmesini istedi.
Sabit hazretlerinin helâl yiyecek ve kul hakkı
konusundaki bu hassasiyeti, bahçe sahibinin dikkatini çekti. Bu delikanlının
haram-helâl noktasındaki bu titizliği çok hoşuna gitti. Onun, yanında kalmasını
arzu ettiğinden, hakkını helâl edemeyeceğini, helâl etmesi için bazı şartları
olduğunu ileri sürdü. Şayet o şartları yerine getirirse o zaman helâl edeceğini
söyledi. Sabit hazretleri ise, hakkını helâl ettirebilmek için ne yapması
gerekiyorsa yapacağını bildirdi.
Bahçe sahibi bu duruma çok memnun olmuştu. Şartlarından
biri şuydu; burada bir müddet yanında kalacak, bu süre zarfında da, bağ-bahçe
işlerinde kendisine yardımcı olacaktı. Aksi takdirde kesinlikle hakkını helâl
etmeyeceğini söyledi. Sabit hazretleri ihtiyarın bu teklifine çok şaşırmıştı,
elmanın tamamının bedeli neydi ki, bir ısırık için uzun bir müddet çalışmasını
şart koşuyordu. Ama ihtiyar Nuh diyor peygamber demiyor, “yanımda kalıp bana
yardım etmezsen kesinlikle hakkımı helâl etmem.” diye diretiyordu. Böyle aksi
bir ihtiyarla âhirette hesaplaşmaktansa, bu dünyadayken hesabı kesmek
gerekiyordu. Ayrıca bu işe kendisi gönüllü olmuş, şartları kabul edeceğine dair
söz vermişti. Ve neticede Sabit hazretleri sözünde durmuş ve ihtiyarın dediği
müddet onun yanında kalıp, işlerinde ona yardımcı olmuş ve canla başla
çalışmıştı. Zamanla anladı ki, aslında bu yaşlı zat hiç de öyle aksi ve inatçı
biri değildi. Gayet tecrübeli, görmüş geçirmiş, son derece olgun ve yumuşak
huylu sâlih bir zât idi. Kendisine son derece iyi davranmış, evindeymiş gibi
rahat ettirmişti. Demek ki, yardım edecek birine çok ihtiyacı olduğundan, Sabit
hazretlerinin yanında kalması için ısrarcı olmuştu.
Böylece günler geçti ve yanlışlıkla ısırdığı
bir elmanın hakkını helâl ettirebilmek için hizmet etmesi gereken süre dolu.
Yaşlı adamın huzuruna gelerek, artık süresi dolduğunu helâlleşip ayrılmak
istediğini bildirince yaşlı adam:
– Bir şartım daha var, onu da yerine getirdiğin
takdirde hakkımı helâl edeceğim. Ondan sonra artık serbestsin, istersen ayrılıp
başka yere yerleşirsin, istersen yanımda kalabilirsin, dedi. Sabit hazretleri:
– Peki, bu şart nedir? Diye sordu. Yaşlı adam:
– Benim bir kızım var. Şayet onunla evlenirsen
o zaman hakkım sana helâl olsun. Fakat kızımın bazı kusurları var, bunu da
bilmeni isterim. Kızımın eli çolaktır, gözleri kördür, ayakları topaldır,
dilsizdir, kulağı da sağırdır. Yaşlı adam kızı hakkında öyle bir tarif yapmıştı
ki, bu bir insan mı yoksa kütük müydü? Ne görür, ne konuşur, ne de duyar;
kolu-bacağı olmayan çolak-topal bir hilkat garibesi…
Sabit hazretleri şimdi ne yapacaktı? Tam
helâlleşmeyi beklerken teklif edilen bu şart da neyin nesiydi. Kendisi gibi her
yönden dört dörtlük bir delikanlıya, böyle birini nasıl teklif edebiliyordu. Bu
şartları baştan söylese belki kabul etmeyebilirdi. Ama bu kadar zaman burada
çalıştıktan sonra, şimdi bu teklifi kabul etmese, tüm çalıştığı boşa gidecekti.
Kabul etse, böyle bir insanla hayat sürmek nasıl mümkün olacaktı? Düşündü,
taşındı… Mesuliyet duygusu, Allah’a hesap verme korkusu ağır bastı. Üç günlük
dünya hayatı keyifle, zevkle geçse ne olur, geçmese ne olurdu; önemli olan
âhiret hayatıydı. Bu dünyada böyle bir kadınla yaşamak, âhirette azap çekmekten
daha zor değildi ya… Ve evlenmeyi kabul etti. Düğün yapıldı, nikâh kıyıldı ve
zifaf gecesi Sabit hazretleri’ne gelinin bulunduğu odayı gösterdiler. Sabit
hazretleri zifaf odasına girmesiyle çıkması bir oldu. Çünkü içeride kendisine
anlatılan vasıfta birini görememişti. Büyük bir yanlışlık olmalıydı. Çünkü
kayınpederinin “gözü kör, ayağı topal, kolu çolak” diye anlattığının aksine,
zifaf odasında; tüm uzuvları yerli yerinde, boyu, pos ve endamıyla güzeller
güzeli, ay parçası bir hatun vardı.
Sabit
hazretleri neler olup bittiğini anlamak için kayınpederi olacak o bilge
ihtiyarın yanına gitti. Ve şaşırmış bir halde olanları kendisine anlattı.
Kayınpederi tebessüm ederek durumu şöyle anlattı:
– Evladım! Sana kızım kördür dedim, bu
doğrudur. Ama gözü zahiren kör değil, o harama karşı kördür. Bir kere olsun
harama göz atmamış ve bakmamıştır! Sağırdır dedim. Aslında kulağı çok iyi
duyar, ama o harama karşı sağırdır. Haram olan şeylere kulak verip dinlemez.
Dilsizdir dedim. Harama karşı dilsizdir, haram olanı konuşmaktan kaçınır! Ayağı
topal, kolu çolak dedim. Evet, öyledir benim kızım. Ayağı harama gitmez, eli
harama uzanmaz! Yoksa eli de, kolu da, tüm uzuvları da sağlam ve mütenasiptir.
Evladım uzun lafın kısası, zannettiğin gibi hiçbir yanlışlık yok. İçeride zifaf
odasında bekleyen benim öz kızım, senin ise helâlin ve zevcendir.
Allâh-ü Teâlâ ikinizi de mesut ve bahtiyar
etsin, sulbünüzden hayırlı nesiller halk etsin! Durum şimdi çok iyi
anlaşılmıştı. Meğerse adam, Sabit hazretlerini ilk gördüğü anda çok beğenmiş,
ayrıca ondaki uhrevî hassasiyeti ve Allah korkusunu da görünce, kızını ona
nikâhlamayı kafasına koymuş. Fakat bu arada kızının biraz daha büyümesini
beklemiş ki, tam evlenecek yaşa gelsin…
İşte bu izdivaçtan nur topu gibi bir evlat
dünyaya geliyor. Adını Numan koyuyorlar. Yani, Numan b. Sabit. Ve gün geliyor o
yavru büyüyüp İmâm-ı Âzâm oluyor. İşte İmâm-ı Âzâm (Rahmetullâhi Aleyh), böyle
bir anne ve babadan doğuyor. İmâm-ı Âzâm daha çocuk yaşlarda okuması için
hocaya teslim edildi. Müthiş zekâsı ve hafızası ile arkadaşlarını fersah fersah
geride bıraktı. Hâfızlığını da üç günde bitirdi. Rivâyet edilir ki: İmâm-ı Âzâm’ın
üç günde hafızlığını bitirmesiyle alakalı olarak, muhtereme annesi oğluna şöyle
dermiş:
– Ah oğlum! Şayet baban o elmayı ısırmasaydı,
sen bir günde bile hâfız olurdun!
Dikkat: Bu kıssa; çocuklarının büyük adam olmasını isteyen anne ve
babalar için, çocuk eğitiminin nerelerden başladığını bilmeleri açısından çok
önemli bir ibret vesikasıdır. Bu durumda anne ve babaların, özel yaşantı ve
tutumlarının çocuklarına ne derece sirayet ettiğini anlayıp, bu konuda daha
dikkatli ve titiz davranmaları gerekmektedir.
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder