İhtiyar Keçiler

İhtiyar Keçiler


Bizim Mahalle

Sabah ezanı duyulduğunda sokaklar da harekete geçerdi. Bazı evlerin ışıkları karanlıkta parlarken, bu evlerden tek tük insanlar çıkar, ağır aksak çarşı merkezine doğru yürürdü. İşte bu anlarda hırsızların, sarhoşların mesai saati ererdi. Ezan sesleri adeta onların alarm sesleriydi. Yükünü tutturan hırsız mutlu olurken, işi yarım kalanlar ise küfürler, kahırlar, lanetler çekerek sokaklardan toz olurdu. Polisler ve bekçiler ise büyük ihtimalle karakollarında uyku halinde tatlı bir rüya görüyordu. O gece semtte, mutlaka bir iki esnaf yahut birkaç ev soyulmuştu. Karakolun sanki çok umurundaydı. Üç kuruş maaşa talim eden memurların, zengin bir esnafın soyulmasına karşı gösterdiği tepki genelde olumlu olurdu. Dükkânı soyulan kasap Niyazi sabah vakti karakolun içine daha adım atar atmaz komiserin ağzından çıkanları duyduğunda inanamamıştı. Polisten rapor alan komiser avazı çıktığı kadar haykırmıştı...
"Neee Niyazi’nin yüz kilo etini mi çalmışlar. İyi yapmışlar çok iyi yapmışlar. Şerefsiz heriften geçenlerde bir kilo köftelik kıyma istedik diye bize az mı mırın, kırın yaptı. Helal olsun O hırsızlara..."
Ağır aksak yürüyen bu insanları hemen herkes tanırdı. Bunlar sabah namazı için camiye giden ihtiyarlardı. Birçoğunda baston varken, olmayanlar da kambur sırtını düzeltme telaşıyla yürürdü camiye. Aksakallı, kırçıllı sakallı, nur yüzlü pamuk dedeler, tonton amcalar çok sevimliydi. Tek sorunları ise sokaklardan geçerken bir hırsızla, ya da bir sarhoş veya bir psikopatla karşılaşma tehlikesiydi. Çünkü birkaç ihtiyar bazı soygunlara istemeden de olsa şahit olmuştu. Bir ihtiyar bakkalın soyulduğunu görünce görmemezlikten gelmişti ama iş işten geçmişti.
O görmese de iki hırsız onu çoktan görmüştü. Bıçağı çeken bir hırsızın ihtiyarın üzerine yürümesiyle, zavallı ihtiyar şok geçirmişti. Yalvaran bir sesle, ağlayan yüz ifadesiyle 'Aslan evladım ben namaza yetişeceğim, siz işinize bakın, Allah işlerinizi artırsın, size kolay gelsin' demesi bile boşuna bir çaba olmuştu. Korkunç gözleriyle haplanmış bir hırsız için değil camiye giden bir ihtiyar, türbesinden kalkan bir evliya olsa da artık fark etmezdi. İhtiyarın can havliyle bastonunu fırlatıp kaçması için bir saniye yetmişti. Ekmek fırınının tezgâhtarı, vitrin önünde son sürat kaçan yetmişlik Ahmet dedeyi gördüğünde gözlerine inanamamıştı. Bu adam yıllardır sakat değil miydi?
Çenesi düşük, dedikoducu fırıncı, bu olayı kahveler de ballandırarak anlatınca Ahmet Dede’de artık semtte bir fıkra kahramanı olmuştu. Bu korku yüzünden olacak ki birçok ihtiyar sabah karanlığında sokağa çıktığında camiye gidene kadar sokak aralıklarını sağı solu çevreyi dikkatle kontrol eder, gözlem yapar, bazen ağır adımlarla bazen de süratle yürürdü. Gözleri görmeyenler kulağı duymayanlar işte bu anlar da birer kurt, tilki, sansar olurdu. O anda her şeyi görür her şeyi duyarlardı. Sakatlıklarından eser kalmazdı. Ahmet dede gibi... Ahmet dede şanslıydı. Kıçında açılan bir kaç ufak bıçak darbesine rağmen, bu dünyadan ayrılmadığı için haline şükür etmişti. İhtiyarlar ve hırsızlardan sonra ise semtin namlı şarapçıları görülürdü. Birçoğu geceden kalma sayılırdı. Onlar çıkardı sahneye. Her sokakta her aralıkta sızmış bir şarapçı yahut hala ısrarla içmeye devam eden birisinin şarkısı, narası duyulurdu.
"Seviyorum ulan seni Melahat!"
"Allahsızlar, kitapsızlar, var mı ulan yan bakan!"
Cami cemaati bunlardan korkmazdı sadece tiksinirdi. Zaten hemen hepsi bu semtin insanıydı. Semtin nerdeyse yarısı şarapçıydı. Zararsız insanlardı. Dünyada zarar verdikleri tek insan herhalde kendileriydi. İhtiyarlar bunları çok iyi bilir ve onları küçümser bazen eleştirir bazen de "Allah belanızı versin, inşallah cehennemde yanarsınız" diye dua ederdi. Sağ salim cami avlusuna girdiklerinde ise hepsi mutlu olurdu. Semt camisi çarşı merkezinin tam ortasında bütün ihtişamıyla dururdu. Cami hocasının selamı ihtiyarların selamlaşmaları genelde çok soğuk olurdu. Sesler cılız istemsiz bir şekilde çıkardı. Yılardır her Allah’ın günü, birbirlerinin sevimsiz suratlarını görmekten, namaz kılmaktan, dua etmekten belki de bıkmışlardı.
Belki de selam vermek, hırsızlar ve sarhoşlarla uğraşmak onları yıldıran sebeplerdi. Cami hocası avantajlı sayılırdı. Kırmızı suratlı tombul bir insandı. Suratından adeta vıcık vıcık yağ akıyordu. Sabah namazı biter bitmez cami bitişiğinde duran lojman evine dalar, koşar adım yatağa girer, tombul karısına sarılır, yarım kalan uykusunu tamamlardı. Öğle namazından sonra ise çarşıda dolaşır esnaflara uğrar bir göz atardı. Etin en iyi tarafını, sebzenin en tazesini, ekmeğin sıcağını tüm esnaflar ona büyük bir hoşgörüyle ikram ederdi. Ondan para almazdı esnaf kesimi. Bir hocadan para almak dinen çok günahtı. Sonra öbür taraf ne derdi? Hoca elinde, ağzına kadar dolup taşan poşetlerle yürürken çok zorlanırdı. Zaten kilosu, yağlı vücudu ile namaz kılarken dahi büyük güçlük çekerdi. Ama camiden çıkan ihtiyarların eve gitme gibi bir sansıları yoktu. Onların gidecek tek bir adresleri vardı
Kahvehaneler.
Cami çıkışında kahvehaneleri doğru yürüyen ihtiyar grubunu bir adam devamlı karşılardı.

Deli Selami...

Ya da şimdiki adıyla şarapçı Selami. Çarşının tam ortasında bir ağaca yaslanmış bir halde duran Selami sabaha kadar mutlaka onlarca şarap şişesini devirmiş olurdu. İhtiyarlar önünden geçerken yarım kalan şişesini onlara doğru tutar, gülümseyerek seslenirdi.
"Allah kabul etsin, haydi şerefe, sizi ihtiyar keçiler sizi... Cehennem sizi bekliyor. Hayde bakayım!"
Ne diyordu bu deli? Ne diyordu bu Allah’ın belası psikopat manyak herif. İhtiyar grubu kin ve nefret dolu gözlerle bakardı deli Selami’ye. Küfürler lanetler yağardı. Yıllardır hemen her gün her sabah bunu yapmak zorunda mıydı? Bu adamın bir zamanlar üniversite mezunu olduğuna kimse inanmıyordu. Zekiliğinden belki de başarısından delirmişti. Bu zavallı ihtiyarlardan ne alıp veremediği vardı?
Sonra kahvehaneye girerdi ihtiyar grubu. Daha içeri girer girmez iri yarı garsonun sert bakışlarıyla karşılaşırlardı. Bu garsonu hiç kimse sevmiyordu ama hepsi de mecburen ona katlanırdı. Buranın patronuydu bu adam. Katı sert ve acımasız bir adamdı. Akşamdan kaldığı her halinden belli olurdu. En az bir aylık sakal tıraşı, iri yapısı, küfür dolu konuşmaları ile çok çirkindi. Semtte bilinen "Hayvan İrfan" lakabı ile bir hayvanı aratmazdı. İçeri giren ihtiyar grubunu hemen uyarırdı.
"Evet, beyler son masalara doğru gidin, çaylar birazdan çıkacak, sabah sabah da sesiniz fazla çıkmasın, fazla tıraş etmeyin. Benim canımı sıkmayın."
Söylenenlere uymak lazımdı. Hiçbiri bu adamla tartışmak istemezdi. Hemen bir masada pişti kurulurken diğer bir masada da okey başlardı. Otuz kırk kişilik grup iki masa etrafında sandalyeleri doldururdu. Kahvenin ön masalarını da esnaflar gençler işgal ederdi. Garson bunlara ayrı bir sevgi gösterirdi. Parada bahşiş de bu tip müşterilerde vardı. Emekli maaşıyla geçinenler ise çok cimriydi. Aslında birçoğu zengin sayılırdı. Ama buna rağmen bir çay içerken dahi ödleri kopardı. Üstelik yoldaş olmalarına rağmen birbirlerine çay ısmarlamaya da korkarlardı. Hain garson bunları çok iyi biliyordu. Sık sık onları ikaz ederdi. Bazen haykırırdı...
"Beyler saat başı çay servisimiz var, masaları boşa işgal etmeyin. Söğüt gölgesi mi burası, çay içmeyen hadi doğru parka"
Garson bilinçli bir şekilde ihtiyarları uyarırdı. İsterse içmesinler. Kışın en soğuk günlerinde bir parkta bankta oturmak her babayiğidin harcı mıydı sanki?.. Bu yüzden olacak ki bu adamlar her gün onlarca bardak çayı içmek zorunda kalırdı. Mideleri bulansa da, kaldırmasa da, kussalar da o çaylar içilirdi. Hem de sürekli. Bazıları içten içe öfkelense de tepki gösteremiyordu. Okey oynayan dört ihtiyardan birisi emekli komiser idi. Diğeri belediye memuru, bir tanesi alkolik öğretmen, bir diğeri de sefil fabrika işçisiydi. Bir dönem güçlü insanlarıydı bunlar. Ya şimdi? Ama kimin umurundaydı. Geçmiş geçmişte kalmıştı... Lanet olası gelecek neredeydi?
Şimdi ise sefil aciz zayıf insanlar gurubu olmuşlardı. Fabrika işçisi bile zamanında namlı bir kabadayı olarak anılırdı. Şimdi ise çayı karıştırırken elleri titriyordu. Bu grup özellikle acımasız garsona diş bilemişti. Ama takma dişlerle bu işi yapamazlardı. Sadece garsonun arkasından küfür edilir dedikodu yapılırdı. Pişti oynayanlardan berber Nuri’nin oğlu Amerika da mühendis olarak çalışıyordu, üstelik oranın vatandaşı olmuştu. Bir diğerinin kızı gazeteciydi. Hele başçavuş Hilmi’nin oğlu ise nerdeyse general olmak üzereydi ama hiç biri de babalarını bu hain garsonun elinden kurtaramıyordu. Buna rağmen hepsi ortak bir noktada buluşmuştu.

Cami avlusunda...

Saatler geçtikçe kahvehane adeta insan ahırına dönüyordu. İhtiyarların yıllanmış elbiseleri, vücutlarından yayılan ekşime kokusu, çay ocağının bitişiğinde bulunan tuvaletten çıkan kokular, sigara dumanı, öksürükler, aksırıklar birbirine karıştığında koku dayanılmaz bir hale gelirdi. Nefes alamayan ihtiyarlar peş peşe öksürmeye hapşırmaya başlardı. Hain garson işte bu anda yeniden sahneye çıkardı.
"Öksürmeyin tükürmeyin hapşırmayın, balgamınızı yere atmayın ulan. Kahveye verem salıyorsunuz, kızlarınız damatlarınız çocuklarınız sizi evden kovuyor size biz bakıyoruz ulan. Temiz olun şimdi masaların altını kontrol edeceğim."
Bu sözleri duyduklarında birçoğu yıkılırdı, hemen her gün. Garsona diş bileyenler dahi susardı. Öyle ya niçin neden her sabah kalkmak zorundaydılar. Neden akşama kadar kahvede pinekliyorlardı. Çürüyen bir bedeni evde tutmak çok zor bir işti. Ev yaşamında çocuklar misafirler gelen gidenler olurdu sosyal bir yaşantı vardı. Kan bağı olmasa belki de sokağa atılacaklardı. Üstelik tapulu evlerinde. Belki de emekli maaşlarının hatırı olmasa çoktan bir huzurevi hapishanesinin yolunu tutacaklardı. Ya ihtiyarların hanımları? Ölenler elbette kurtulmuştu ama yaşayanlar şimdi kahvede değil de evde gelinlerine damatlarına torunlarına hizmetçilik yapıyordu. Bir hizmetçi maaşını karşılıyordu. Eh bu da yaşama bir katkı sayılırdı.
İhtiyarlar oyun oynarken sahte şakalaşmalar ile bu gerçekleri binlerce kez düşünseler de hiç biri itiraf edemiyordu. Akşama doğru kahvehaneden güç bela çıktıklarında deli Selami'yi hala olduğu yerde içerken görürlerdi. Selami yine şişeyi onlara doğru kaldırmış bir halde gülümsüyordu.

"Haydi, şerefe sizi ihtiyar keçiler sizi... Bir gün daha bitti... Hayde bakayım!" (Alıntı)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis