Gaflet Risalesi

Gaflet Risalesi

 Maddi ve manevi bütün hayatımızı örümcek ağı gibi saran, en diri gönüllere bile kezzap gibi bulaşan ve aslında en tehlikeli felaket olan gaflet'i ve korunma noktasındaki ince ayrıntıları mutlaka öğrenmeliyiz.

 Fıtrat-ı İslam üzere doğup, berrak bir kalp ve zihinle dünyaya merhaba diyen bir insanın, bu âleme niçin geldiğinden bîhaber bir şekilde, hayatını tamamen nefsinin programladığı şekilde idame ettirmesi çok derin bir gafletin neticesidir. Buna gaflet-i mutlaka denir.

 Gafletin sirayet ettiği ikinci grup bir insan var ki; az çok, yaratılış gayesinin farkında ve ibadetli bir hayata devam ediyor ama gaflet hastalığı kalbinde bir kanser virüsü gibi yer ettiği için, bu niyetinde sebat edemiyor. Tüm ibadet hayatı eziyetle geçiyor. Ne Yaradan’ı memnun ediyor, ne de kendisi memnun kalıyor?

 Namaz kılamıyorum, kılsam da düzen tutturamıyorum. Sabah namazlarını sürekli uykuda karşılıyorum. Sâir ibadetleri yapasım gelmiyor, yapsam da lezzet alamıyorum. Aylardır Kuran-ı Kerim okumadım, okumak içimden gelmiyor. Haramlara düşünce sonrasında üzülüyorum ama bir türlü uzaklaşamıyorum? Evrad-ü ezkârımdan feyz alamıyorum vb. şeklindeki kaygılı ifadeler, gâfil kişinin hayatının çaresiz sorgularını teşkil ediyor.

 O halde bu hastalığı önce tanıyıp, günah terazisindeki ağırlığını da tartarak, meselenin ciddiyetini anladıktan sonra da, reçetedeki ilaçlarını öğrenip tedavisini uygulamaya giden bu süreci arzu ifadeye çalışalım.

 Gaflet: Cenab-ı Hakk'a itaat ve ibadeti, hakikaten ya da ruhen terk edip, mâlâyanî şeylerle meşgul olmak, nefsine ve hevasına tâbi olmak suretiyle Allah’ü Teâlâ’yı ve ahireti unutmak anlamına gelir.

 Kişi gafleti sebebiyle Allah’ü Teâlâ’yı unuttuğu zaman, Allah’ü Teâlâ’nın da kendisini unutacağını Kur’an-ı Kerim şöyle ifade eder.

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰیهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

 

“Allah’ü Teâlâ’yı unutmuş, Allah’ü Teâlâ’nın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! Onlar, fasık kimselerdir.” (Haşr-19)

 Cenab-ı Hak manevi bir sarhoşluk neticesinde emir ve yasaklarını unutarak nefsinin esiri olmuş kimselere misliyle muamele ediyor ve o kişiyi unutuyor? İşte bu, en büyük tehdittir! Aslında bu, bir anlamda insanın şah damarının kesilmesinden farksızdır. İnsanın Allah (c.c.) tarafından yok farz edilmesi nasıl bir şey olurdu, bunu düşünmek dahî ürperticidir? Cenab-ı Hakkın rahmetinin, bereketinin, mağfiretinin ve yardımının olmadığı bir hayat, insanı esfeli safiline kadar götürür.

 Gaflet nasıl oluşur?

 Evlerde zulmaniyet levhası televizyon, asrımızın nemrutu internet, ve şeytanlaşmış insanların cirit attığı sosyal çevrenin etkisiyle ve şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi fıtrî temâyüller ile kısacası mâlâyanî ile meşgul oldukça kişi Allahtan uzaklaşır. Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem bu meyanda şöyle buyurmaktadır. “Kulun Allahtan uzaklaştığına alamet, mâlâyanî ile meşgul olmasıdır.”

 

İşte kişi, mâlâyanî ile iştigal neticesinde günahı kolay işlemeye alışır. Günaha dalma kronikleşir. Her günah kalbinde siyah bir nokta oluşturur ve bu birikim neticesinde kalp katılaşır. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Mübininde, kalpleri bu şekilde katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Buyurmaktadır.

(فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ)

Katılaşan kalp günah ağıyla perdelenir, kararır ve hak ile batılı ayıran basiret nuru, perdeler ardında kalır. Basiret nuru söndüğü içinde zihin uyuşur ve akıl örtülür. Neticesinde de kişi kalp ve ruh hafızasını yitirir. Böylece kalbin, ruhun, aklın irade ve otoritesi nefsin eline geçer. Sonrasında nefis ve şeytan ortalıkta cirit atmaya başlar ve kişiyi oyuncağı haline getirir. Programlanmış bir bilgisayar yazılımı gibi isteklerini kalp üzerinde tıkır tıkır işletirler.

 

Bir hükümdarın her şeyi unutarak pis sokaklara düştüğünü hayal edin. Üstü başı perişan, bir kuru ekmekle açlığını bastırmak için, insanlara el açıp yalvarıyor. Ayaklar altına alınıp alay ediliyor ve hakarete uğruyor. Bir zamanlar o ülkenin hükümdarı olduğundan bi haber şekilde ortalıkta rezilce dolaşıyor.

İşte kalp ve ruh da beden ülkesinin hükümdarıdır. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan, Cenab-ı Hakkın kâinattaki halifesi olan insan, gafleti sebebiyle, “Ben kâinatta hiçbir yere sığmam, ancak Mümin kulumun kalbine sığarım.” Buyurduğu bu paha biçilmez kalp hazinesini uyuşukluğu ile heder ve zayi etmiş olur.

 Bu uyuşukluk ve şuursuzluk içinde insan kendisini kuşatan ve bekleyen gerçeklerin farkına varamaz.

 Bu nedenle gaflet halindeki insanlar görebilme, duyabilme gibi duyulara sahip olmalarına rağmen, gördüklerini ve duyduklarını değerlendirme, muhakeme etme yeteneğini kaybetmişlerdir. Tıpkı emekleyen bebekler gibi, bir uçurumun yanındayken bile tehlikeyi sezemediğinden oradan aşağı emeklemeye devam edebilir.

İşte; bakmak ama görememek, duymak ama anlayamamak, bilmek ama şuuruna varmamak, öğrenmek ama künhüne vakıf olamamak kavramlarıyla vasıflanmış bu kişileri Cenab-ı Hak Kur’anı Kerimde şöyle ifade eder.

 وَلَقَدْ ذَرَاْنَا لِجَهَنَّمَ كَثٖيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا اُولٰئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ اُولٰئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ 

“İnsanların ve cinlerin birçoğunu Cehennem için yarattık, onların öyle kalpleri vardır ki onlarla duymazlar, öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki onlarla işitmezler, işte bunlar hayvanlar gibi, hattâ daha şaşkındırlar, Bunlar da gâfillerin ta kendileridir.” (Araf Suresi-179)

 İmam-ı Rabbani Hz.leri de gâfil kimseleri birçok mektubunda tavşan uykusuna yatmış kimseler olarak ifade etmektedir. “Bu tavşan uykusu ne zamana kadar sürecek? Bütünüyle, bu gaflet pamuğu ne zamana kadar kulakta kalacak?” şeklinde evlatlarına sürekli ikazda bulunmuştur. Tavşanın göz kapakları yoktur ve gözü açık olarak uyur. Dışardan bakıldığı zaman uyuduğunu fark edemezsiniz. İşte gâfil insanlarda dışardan bakıldığı zaman belki normal şekilde kulluğunu yerine getiren birisi olarak görünmesine rağmen, iç âleminde tamamen uyku ve gaflet halindedir. İbadetlerde esas olan huşu ile en ufak ilgisi yoktur.

 Gaflet, kulun başına gelecek en büyük tehlikedir!

 Günah işleyen kimse tövbe ederse Allahü Tealâ affedebilir. Dönüş yaparak Evliyalığa kadar giden bir yol takip edebilir. Ancak gâfil kimse, mevcut halindeki tehlikenin büyüklüğünden ve de bu halinin günahına tövbe etmesi gerektiğinden bile gâfil olduğu için o günahı işlemesinden daha kötü bir haldedir. Bu yüzden gaflet en büyük tehlike olarak ifade edilir!

 

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) buyur­dular ki: "Allahü Teâlâ’nın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü Teâlâ’dan bir an gâfil olmak (bir an O´nu unutmak) Cehennem ate­şinden daha şiddetlidir."

 

Haris el-Muhasibi Kuddise Sirrûh buyuruyor ki; “Kalbin Allah’ü Teâlâ’tan gâfil kalması bir kul için bela ve musibetlerin en büyüğüdür.”

 Gâfil kimsenin ibadet hayatına dair birkaç misal verecek olursak;

Duâ ederken yalnız kendisine duâ edip, ana babasına ve diğer Müslümanlara duâ etmemesi, Kur’an-ı Ke­rîm okumayı bildiği halde her gün en azından yüz âyet okumaması, namaz için iki metre ilerdeki odada sarık varken üşengeçliğinden takmaması, sahur için kalktığı halde teheccüd namazını kılmaması, namaz tesbihini, yemek duasını sürekli ihmal etmesi, kabristandan geçtiği halde mevtâlara selâm vermemesi, bir yerde yalnız olarak yaşı­yorsa, Cumâ günü şehre geldiği halde Cumâ namazı kılmaması, Sohbet için bir hoca geldiği halde, onun ilminden hiç istifâde etme­mesi, bir tanı­dığı kendisini dâvet ettiği halde dâvetine gitmemesi, gençlik çağı büyük bir fırsat olduğu halde o zamanını boşa geçirmesi, kendisi tok ve komşu­sunun aç olduğunu bildiği halde, ona bir şeyler vermemesi vb. zikredilebilir.

 Gafletin en büyük ilacı Zikirdir!

 Gafletin zıddı ve panzehiri zikirdir. Kur'ân-ı Kerîm'de maddî ve manevî menfaatlerini bilen insanlara "zâkir" ve "ehl-i zikir", bundan habersiz olanlara da "gâfil" denilmiştir. Kur’an’da genellikle Allah’ü Teâlâ’yı anmak, O’nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarına kullanılır.

 

Zikir ya lisânen olur. Bu, zikri cehrî diyede ifade edilen Hak Teâlâ'nın mübarek isimlerinden birini veya bir kaçını lisan ile söylemektir. Allah... Allah... denilmesi gibi. Ya bedenen olur. Bu da namaz, oruç gibi ibâdetleri ifa etmektir.

 Veya kalben olur. Bu da: Allahu Teâlâ'nın varlığını, kudret ve azametini düşünüp ruhi bir neş'eyi gerekli usuller neticesinde feyz yoluyla elde etmektir.

 Dikkat edilirse zikir bütün ibadetleri bünyesinde toplayan şemsiye bir ifadedir. Dua etmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak, hacdaki menâsik ve akla gelebilecek başka ibadetler hep bu şemsiyenin altına girer. Burada önemli olan usule riayet ederek, yüzeysellikten kaçınmaktır.

Ayette de ifade edildiği üzere kalpler ancak Allah’ü Teâlâ’yı zikir ile mutmain olur, sükûnete erer.

 اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

 

Âgâh ve mütenebbih olunuz, Ancak Allah’ü Teâlâ’yı zikirle kalpler mutmain olur.”(Rad28)

  Zikirdeki huşunun nasıl temin edileceğini yine Kur’ân-ı Kerîmde Cenab-ı Hak şöyle tarif eder.

 وَاذْكُرْ رَبَّكَ فٖى نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخٖيفَةًوَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلٖينَ

 

“Rabbini, içinden, yalvararak ve O’ndan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gâfillerden olma!”(A’râf, 205)

 Zikir için zaman, mekân ve pozisyon ayırımı yapılmadan âdeta sınır konmamıştır. Bu hususta Kur’an-ı Kerimde:

اَلَّذٖينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ

Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ü Teâlâ’yı anarlar.” (A.İmran191)

Öyle olması gayet tabiîdir, çünkü perdeleri kaldırarak sonsuzla irtibat kurmanın en ideal şekli zikirdir. Zikrin özelliklerinden biri de mütekabiliyet sırrıdır, yani ona zikirle mukabele ediliyor olmasıdır. Yüce Allah “Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara Sûresi, 2/152) buyurmuştur.

 İnsan vücudu zikir ya da gafletten hâlî değildir. Zikri ihmal ettiğinde, şeytan bir anda çepeçevre sarar. Bu husus Kuran-ı Kerimde şöyle ifade edilir.

 

وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرٖينٌ وَاِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبٖيلِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ

 “Kim Rahmân (olan Allah’ü Teâlâ’yı) zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.”(Zuhruf, 36-37)

Zikir, kalbi şeytanın vesvesesinden ve hâkimiyetinden kurtarır. Yüce Allah şeytanı, "hannâs" sıfatıyla tanıtmıştır. Hannas, "sinsi, korkak, boş bulunca dalan, karşı durunca kaçan" demektir. Şeytan kalbi boş bulunca dalar, kalp zikre geçince hemen kaçar. Zikir devam ettiği sürece şeytan kalbe yol bulamaz. Kalbe girmek ister fakat zikrin nuru onu yakar ve zikrin nurundan çarpılır. Aynen bazı insanların kendisine yanaşan şeytana çarpıldığı gibi. Diğer şeytanlar onun başına toplanıp, "Buna ne oldu?" diye sorarlar; "Onu insan çarptı" denir.[1]

 

Bilhassa namazın, insanı gafletten alıkoyan tesiri büyüktür. Zîra namaz, bir zikirdir. Gaflet hâli ise, zikirle aslâ bağdaşmaz. Namazın bu özelliğinden dolayı Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:

اَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْرٖى

Beni anmak için namaz kıl!”(Tâhâ, 14) Nimetullahi Nahcuvani Hz. leri bu ayeti şöyle tefsir eder: “Namazla bana zikir ve şükür edebilmen için,bütün azalarınla beraber namaz kıl.”

 Bir de yapılan ibadetlerin farkında olmamak, bir nevi âdet yerini bulsun diye yapmakta gafletin alametlerindendir. Kime ve niçin ibadet edilmekte, hangi keyfiyet ve derinliğe ihtiyaç bulunmakta, okunan âyet ve tesbihler ne anlam taşımakta, secde ile kime ve ne derecede yaklaşılmakta, sadaka önce kimin eline ulaşmakta, namazın sonunda sağa-sola niye selam verilmekte…

Eğer bu soruların cevabı gereğine uygun verilemiyor ve uygulanamıyorsa ibadetlerimizde ciddi bir gafletimiz var demektir. Ve yine niyetsiz, gaflet haliyle yapılan fiil ibadet bile olsa kişiye sevap kazandırmaz.

 Bu manada gelen bir hadisi şerif şöyledir. “Evine, camiye rastgele sağ ayakla giren kimse, gafletle girdiği için sevap alamaz. Sünnet olduğunu düşünerek sağ ayakla girerse sevap alır.”

 Uykuyu kişi murat ettiği zaman; niyeti; ibadetin edasında gelecek tembelliği atmak olur ise, o uyku bu niyetle aynen ibadet olur. Bu uyku devam ettiği süre; o kimse taatta gibi sayılır. Çünkü, taatın edası niyeti ile uyumaktadır.

 

Tövbeyi ve nafile ibadetleri rütin hale getirmek lazımdır!

 Kirli bir kovanda arının durmadığı gibi isyan ile kirlenmiş kalbe de de zikrin tesiri olmaz. O halde önce tevbe ve istiğfarlar ile kalbin temizlenmesi lazımdır. Bu meyanda, en büyük istiğfar olan ve bedenle yapılan tesbih namazına aşık olmalıdır. Geceleri belli miktarlarda uyanık geçirerek feyz ve bereketinden is­ti­fâ­de et­mek îcâb eder.

Özellikle teheccüd namazları ile ve gözyaşıyla Rabbül Âlemine iltica etmelidir.

 Kur’an-ı Kerimi düzenli olarak okumayı prensip edinmelidir.

Peygamberimiz (s.a.v) “Demir paslandığı gibi insanların kalpleri de paslanır.” Bunun cilâsı nedir ya Rasulallah? diye sual buyrulunca “ Kalbin cilâsı Zikrullah ve Hz. Kur’an-ı okumaktır.” buyururlar.

 Kur’ân-ı Kerîm’in kalbdeki mânevî hastalıklara şifâ olduğunu âyet-i kerîme şöyle beyân etmektedir:

 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَلَا يَزٖيدُ الظَّالِمٖينَ اِلَّا خَسَارًا

 Biz Kur’ân’dan, öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyânını artırır.”(İsrâ-82)

Hayatın her anında gaflet tehlikesine karşı kalbi muhafaza etmelidir.

 Mü’min, zâhiren ve bedeniyle halk ile bâtınen ve ruhuyla Hak ile olmalıdır. Hakk'a âşık insanın işiyle, gücüyle, mesleğiyle, sanatıyla, ailesiyle meşgul olması, çalışması, çabalaması ruhen ve kalben Hak'la beraber olmasına engel değildir. Yüce Allah kalbi uyanık ve kendisine bağlı kullarını şöyle övmüştür:

 "Onlar öyle er kişilerdir ki herhangi bir ticaret ve alışveriş kendilerini Allah’ü Teâlâ’yı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar."[2]

  Şahı Nakşibend k.s. , bu hususa örnek olan bir dervişten şöyle bahseder. “Mina pazarında bir tacir gördüm; elli bin dinara yakın bir ticaret işi yaptı. Ama, Sübhan Hak'tan bir lahza kalbi gaflete dalmadı.” (33. mektup)

 Gâfillerin bulunduğu çarşı vb. yerlerde , üzerine gafletin bulaşmasına mani olmak icap eder.

 İnsanların çoğunun gaflette bulunduğu ve alışveriş ile meşgul olduğu çarşı ve pazarlarda gafletin kendisine sirayet etmemesi için, Rabb'ini zikretmeye önem vermelidir. Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem bunun önemine işaret ederek şöyle buyurmuştur:

 "Kim çarşıya girince 'Lâ ilâhe illailahüvahdehu lâ şerike leh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdüyuhyî ve yümitü ve hüve hayyün lâ yemûtübi-yedihi'l-hayr ve hüve alâ külli şeyin kadir' duasını okursa Allah ona bir milyon sevap yazar, onun bir milyon günahını affeder ve mertebesini bir milyon derece yüceltir."[3]

 Muhaddisler bu hadis-i şerife hayran kalmışlardır. Muhammed b. Vâsi Radiyallahü Anh ve Ibn Ömer Radiyallahü Anh, sırf yüce Allah’ü Teâlâ’yı zikrederek bu fazileti elde etmek için pazar yerlerine girerlerdi. Diğer bir hadiste şöyle buyrulmuştur:

 "Gâfillerin arasında Allah’ü Teâlâ’yı zikreden kişi, savaştan kaçanlar arasında sebat edip savaşan kimse gibidir."[4]

 Hasan-ı Basrî Kuddise Sirrûh, çarşı pazarlarda Allah’ü Teâlâ’yı zikredenler hakkında şöyle der: "Onlar kıyamet günü, yüzlerinde dolunayın parlaklığı gibi bir aydınlık ile ve güneş gibi bir güzellik içinde gelirler. Çarşı ve pazarlarda istiğfarda bulunan kimselerin, orada bulunanların sayısınca günahları affedilir."[5]

 Gâfiller ile ünsiyetten de şiddetle sakınmalıdır.

Sâlih insanlardan gönüllere huzûr ve ferahlık aksettiği gibi, gâfil kimselerden de huzursuzluk ve kasvet akseder. Bu bakımdan gönül erbâbı, hallerini muhâfaza için mümkün olduğu kadar gâfillerden uzak durmalı; sâlih, mâneviyatlı kimselerle ülfet etmeli ve onların meclislerinde bulunmalıdır. Sahâbe-i Kirâm’ın, ümmetin en faziletlileri olmasının sebebi de Allâh Rasûlü’nün sohbetinde bulunup, O’nun feyzinden nasîb almalarıdır. Ce­nâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur: (Tevbe-119)

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖينَ

Ey îmân edenler! Allâh’tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!

 Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem de sâdıklarla berâber olmanın ehemmiyetini şu misâlle ne güzel ifâde buyurur: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sâhibi ya sana kokusundan ikrâm eder veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, o, ya senin bedenini veya elbiseni yakar, yahut da oradan sana pis koku sirâyet eder.”(Buhârî, Buyû, 38)

 Hazret-i Dâvûd (a.s.) Cenâb-ı Hakk’a zaman zaman şöyle ilticâ ederdi:

 “Allahım, beni gâfillerin meclîsine yönelmiş görürsen, daha oraya varmadan ayaklarımı kır ki, onların yanına gidemeyeyim. Böyle yapman, benim için büyük bir lütuf olur.”

 Gaflet hâlinin sadece insandan değil, eşyasından bile sirâyet ettiğini gösteren şu kıssa bile ne kadar ibrete şâyandır.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri birgün, içinde bir huzursuzluk hâli hissetmiş ve bir türlü kendisini bu halden kurtaramamıştı. Meclisinde bulunanlara:

“-Hele bir bakın, aramızda yabancı biri var mı?” dedi. Araştırdılar, kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezîd-i Bistâmî israr etti: “-Hele iyi araştırın! Asâların olduğu yere de bakın!” dedi. Tekrar araştırdılar ve gâfil birinin asâsını buldular. O asâyı dışarı çıkardılar; Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin gönül huzûru da yerine geldi.

 Her nefeste dahî gafletten uzak durmak

 Abdülhâlik-ı Gucdüvânî Kuddise Sirrûh, ehli tasavvufta olması gereken on bir görevden bahseder. Bunlardan biri de hûş der-dem, yani alınan her nefeste gafletten uzak olmaktır.

 Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem de bu hususta; “Allâhümme lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin.” duâsını çok okurlardı. Manâsı: “Allâh’ım göz açıp kapayıncaya kadar (bile) beni nefsime bırakma!”

 Ehli maneviyat, hiçbir nefesini Allah’ü Teâlâ’tan gâfil geçirmez. Her an Allah’ü Teâlâ’nın huzurunda olduğunu bilir. Çünkü nefesi gafletten koruyabilmenin neticesi, insanı yüce Allah’ü Teâlâ’ya karşı kalp huzuruna kavuşturur ki bu işin sırrı da alınan ve verilen nefeste taat üzere olmaya bağlıdır. Zaten huzurla alınıp verilen her nefes canlıdır, yüce Allah’ü Teâlâ’ya ulaşır. Gafletle alınıp verilen nefes ise ölü olup Allah’ü Teâlâ’ya ulaşamaz.

 

Hâce Ubeydullah Ahrâr Kuddise Sirrûh şunu söylerdi: Bu yolda, sâlikin nefesine çok dikkat etmesi gerekir. Bu yolda, nefesini korumayan için, "nefsini (kendini) kaybetti" denir. Böyle bir söze sebep olmak ise iyi değildir.

Şah-ı Nakşibend Kuddise Sirrûh ise şöyle derdi:

 “Bizim terbiye yolumuz, nefeslere varana kadar her anını uyanık geçirme üzerine kurulmuştur. Uyanık sûfî, iki nefes arasını bile zikirle geçirir.”

 Ölümü hatırlamakta gafleti def eder.

Gaflet perdesini yırtan en etkili şeylerden biri de ölümü hatırlamatır. Onun için Efendimiz “Lezzetleri yakıp yıkan ölümü çokça zikredin. Sana Vaaz olarak ölüm yeter.” buyurmuştur.

Ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesareti azaltır. O yüzden ara ara cenaze programlarına iştirak etmeli, bazen sakin bir ortamda kendi öldüğünü ve toprağa gömülene kadarki sürecini düşünerek acizliğini ve çaresizliğini görmelidir.

 Gafletle yapılan yemeği yemekle de huzursuzluk ve bereketsizlik olur, ibadete sirayet eder.

 Kişinin yediği yemek 40 gün kalbi etkiler. O yüzden yediklerinin helal olmasına dikkat edilmezse, yemek pişirirken, hazırlarken ve yerken gafletli olunursa, o yemekle beslenen bedenden de gafletli işler çıkmasına sebep olur. Helâl gıdâ, bünyeye feyz ve rûhâniyet verirken haram ve şüpheli gıdâlar ise kasvet verir.

 

Yemek pişirirken öfkelenmek, kötü sözler sarf etmek, dinlemek ya da inkârcıların pişirdiği yemeği yemek kalbi olumsuz etkiler.

Hace Ubeydullah Ahrar Kuddise Sirrûh buyuruyor ki, “Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kimsenin gönlünde zulmet ve gaflet meydana gelir.” Buyuruyor.

Eğer sunulan yemeği yememek fitneye, kalp kırılmalarına sebep olacaksa ya da yemek gerekiyorsa, yiyeceklere bir Fatiha ve üç İhlas okunarak yenmesinin, yemeğin manevi zararını kaldıracağı ümit edilir. Ayrıca yemeği hazırlama, pişirme hatta yeme esnasında abdestli bulunmak da kişiyi gafletten korur.

 Yemek yerken de sünnet üzere hareket etmeli, acıkmadan yememeli ve doymadan da kalkmalıdır. Zira mide dolu olunca, kalbi gaflet basar.

 Allahü Teâlâ,örümcek ağı gibi kalbi ve ruhu saran, en diri gönüllere bile kezzap gibi bulaşan şu gaflet illetinden, sâdatların himmet ve bereketiyle bizleri muhafaza eylesin! iki nefes arasını dahi zikirle, fikirle, şükürle geçiren uyanık kullarından eylesin.  Âmin

 Kemal Ekrem Soylu- incemeseleler.com

  [1]Kuşeyrî, Risâle, s. 225.

 [2]Nûr 24/37

 [3]Tirmizî, Daavât, 36 (nr. 3428); IbnMâce, Ticârât, 40 (nr. 2235).

 [4]Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr. nr. 9797; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1/371 (nr. 1344).

[5]EbûTâlib el-Mekkî, Kûtü'l-Kulûb, 2/265; Gazâlî, IhyâüUlumi'd-Din, 2/803.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis