Ey Allah’ü Teâlâ’nın Kulları! Kardeş Olun!
Ey Allah’ü Teâlâ’nın Kulları! Kardeş Olun!
İslâm,
kendi toplumsal yapısının esasına kardeşliği koyar. Kardeşliği ise sadece
hukukî bir olgu olarak değil, imanî bir olgu olarak değerlendirir. Kişi imana eriştiğinde eğer aynı ana rahmini
paylaştığı kimse imana erişmemişse iman onların rahim bağını anlamsız
kılar. Müslümanın Müslümana kardeş
olması demek, son tahlilde, kardeşini kendisine tercih etmesi (isâr) demektir.
İnsanlar
Allah’ü Teâlâ’nın kullarıdırlar; imana eriştiklerinde kardeş olurlar. Diğer bir
deyişle; iman, onları ‘kardeş’ oldurur. Bu anlamda kardeş olmak, bir şuur ve
irade halidir. İnsan bu hali doğuştan getirmez. Doğuştan, tabiattan gelen
kardeşlik (karındaşlık) şuur ve irade gerektirmez, zorunludur. Kişi imana
eriştiğinde eğer aynı ana rahmini paylaştığı kimse imana erişmemişse iman
onların rahim bağını anlamsız kılar. Nuh (as) ile oğlunun bağını anlamsız
kıldığı gibi: “O senin ailenden değildir.” (Hud: 46) Bedir’de, Uhud’da karşı
karşıya gelen mü’min ve müşrik kardeşler (!) gibi.
Kardeşliği
bir şuur ve irade hali kılan şey imanın bizatihi kendisidir. Bu açıdan
Müslümanlar arasındaki kardeşlik, akide temeline dayanan bir kardeşliktir. Zira
Allah’ü Teâlâ Hucurat Suresinin meşhur 10. ayetinde “Mü’minler ancak
kardeştirler” yahut “ancak mü’minler kardeştirler” buyurarak bu durumu açıkça
ifade eder. Diğer taraftan bu durum bize şunu da gösterir ki kişi ile imana
dair meseleler arasında kurulması gereken bağlardan biri ve belki en önde
gelenlerinden birisi kardeşlik bağıdır. Onun içindir ki Kur’an’ın pek çok
yerinde ve Rasûlallah’ü Teâlâ’nın Sallallahü Aleyhi Vesellem sünnetinde bu bağa
işaret ediliş, kardeşliği pekiştiren her şey emredilmiş, zayıflatan ve kesen
her şey yasaklanmıştır.
İnsanı
bütün bağlardan azade kılarak özgürleştirmeyi (!) hedefleyen modern Batı
zihniyetinin en çok önem verdiği husus, insanın bireyselliğidir. Söz konusu
bireysellikle insanı her türlü saldırı karşısında yalnızlığa terk eden modernizm,
sonunda onu hevâ ve hevesinin oyuncağı ve şeytana teslim olmuş bir şekilde
bırakır. Günümüzde Müslümanlar olarak karşı karşıya kaldığımız bu büyük
tehlikeye, ancak Allah’ü Teâlâ’nın kurulmasını emrettiği bağları yeniden ve
daha sağlam kurarak direnebiliriz. Bu bağlar içerisinde en önemlisi kardeşlik
bağıdır. Kendi yaşadığı dönemde Müslümanları kardeşlik zemininde tek bir ümmet
haline getiren Rasulüllah (sav), Saadet Asrı diye nitelediğimiz örnek çağı bu
bilinçle mümkün olduğunu göstererek gerçekleştirmişti. O halde yeniden bize
Saadet Asrını yaşatacak olan da Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi Vesellem bu
örnekliği olacaktır. Biz bu örnekliğin temel prensiplerini onun sahih
sünnetinde bulmaktayız.
Rasulüllah
Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurdu ki: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona
zulmetmez. Onu teslim etmez. Her kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah’ü
Teâlâ da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir kardeşinin dünya sıkıntısını
giderirse Allah’ü Teâlâ da onun ahiret sıkıntısını giderir. Kim de kardeşinin
ayıbını örterse Allah’ü Teâlâ da kıyamet gününde onun ayıbını örter.” (Buharî,
mezalim, 3 ve Müslim, Birr, 32)
“Müslüman,
Müslümanın kardeşidir.”
Bu
söz Müslüman kimliğimizin varlık zeminidir. Müslümanlara bu sözün
perspektifinden bakmayan kimse varlık zeminin kaybetmiştir. Yine bu söz
Müslüman olabilmenin ve Müslüman kalabilmenin ön şartlarından birisini dile
getirir. Müslüman ismine haiz olabilmen için Müslümanı kardeş bilmen gerekir.
Müslümanın
Müslümana kardeş olması demek, son tahlilde, kardeşini kendisine tercih etmesi
(isâr) demektir.
Bu
kardeşlik aynı zamanda Müslümanlar arasındaki zaman ve mekâna dair tüm
sınırlamaları kaldırır. Buna binaen İslâm kendi toplumsal yapısının esasına
kardeşliği koyar. Kardeşliği ise sadece hukukî bir olgu olarak değil, imanî bir
olgu olarak -ki İslâm’ın temelinde imandan başka şey yoktur- değerlendirir.
Kardeşlik dediğimiz bu iman bağına dil, ırk, renk, vb. gibi hiçbir şey sınır
çizemez.
Rasûlallah’ü
Teâlâ’nın Sallallahü Aleyhi Vesellem Medine’ye hicretinde oluşturduğu İslâm
toplumu bunun en güzel örneğidir. Saadet Asrını örnek, vazgeçilmez ve aşılmaz
kılan ve onu ütopik olmaktan çıkarıp elle tutulur, gözle görülür bir gerçekliğe
kavuşturan da budur. Bu kardeşlikten yoksun oluşumuz bizi Saadet Asrından uzak
bir konuma atıyor. Aynı zamanda hem fertlerimiz hem de topluluklarımız arasında
çoğu bizden kaynaklanan aşılmaz sınırlar ortaya çıkarıyor. Fizikî sınırların
ötesinde psikolojik, kalbî, zihnî sınırlar da işin cabası.
“Ona
zulmetmez.”
Zulüm,
Allah’ü Teâlâ’nın asla kabul etmediği ve affetmeyeceği, ayrıca pislik olarak
nitelediği şirki tanımlarken kullandığı bir kavram olarak tevhid ehl-i
Müslümanlarla bir araya gelmeyecek, gelmemesi gereken bir kavram. Zulmün olduğu
her yerde Allah’ü Teâlâ’nın rızası bulunamaz. O halde Allah’ü Teâlâ’nın
rızasını kendileri için mutlak gaye edinen Müslümanların bütün boyutlarıyla
zulümden kaçınması, onların imanlarının boyunlarına yüklediği bir borçtur. Hem
pek çok ayet-i kerimede Müslümanlar zulümden sakındırılmışlar hem de Rasulüllah
Sallallahü Aleyhi Vesellem zulmün kıyamet günü kişiyi karanlıklara boğacağını,
dünyada işlenilen zulümlerin ahiret karanlıklarına sebebiyet vereceğini
bildirmiştir.
“Onu
teslim etmez.”
Yani;
şeytana teslim etmez... Müslüman, insanın en onulmaz düşmanı olan şeytana
kardeşini teslim etmez. Şeytanın saldırıları karşısında onu yalnız bırakmaz.
Kardeşini şeytanının adımlarını takip eder görünce ona arkasını dönüp “ne hali
varsa görsün” demez. Aksine ona daha fazla tutunur. Onu uyarır. Uyarmakla
yetinmez, ona engel olur. Şeytanın tuzaklarını ve hilelerini, vesvese ve
fısıldamalarını kardeşine anlatır, gösterir.
Yani;
nefsine teslim etmez... Müslüman, korunmayan kontrol edilemeyen, denetime açık
olmayan kendi başına kalmış nefislerin kişiye her daim kötülüğü emrettiğini
bilir. Bu durumdaki kardeşini nefsiyle baş başa bırakmaz. Kendi başına kalan
kimsenin nefsine esir olacağını bilir. Onu nefsine karşı korur. “Ne yapalım,
kendi tercihi” demez.
Yani;
zalime teslime etmez... Müslüman, kendi zulmetmediği kardeşini zalime de teslim
etmez. Bir Müslüman bir başka Müslümanı zalime nasıl teslim eder? Kendi gibi
düşünmeyen, kendi meşrebinden olmayan, kendi gidişatına uymayan Müslümanı,
zalimin eline bırakmak, kendi başının da belaya gireceği endişesiyle yahut
sahip olduklarını kaybetme ve zalimlerin hışmının üzerine çekme korkusuyla
kendini “ben onlardan değilim” diyerek beri kılmak, hatta “onlar aşırı gidiyorlar”
diyerek gücü elinde tutan zalimlere ihbar etmek, Müslümanı zalime teslim etmek
değil midir?
Biz
bu tavrı tarih boyunca çok kere müşahede ettik. Aynı zamanda şunu da müşahede
ettik ki kardeşini zalime teslim eden her ne kadar geçici bir süre kendini
zulümden kurtarmış, sahip olduklarını bir süre daha korumuş olsa da zamanı
gelince onlar da kendilerini zalimin hışmından kurtaramıyorlar. Meşhur ‘sarı
öküz’ hikayesi bu durum için en güzel bir darb-ı meseldir.
Yani;
dünyaya ve dünyalıklara teslim etmez… Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi
Vesellem tanımlamasıyla tatlı ve taze, cazip, hazır olan dünya, çoğu zaman bir
imtihanda olduğunu unutan Müslümanlar için korkunç bir girdap haline geliyor.
Kişi, kapıldığı girdabın baş döndürücü cazibesi karşısında kendinden geçiyor. Girdaba
gark oldukça ne yaptığını bilemez, etrafını göremez oluyor. Çekimin gücüne göre
ya kurtuluş umutlarını kaybediyor veya çoğu zaman olduğu gibi bir kurtuluş
ihtiyacı dahi duymuyor, kapıldığı akıntının olmaması gereken bir durum olduğunu
ve çıkışın burada bulunduğunu vehmediyor.
İster
bir Müslüman kardeşinin makam, mevki, mal, mülk, kadın gibi kişisel kapılmaları
olsun, ister topluluk, cemaat halinde kendilerine sunulan iktidar, çokluk,
tekâsür gibi dünyevî imkanlara kapılmaları olsun, bu durumlara seyirci kalmak,
kendi tercihleri deyip kenara çekilmek, yapacağı uyarı, nasihat vb. imkanlar
varken “ne halleri varsa görsünler” deyip el uzatmamak kardeşini dünyaya teslim
etmektir.
“Kim
kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah’ü Teâlâ da onun ihtiyacını karşılar.”
Yaşadığımız
dünya ihtiyaçlar dünyası. Kendi kendine yetmek, kimseye ve hiçbir şeye ihtiyaç
duymamak, el-Ganî olan Allah’ü Teâlâ’ya aittir. “Ben kimseye ve hiçbir şeye
muhtaç değilim” yaklaşımının eğer istiğnadan kaynaklanıyorsa kişiyi müstekbir
kılacağı gayet açıktır. Öte yandan bu ihtiyaçlar dünyası bizi, kimseye muhtaç
olmayıp herkesin kendisine muhtaç olduğu Allah’ü Teâlâ’ya yöneltiyor ve ondan
ihtiyaçlarımızın giderilmesini istiyor isek söz konusu hadis-i şerif bize bunu
yolunu gösteriyor: Kardeşinin ihtiyacını gider.
Hem
değil mi ki kardeşiz; o halde kardeşliğimizin en tabii ve zorunlu yansıması
olan kardeşimizin ihtiyacını gidermekten kaçınmak bizi nası kardeş kılar ve Allah’ü
Teâlâ’nın bize el uzatmasına vesile olur ki?
“Kim
bir kardeşinin dünya sıkıntısını giderirse Allah’ü Teâlâ da onun ahiret
sıkıntısını giderir.”
İslâm
bize derin ve yakîn bir ahiret bilinci aşılar. Bu bilinç ise bizi ahirete dair
endişe sahibi kılar. Ahiret endişesinin biz Müslümanlarda uyandırdığı en önemli
husus kurtuluş endişesidir. Hem kıyamet gününün sıkıntıları, hem hesap ve hem
de hesap sonrası varılacak yer, bilinç sahibi her Müslümanı korkutur. Tüm bu
sıkıntılardan kurtulma Rabbimizden istediğimiz en temel duadır. Ancak biz hem
Kur’an’dan hem de Allah’ü Teâlâ Rasûlü’nün sünnetinden öğreniyoruz ki, kavli
duaları fiili dualarla gerçekçi kılmak gerek.
Bu
çerçevede ahiret sıkıntısını giderecek en gerçekçi dua kardeşinin dünya
sıkıntısını gidermektir. Hem dünya sıkıntısına karşılık ahiret sıkıntısı, ne
büyük bir cömertlik… Bu cömertliğin farkına varmak için kardeş olduğumuzun
bilincinde olmak gerek. “Kardeşim” dediğin kimse sıkıntılar içince iken senin
rahatlığın sizi nasıl kardeş kılabilir ki? Hem bu kardeşlik ne işe yarar ki? Allah’ü
Teâlâ’nın senin ahiret sıkıntılarını gidermek için elinden gelen gayreti
göstermek ve seyirci kalmamak gerek.
“Kim
bir kardeşinin ayıbını örterse, Allah’ü Teâlâ da kıyamet günü onun ayıbını
örter.”
Ne
büyük müjde! Ayıplarının dökülüp saçılmasından utanan iffet sahibi Müslümanlar
için ne güzel müjde! Utanmayan için söze ne hacet? Şu dünya hayatında hangimiz
ayıplı değiliz ki? Bulunduğumuz bir yerde bir kardeşimizin bildiği bir
ayıbımızın dile getirilmesi bizi ne kadar üzer ve söylenebilecekken saklaması
bizi ne kadar ferahlatır? Saklandığında kişiliğimizin de korunduğunu görürüz.
Saklanmazsa kişiliğimize gelen halelden dolayı çoğu zaman beraberlik, kardeşlik
ortamlarımızı da terk ederiz. (Ki bu sebeple büyük bir hataya daha düşmüş
oluruz!)
Settar
olan Allah’ü Teâlâ’nın ayıplarımızı örtmesi ise daha büyük bir anlam ifade
eder. Yani Allah’ü Teâlâ senin ayıplarını görmezlikten gelip onları yok
sayıyor. Değil mi ki bu durum ahirette gerçekleşiyor ve bizim beraatımızı
hazırlıyor? O halde ne diye kardeş dediğim, kardeş bildiğim, kendisi
vesilesiyle kurtuluşa ereceğim Müslümanların ayıplarıyla yaşayayım? Üstelik
kendimde de onca ayıp varken…
Bir
parantez arası olarak, eğer kardeşimin ayıbı, kusuru başka kardeşlerime zarar
verecek ve onların haklarına ve şahsiyetlerine halel getirmeyecekse ahlâka ve
hukuka uygun olarak düzeltilmeli, haber verilmelidir.
Yeniden
Rasûlallah’ü Teâlâ’ya Sallallahü Aleyhi Vesellem kulak verelim:
“Ey
Allah’ü Teâlâ’nın kulları! Kardeş olun!”
Kurtuluş
hem dünyada hem de ahirette kardeş olmaktır.
Selâm
Sevgi ve Dua ile..
Dipnotlar:
1.
Hud: 46.
2.
Buharî, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 32.
Kaynak: https://ebeda.yetkin-forum.com
Yorumlar
Yorum Gönder