Ölümü çocuklara nasıl anlatmalı?
Ölümü çocuklara nasıl anlatmalı?
Ölüm
meselesini çocuklara en doğru biçimde anlatmanın yolu biz büyüklerin onu en
doğru biçimde anlamamızdan geçer.
Deprem
sonrası, birçok kişi pek çok konuda yığınla şey söyledi. Ama her meselede
olduğu gibi bu meselede de, atlanan, gözden kaçan, hiç değinilmeyen mevzular
kaldı. Bu kapısı açılmadık konuların içinde en önemlisi de, bütün hayatı koca
bir oyun gibi gören çocukların, bir anda gerçek hayatın en gerçek yüzüyle burun
buruna gelmeleri oldu. Çocuklar bu büyük depremden sonra, annelerini,
babalarını, kardeşlerini, sokakta birlikte oynadıkları arkadaşlarını ölümün
alıp götürüşünü gördüler. Enkaz altlarından ölü insanların çıkarılışını
izlediler, harabe sokaklarda, eski oyun günlerinin izini ararken daha önce hiç
tanışmadıkları ceset kokularını duydular. Ölüm, bütün çıplaklığıyla karşılarına
çıktı. Büyükler kendi dertlerine düşmüş olmanın verdiği telâşla, çocukların bu
ölümle ilk ve yoğun karşılaşmalarının ardından, onlara ne gibi açıklamalarda
bulunulması gerektiğini, teselliye muhtaç küçük kalplerin nasıl teskin
edileceğini düşünmeye bu konuda gerçek ve işe yarar açıklamalar yapmaya gerek
duymadılar.
Deprem
sonrası ilerleyen günlerle birlikte, bu konuda bazı yazılar yazıldı. Meselâ
tanınmış bir yazar ölümü kendi dünyasında çözememiş bir insan çaresizliğiyle
meseleyi farkediyor ama; “4 yaşında bir çocuk babası olarak bu türden hassas
konularda daha ‘yerel’ ve ‘gerçekci’ çözüm ve önerileri beklediğini” itiraf
ediyordu. Evet bu itiraf ölüm meselesini, bütün gerçekliğiyle birlikte
kuşatamamış ve kucaklayamamış birinin çaresizliği idi. İslâmiyetin ahiret
inancından uzak kalmışlığın, inanamamışlığın kaydı idi.
Batı
dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyetin
her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan
bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.
Bu
eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur.
Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince
acıkması için beklemiştir. Ancak aradan 2 gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına
bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız
ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:
—Ne
olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.
Annesi,
neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne
hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel
şöyle bir konuşma geçmiştir.
—Baba,
niçin yemek yiyoruz?
—Büyümek
için.
—Büyüyünce
ne olacak?
—İhtiyarlıyacağız.
—Peki
ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?
—Ne
olacak, herkes gibi biz de öleceğiz...
O
günden sonra çocuk, yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek
yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem,
büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir. Tabii
kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu
sebeple O'nun da yememesi için, yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi
naklederek okuyucularına "Demek ki, çocuklara anlaşılması zor olan ölüm ve
âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir
başkasına göz atalım.
Doktor
D. Freundin de, Readers Diegest adlı derginin bir sayısında "Çocuklara
ölümden bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu
tavsiyelerde bulunur: "Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya
daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate
çıktığını söylersiniz" diyor.
Ancak
birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve
birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen
âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük
şeklinde birçok soru soruluyor. Doktorun cevaben yazdığı yazı ise; "Bu
meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.
İşte
bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhî esaslardan habersizliğin
ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nev'inin yarısını
teşkil eden çocuklar ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca
yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen
ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve her vakit etrafında kendi gibi
çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına,
ancak ebedî hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor
değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım
tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir
programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır. Aydınlık ve karanlığın birbirini
takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları, ölüm ve
hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi
ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir. Bize düşen
ise, en iyi ve gerçekçi telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri
gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm
şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım.
"Henüz
5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve herşeyin
canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan
testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.”
Çocuklara
gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm
fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına
yansımasına sebep olur.
Pedagog
ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok
sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun
ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu
döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm
düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu
dönemdeki çocukların çoğu, ölümü bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak
kesilmesi şeklinde benimserler. Ünlü bir pedagog olan Carlos Costanetana'ya
göre; çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede
tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı
tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olmağa hak
kazanmış demektir.
Hiç
şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda, mantık ölçülerine sığmayan
tecrübe ve buluşlara da rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir
araya geldiğinde, şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo
oluşmaktadır.
Başta
zikrettiğimiz iki örnekte olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye
çalışmak kime ne kazandırır? Aslında, bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin
dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve
bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz,
araştırmaz?
Eğer
siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!... Sönmek değil!... "
hakikatını ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu
anlatamazsanız çocuğun, küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta olduğu
basit bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer
âhireti bilmezse, hergün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir
yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?
Halbuki
ruhu, "Cennet ve ahiret inancının" nuruyla aydınlanan bir çocuğun
yüzündeki acı ve keder sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım
veya kardeşim öldü, ama Cennetin bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar.
Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. İleride yine onlarla beraber
olacağım. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir yer, bir oda
değişikliğinden ibarettir" düşüncesi şuur ve hislerine yansıyınca,
gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.
Yazımızı
Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiyesiyle
bitirelim: “Çocuklar ölümle, çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten
sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek, onlar için çoğu zaman yatıştırıcı
olur... Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile
getirmişti: Dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla
oynuyor!..”
A.
Yörükoğlu’nun, çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son
tavsiyesi; “Onların sevdiği kişilerle, bir öte dünyada buluşmak ümidini
kırmayın” şeklindedir. (Çocuk ve Ruh Sağlığı, İş Bankası Yay. Shf. 194)
Son
olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara en doğru biçimde
anlatmanın yolu biz büyüklerin onu en doğru biçimde anlamamızdan geçer.
ALINTI
Yorumlar
Yorum Gönder