Fütüvvet Mürüvvet
Fütüvvet Mürüvvet
Meşhur velilerden ve
akait imamı Amr bin Osman Mekkî (Rahmetullahi Teâlâ aleyh) buyurdular ki:
“Fütüvvet güzel ahlâktır.”
Bağdat’ın büyük
velilerinden Câfer-i Huldî (Rahmetullahi Teâlâ Aleyh) buyurdular ki: “Fütüvvet,
nefsini aşağı tutup, Müslümanlara hürmeti büyük bilmektir.”
Evliyânın
büyüklerinden Ebû Abdullah el-Mukrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
“Fütüvvet; kızdığı kimseye karşı güzel huylu olmak, hoşlanmadığı kimseye ihsân etmek,
kalbinin nefret ettiği kimse ile hüsn-i sohbette, güzel sohbette bulunmaktır.”
Evliyanın
büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Fütüvvet
nedir ” dediler. Cevaben buyurdular ki: “Dostların kusurlarını hoş görmektir.”
Bağdât velîlerinden
Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Fütüvvet; din
kardeşlerinden gördüğün eziyetlere sabır etmen ve onları affetmendir.”
Büyük velilerden Sehl
bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Fütüvvet,
sünnete tâbi olmaktır.”
Evliyânın
meşhurlarından Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
“Neden sofîler gibi hırka giymiyorsun ” diye sorulunca; “Hırka giymek fütüvvet
sâhibi yiğit kimselere yakışır. Fütüvvet ehlinden olmayan kimselerin böyle
şeyler giymesi nifak alâmetidir. Fütüvvet yükünün altına girmeden, fütüvvet
ehli gibi gözükmek yakışmaz.” dedi. “Peki o halde fütüvvet nedir ” diye
sorulunca; “Fütüvvet, kendini kusurlu, insanları mâzur görmektir. Kendini
noksan, başkalarını tam görmektir. İnsanların iyisi olsun kötüsü olsun hepsine
merhamet ve şefkat nazarıyla bakmaktır. Fütüvvetin en yüksek derecesi ise hiç
bir zaman halk seni Hak´tan alıkoymaması, perde olmamasıdır.” buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû
Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Fütüvvet nedir ” diye
soranlara; “Fütüvvet, Peygamber efendimizin güzel ahlâkından biridir. Bunun
içindir ki, mahşer gününde herkes; “Ben! Ben!” derken, O; “Ümmetim! Ümmetim!”
diye yalvaracaktır.” buyurdular.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Eskiden fütüvvet sâhipleri
(başkasını kendine tercih edenler) arkadaşlarını över, kendilerinden
bahsetmezlerdi. Hattâ kendilerini kötülerlerdi. Rahatlığı dostları için,
zahmeti kendilerine seçerlerdi. Şimdiyse herkes kendini övüp, dostlarını
kötülüyor. Zahmeti arkadaşlarına, rahatı kendilerine alıyorlar.”
Büyük İslâm âlimi Şeyh
Edebâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretlerinin sohbetlerinde kemâle geldi. Bu esnada Selçuklu Devleti çöküntüye
doğru gidiyor, Anadolu´da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden
kaçan Oğuz boyları Anadolu´ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere
yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt
mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha
ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen
hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin
müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gâzi bir gece
ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsında Ertuğrul Gâzi, yüksekçe bir
yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; “Bu kitap Allahü
azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleri Kur´ân-ı kerîmdir.”
cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın
bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile
ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada
rüyâda kendisine; “Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin
evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim.” diye
hitâb olunduğunu işitti.
Diğer taraftan
Ertuğrul Gâzi zaman zaman Konya´ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretlerini de ziyâret ederdi. Bir gelişinde henüz küçük yaşta olan Osman
Gâziyi de berâberinde Mevlânâ´ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. O sırada
Selçuklu Sultanı bulunan kimsenin, Kalenderî tarîkatinden olan bir şahsa
bağlandığını işiten hazret-i Mevlânâ; “Hoş şimdi hükümdâr kendine bir baba
bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk.” diyerek küçük Osman´ın elinden
tuttu ve hayır duâlar eyledi.
Bu hususta üçüncü
büyük müjde ise, Osman Gâzi ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti.
Edebâlî hazretleri Konya´dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan
Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde yerleşmişti. Burada
tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Dînî
meselelerde herkes ona mürâcaat eder, dünyâ ve devlet işlerini ona danışırdı.
İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan “Fütüvvet ehli” ve Anadolu´da mühim
bir yer tutan “Ahîler” ile irtibâtı vardı. Ayrıca Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey
de bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi.
Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği
Bilecik´teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü.
Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî
hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi.
O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp
budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri
gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde
etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin
böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde,
kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını
şöyle tâbir etti: “Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra “Bey”
olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur.
Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri
bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete
kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek.” dedi.
Osman Beyi tebrik etti. Gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti.
Osman Beyin, Mâl
Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi. Edebâlî hazretleri, dâmâdı
tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin
hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından
oldu.
Horasan´ın meşhûr
velîlerinden Seyyid Ali Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Fütüvvetle ilgili
olarak buyurdular ki: “Ey azîz! Ahî (kardeşlik) sözü halk arasında kullanılan
bir lafızdır. Bunun yüksek bir mânâsı ve geniş bir hakîkati vardır. Tasavvuf
ehli kardeşliği üç mertebede açıklamışlardır. Birincisi, anne ve babası bir
olan kimseler. İkincisi müminlerin kardeşliğidir. Âyet-i kerîmede meâlen;
“Şüphesiz ki, müminler kardeştir.” (Hucurât sûresi:13) buyruldu. Üçüncü mertebe
ise gönül ehli ve hakîkate erenler arasındaki kardeşliktir. Bu makâma fütüvvet
denir. Bir kimse cömertlikle, af, emânete riâyet, şefkât ve hilm (yumuşak
huyluluk), tevâzu ve takvâ ile vasıflanırsa, fütüvvet ehli böyle kimseye (ahî)
kardeş adı vermişlerdir. Fütüvvet her ne kadar fakr makâmından bir makam ise de
bütün makamların aslıdır. Bütün makamlar ona bağlıdır. Bütün insânî
olgunlukların aslı fütüvvete bağlıdır. Çünkü bu bütün dereceleri ve mekârim-i
ahlâkı, üstün ahlâkı şâmildir. Hakîkate eren büyükler, meşâyıh-ı kirâm,
fütüvvetin hakîkatı hakkında çok söz söylemişlerdir. Hasan-ı Basrî kuddise sirruh;
“Fütüvvet, Rabbin için nefsine düşman olmandır.” Buyurdu. Hâris-i Muhâsibî ise;
“Fütüvvet herkese insaflı davranmayı kendine vazîfe bilmek, kimseden insaf
beklememektir.” buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî; “Fütüvvet, açık elli olmak ve
eziyet vermemektir. Yâni fütüvvetin hakîkatı; hayra, iyiliğe ve Allahü
teâlânın kullarının rahatına vesîle olmaktır.” buyurdu. Sehl bin Abdullah da;
“Fütüvvet, sünnet-i seniyyeye uymaktır.” buyurdu. Hazret-i Ali buyurdu ki:
“Fütüvvet dört kısımdır. Gücü yettiği halde affetmek, gadab, kızgınlık ânında
yumuşak davranmak, düşmanlığı olduğu halde karşısındakine nasîhat etmek,
kendi ihtiyâcı olduğu halde başkasına vermek.” Bütün bu buyrulanlardan
anlaşıldı ki, fütüvvetin bütün mertebeleri ve şekli kul hakkı ile ilgilidir.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Kul, Müslüman kardeşinin ihtiyâcını
karşıladığı müddetçe Allahü teâlâ da onun ihtiyaçlarını giderir.” buyurdu.
“Biliniz ki, dünyâ,
kıyâmet çölünün kenarında yapılmış bir menzildir. Öyle bir menzildir ki, ezel
çölü ile ebed çölü arasında konmuştur. Allahü teâlânın kulları, misâfirleri
âlem-i ervâh çölünden kıyâmet karargâhı sahrasına sefer yapsınlar. Bu menzilde
âhiret seferine çıkmak için azık hazırlasınlar, bu uzun ve nihâyetsiz yolculuk
için tedbir ile meşgûl olsunlar. Dünyâda bir yerde konaklamış misâfirler gibi
gidici olan insanlar, Allahü teâlânın hikmetiyle değişik haldedirler. Bâzısı
bedenen kuvvetli, mânen zayıf, bâzısı mânen kuvvetli, bedenen zayıfdır. Bâzısı
her iki bakımdan da kuvvetli, bâzısı da her iki bakımdan da zayıf
yaratılmıştır. Kur´ân-ı kerîmde meâlen; “…İşte bütün bunlar azîz olan (ve her
şeyi) iyi bilen Allah´ın takdîridir.” (En´âm sûresi: 96) buyrulmuştur. Bunda
sayılması, anlatılması mümkün olmayacak derecede çeşitli hikmetler vardır. Bir
hikmeti, insanların güçleri nisbetinde birbirine yardımcı olmalarıdır.
Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; “Müminler binânın tuğlaları gibidirler.
Biri diğerini destekler.” buyurdu. Îmân sâhibi olanlar, din ve dünyâ işlerinde
birbirine yardımcı olurlar. Bu dünyâdaki âhiret seferinde kulluk yükünü
taşımaları için birbirlerine yardımcı olurlar. Âyet-i kerîmede müminlerin
kardeş olduğu bildirilmiştir.
Güç kuvvet sâhibi
olanlara bu fâni nîmet Allahü teâlâ tarafından verilmiş bir emânettir ki,
bununla ebedî saâdet tohumlarını ekerler. Bu ebedî nîmeti kazanırlar. Mağrur ve
gâfil olanlar ise, bu cismânî bir nîmet olan güç ve kuvveti şu birkaç günlük
kederli dünyâ hayâtı için harcarlar. Kısa ömrü bu murdar dünyâya âit şeyleri
toplamakla zâyi ederler. Uzun âhiret yolculuğu için hazırlanmaktan gâfil
olurlar. Böylece din kardeşlerinin de dünyâya ve âhirete âit haklarını
unuturlar, yerine getirmezler. Allahü teâlânın emirlerine uymayı elden kaçırırlar.
Âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar dünyâ hayâtının görünen yüzünü bilirler.
Âhiretten ise tamâmen gâfildirler.” (Rûm sûresi: 7) ve “…Allah´ı unuttular,
Allah da onları unuttu.” (Tevbe sûresi: 67) buyruldu. Bu insanlar dünyânın
fâni, geçici nîmetlerine dalıp, Allahü teâlâyı unutmaları sebebiyle âhirette
Cehennem´e atılacaklar ve rahmet edilmeyecekler.”
Tâbiînin
meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Mürüvvet; güzel dostluk, doğru konuşmak, her yerde ve her an
Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”
Meşhûr velîlerden ve
akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
“Mürüvvet, arkadaşının hatâ ve kusurlarını bilmezlikten gelmektir.”
Büyük velîlerden Ebû
Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurmuştur:
“Mürüvvet, insafı yerine getirmek ve hiç kimseden intikâm almayı
istememektir.”
Evliyânın
büyüklerinden Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Mürüvvet; dînini
korumak ve nefsini tanımak, müminlere hürmet etmek, kendi kusurlarını
görmektir.
Büyük ve meşhûr
velîlerden Sırrîyi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mürüvvet,
insanın kendi nefsini, her türlü kirden ve insanların ayıp saydıkları şeyleri
yapmaktan korumak ve bütün işlerinde insanlara karşı şefkatli, merhametli ve
insaflı davranmaktır.” (Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder