Ayasofya Ağlıyor

Ayasofya Ağlıyor

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allah’ın mescitlerini O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.” (Bakara, 114)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“…Mescidler ne için yapılmışlarsa ancak o maksatlarla kullanılacak mekânlardır.” (Müslim, Mesâcid 80, 81. İbni Mâce, Mesâcid 11.)

Anadolu'nun dilinde Ayasofya'nın adı İstanbul'la beraber yaşadı. Sultanahmet Camii kendisine rakip olduğu gün bile mutluluğu bozulmadı. Vatanın her köşesinde kubbeler kabarıyor, minareler yükseliyor, fakat Ayasofya'nın sevgisi, ilk evlat sevgisi gibi hiç bir zaman eksilmiyordu. O, Fatih'in yadigârıydı... Kimsenin bu şerefi kendisiyle paylaşamayacağını biliyor, gururlandıkça gururlanıyordu. Kimse ona dil uzatamıyor, "Sen Bizans'sın" diyemiyordu. O, Fatih'in öz evladıydı ve yıllarca öyle yaşadı...
Ayasofya bir gün, bir yatsı namazından sonra, sabahın ilk aydınlığında uyanmak üzere derin bir uykuya daldı. O gece tuhaf rüyalar gördü... Kendisini bir matem havası içinde buldu... Yüce Fatih, başını Akşemsettin'in dizine koymuş ağlıyordu... Gözyaşları gittikçe çoğaldı, denizlere aktı, sular yükseldi. İstanbul bu suların içinde çırpınmaya başladı... Ayasofya sulara gömüldü... Bu kabustan silkinerek uyandı... İçi korkuyla dolmuştu... Etrafına baktı, vakit nerdeyse öğle olmuştu... Yüreğinde büyük bir acı hissetti...
Yüzyıllardan beri bir tek sabah namazını kaçırmamıştı... "Bu nasıl gaflet?" diye düşündü... Nasıl uyanamamıştı? Neden minarelerinden ezan sesleri sabahın nurlarına karışmamışta? Sultanahmet'ten utandı... ilk defa başını yere eğdi ve bir daha kaldırmadı...
Yüzyıllarca özlemini çektiği nura kavuştuktan sonra bir gün korkunç bir karanlığın içine düşmek ona sonsuz bir acı verdi... Semalara yükselen ezan seslerini işittikçe kahroldu...
Sabretti....
Kendisini sadece bir taş yığını olarak görenlere, bir ruhu olduğunu nasıl anlatmalıydı? Acısını nasıl dile getirmeliydi?.. Kim hissedebilirdi hissettiklerini?..
Hiç uyumadı.. Gündüzler sessiz, geceler ızdıraplı geçti... Her taşının gözeneğinde sızılar duydu... Minarelerini göklere uzattıkça yardım diledi...
Yanından gelip geçenlere baktı; sabretti... Hep bir ümit bekledi ümidini alıp gidenlerden.... Acılarıyla taş; kesildi, sabretti...
Günler, aylar geldi geçti...
Bir Ramazan...
Bütün minarelerde kandiller yandı, Ayasofya karanlıkta kaldı... Sultanahmet ilahilerle inlerken Ayasofya derinden derine dinledi, içi sızladı, gözleri doldu...
Yarın bayram... Bayramda kimsesizler nasıl acı çeker bilirsiniz... Yalnızlığın ızdırabı yüreklerini yakar, acısı burunlarını sızlatır, yaşlar genizlerine dolar...
Ayasofya: "Keşki hiç olmasaydım" diye düşündü. Bayram sabahında camiler müslümanların kalplerinden yayılan hararetle ısınırken O, Bizans devrinin soğukluğunu yaşayacak; Sultanahmet Tekbir'lerle göğe yükselirken O, yerin dibine girecek...
Ayasofya uyanık... Ayasofya gecenin yalnızlığında mahzun.... Ayasofya: "Sabah olmasın" diyor... Ama sabah oldu... Ezan sesleri kalpleri titreten bir ahenk ile semalara yükseldi. Cemaat birer birer camileri doldurdu... Ezanlar sustu, etrafı birdenbire derin, bir sessizlik kapladı... Sonra ruhlar Aleminden yükselen yanık bir ezan sesi Ayasofya'nın minarelerinden çifter çifter yayıldı... Ayasofya ürperdi.... Bunu sadece Sultanahmet duydu ve Ayasofya ile beraber gördü:
O yüce Fatih, önünde Akşemsettin, arkasında fetih ordusu ile bir sel gibi gökyüzünden inerek Ayasofya'yı doldurdu... Bütün ışıklar yandı... Etrafı nur ile doldu... Ulvi bir tekbir ile sabah namazına duruldu... Bayram namazı kılındı, sonra bütün ışıklar gökyüzüne doğru yükseldi, gitti...
O günden beri Ayasofya herkesin gözüne karanlık gibi görünür ama, şimdi onun içi manevi bir aydınlıkla dolu, ümitle yaşıyor... (Ekrem Bektaş, Altınoluk Dergisi Mayıs-1989)

Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
ed-Dârr: Zarar verenleri ve zararlı yönleri de olmak üzere her şeyi yaratan, elem verici şeyleri de halk eden demektir.

Kısa Günün Kârı
Cami ve mescidler, zikir, ibadet ve Kur’an okumak gibi tamamen dînî işler için yapılmışlardır. Cami ve mescidleri kuruluş amaçlarının dışında kullanmak doğru değildir. Mescidlerin mâbed kutsiyeti ve sukûneti her zaman korunmalıdır.

Lügatçe
yadigar: 1. Anı. 2. Armağan.
mâbed: İbadethane.

sukûnet: 1. Suskunluk.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis