Hangi İslam, Nasıl Müslüman
Hangi İslâm, Nasıl
Müslüman
Dinimizin yeni zamanlarda daha geniş
kitlelere yayıldığı bir hakikattir. Dün hayâl bile edilemeyen sonuçlar bugün
gerçek olmuştur. Teknoloji ve sistemler dinimize hizmet etmeye başlamıştır.
Dünyayı evirip çeviren güç odakları, İslâm’ı
yok sayabilecekleri bir konumda görememektedirler kendilerini. Sadece şu gerçek
bile İslâm’ın gücü açısından önemli bir işarettir:
Artık küfür, nifakı tercih etmek
durumunda kalmıştır. Yok, sayamayacaklarını ve yok edemeyeceklerini anlayınca
ikiyüzlü davranmak zorunda kalmışlardır. Mekke de ezmeye çalıştıkları dinin
Medine de devlet olması üzerine nifaka yeltenmeleri gibi bir durumdur bu. Böyle
bir sonuç bile İslâm dininin güçlenerek yayılmakta olduğunu göstermesi
açısından yeterlidir.
Böyle bir gelişmeye şükretmek
durumundayız. Ezanı susturulmuş, alfabesi imha edilmek istenmiş, iman
esaslarına bile müdahale edilmeye uğraşılmış bir din ile bugünkü İslâm arasında
gözle görülebilecek bir fark vardır. Bu fark siyasetten ekonomiye, aile
ilişkilerinden camilerin fonksiyonlarına kadar pek çok alanda izlenebilir bir
farktır. Sadece Türkiye ile sınırlı tutulabilecek bir gelişmeden de söz
etmiyoruz.
Bütün İslâm topraklarında gözle görülür
bir büyüme ve ilerleme vardır. Müslüman halkların yaşamadığı ülkelerde bile İslâm
adına olumlu denebilecek bir gelişme söz konusudur.
Artık bir düşman istilası yaygın olarak
konuşulmuyor. Kur an okumanın yasak olduğu yer neredeyse yoktur. Müslüman
insanlar siyaset yapabiliyor, yönetime ortak olabiliyor hatta yönetim tamamen
Müslüman şahsiyetlere teslim edilebiliyor. Dün yasak olan şeyler bugün kanun
koruması altına alınıyor. Yasakların listesi değiştirilmiş, yasaklılar hür
bırakılmıştır.
Mevcut durum, birkaç yıl önce
Müslümanların çay sohbetlerinde bile zikredilemeyecek kadar uzaklarda bir
ihtimaldi. Şimdi ise gerçek oldu.
İslâm’ın beş temel esasından biri olan namazın ikame edildiği camiler
dolmaktadır. Müslümanların verdiği zekâtlar devlet bütçesi ile yapılabilecek
büyük yatırımlar üretebilmiştir. Hac ibadetini eda edebilmek için yıllarca
beklemek gerekir bir yoğunluk oluşmuştur.
Teknoloji ve Müslüman bir arada anılmaz
iken bugün teknoloji, Müslümanlar tarafından en az diğer kesimler kadar yoğun
ve yaygın olarak kullanılabilmektedir.
Sadece yirmi yıl önce kürsülerde vaaz
veren hoca efendiler, devlet televizyonlarında birkaç dakika konuşabilmeyi
mucize addedebilirken bugün neredeyse her hoca efendiye mahsus özel bir
televizyon kanalı bulunmaktadır.
Müslümanların sahibi bulunduğu özel okullar ve başkalarının sahibi
bulunduğu okullar kıyaslanamayacak kadar farklıdır.
Müslüman matematikten anlamaz diye
horlanırken Müslümanların çocukları, onların okullarının talebeleri yüzbinlerce
talebe arasında derecelerin ilk sıralarını paylaşabilmektedirler.
Sahibi Müslüman olan ve Müslüman
olduğunu çeşitli sebeplerle açıklayabilen şirketler, bulundukları ticaret
odalarının devleri arasında bulunmaktadır. İşçi olarak büyük şehirlerden birine
intikal edebilmeyi başarı sayarken dünkü Müslüman nesil, bugünkü Müslüman nesil
şirketi hatta holdingi olmadıkça rahat uyuyamaz nesil olmuştur.
Bütün bunlar, şükretmemizi gerektiren
bir sonuçtur. Yarım asırdan daha kısa bir zamanda böyle bir sonuca bizi
ulaştıran Rabbimize hamd ederiz.
Gelinen bu noktada şükretme mecburiyetimizin
yanında bir de, gelmemiz gerekenin bu nokta mı olduğunu da muhasebe etmek
durumundayız. Dinimizin Medine de Peygamber Aleyhisselâm ve ashabı tarafından
yaşanan şekli vardır.
Allah Teâlâ, o şekle benzeyen bir İslâm’istemektedir
bizden. Kıyamete kadar bütün Müslüman iddiası taşıyanlar, o şekle yani Medine
de Peygamber
Aleyhisselâm ve ashabının yaşadığı Müslümanlığa uyarlanabilen bir
Müslümanlık yaşayanların yaşadığına din demektedir.
Namaz ve oruç, Medine deki dinin
parçalarından biridir, tamamı asla değildir. Ekonomik ilişkilerde, siyasette,
sosyal yapıda, aile hayatında ne kadar Medine standardı oluşturabildi ise o
kadar İslâm ve Şeriat uyumundan söz edilebilecek demektir.
Bu hakikatin bize ağır gelmesi başka
şeydir, hakikat olarak önümüzde durması başka şeydir. Nefislerimiz,
yaptığımızın yapılması gereken olarak kabul edilmesini istemektedir. Çağın
getirdiği fitnelere karşı direnç göstermeden iyi bir Müslüman olarak yaşamış
olmayı arzuluyor olabiliriz. Din ise Allah a tam bir teslimiyetin adıdır. Dinin
içinden seçmek ya da dini zevklere göre uyarlamak din değildir. Önceki dinler
olan Yahudilik ve Hristiyanlık esasen böyle bir sürecin sonunda muharref duruma
getirildiği için kaldırılmış ve yerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
dini getirilmiştir.
Şöyle bir telakki ne yazık ki içten içe
uygulanmaktadır: Yahudiler ve Hristiyanlar, dinlerini kötü bir şekilde
bozmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar dinlerini bozdukları için yeni bir kitap ve
yeni bir din göndermiştir. Bizim dinimiz ise bozulmamıştır, bozulmaz da.
Camilerimiz var, namaz kılıyoruz, Ramazan ayında iftarlar kalabalık oluyor.
Hacca da kura ile gidilebilecek kadar ilgi var. Çocuklarımızın adı genellikle
sahabe ve peygamberlerin isimlerinden oluşuyor. Kur an okunuyor, hadisler
anlatılıyor. Bu ve benzeri rahatlatıcı savunmalarla dinimizin teminat altında
olduğunu zannediyoruz. Bu teminatların varlığını inkâr edecek durumda değiliz.
Belki din açısından endişe etmeye gerek de yoktur; Allah Teâlâ dinini
koruyacaktır elbette. Başka hiçbir garantiye gerek kalmadan din, Allah ın
koruması altındadır. Dinin koruma altında olması ile dini yaşamak durumunda
olan insanların dine bağlılıklarının koruma altında olup olmaması arasındaki
farka değinmek durumundayız. Din, beş asır sonra bugünkünden daha da güçlü
olur, olacaktır da biiznillah. Biz, bu zamandaki insanlar olarak dinimizin
üzerimizdeki pratiği konusunda ne kadar güvende bulunuyoruz İrdelenmesi gereken
husus budur.
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder