Şah-ı Nâkşibend’i Kuddise Sirrûhtan Hikmetli Sözler…
Şah-ı
Nâkşibend’i Kuddise Sirrûhtan Hikmetli Sözler…
· Sana
müjdeler olsun, seni bir mürşide gönderdiyse haberin olsun; Allah seni
seviyordur.
· Salih
amellerin ve hayırlı işlerin özü, huzurla yenen helâl lokmadır.
· Kalplerin
büyüklüğü aslında birdir; lâkin onlardaki marifetlerin büyüklüğü başka
başkadır.
· Kalbinde
bize karşı meyli olanlara muhabbet tohumu ekip gece gündüz onları terbiye etmek
bizim vazifemizdir. Bunun için uzakta olmak fark etmez.
· Mürşid,
tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tespit eder ve ona göre ilaç
verir.
· Gaflette,
öfkeyle veya başka kötü duygularla hazırlanmış yemekte hayır ve bereket olmaz.
Çünkü ona nefis ve şeytan karışmıştır.
· Nefis
daima pusudadır, kalbe saldırmak için fırsat kollar.
· Nefsinizi
daima töhmet altında tutun ve ona uymayın. Her kim bunu başarırsa Allah Teâlâ
ona salih amel işlemeyi nasip eder.
· yaşlarında iken, H. yılının
Rebiülevvel Pazartesi gecesi vefat etmişlerdir. Buharada arifler sarayı
manasına gelen Kasr- ı Arifan isimli köydeki kabirlerinin üstünden geçen rüzgâr
aldığı kokudan sarhoştur.
· Silsilede
emaneti zahiren Seyyid Emir Külal Hazretlerinden, batınen Abdülhalik Gücdevani
Hazretlerinden almıştır.
· Varis-
i taht- ı tarikat Şah- ı Alem Nakşibend veya pirimiz Seyyid Bahauddin Nakşbend
diye anılır.
· Bizim
yolumuz sohbettir. Celvette (halkla beraber olmakta) şöhret, şöhrette de afet
vardır. Hayır, cemaatle beraberdir.
· Tevhid
sırrına erişmek mümkün değildir, marifet sırrına erişmek mümkündür, ama çok
güç.
· Ben
hakkı aramaktaki azimi sebat ve irade kuvvetini, bir günahkârdan öğrendim. Günahkâr
varını yoğunu kaybettikten sonra yanındaki arkadaşının öğüdüne şu karşılığı
verdi: Ben kumarda başımı bile kaybedeceğini bilsem yine de ondan vazgeçmem.
Bu söz üzerine kalbime öyle bir gayret geldi ki hâlâ o gayreti muhafaza
ediyorum.
· Yola
yeni girişimde bütün konuşulanlara kulak verirdim. Eğer Allah'ı konuşuyorlarsa
içim açılır dinlerdim, değilse gam ve kedere batar uzaklaşırdım.
· Bu
yolda bana en büyük yardım zilletten oldu. Bizi bu kapıdan içeriye zillet
sanatımızdan dolayı andılar. Neye eriştimse bu sıfatımla eriştim.
· Biz
sevgiliye eriştirmeye vasıtayız. Yola düşenlere gerektir ki sonunda bizden
kesilip sevgiliye ulaşsınlar.
· Yirmi
yıldır rengim ve sıfatım yoktur. Biri beni bilmek isterse hala şu anda da
rengim ve sıfatım yoktur.
· Arifin
kalbi kadar geniş ve büyük başka hiçbir şey yoktur. Yerler ve gökler arifin
kalbine nispetle bir noktacık gibidir. Bu yöndendir ki Allah: Yerlere ve
Göklere sığmadım. Mü'min kulumun kalbine sığdım buyurdu.
· Âlem-
i kuds fezâsında uçabilmek için iki kanat lâzımdır. Biri, çok amel- i sâlih
işlemek, diğeri de kendini kusurlu görmek.
· Dâimâ
Allâh’ın Lâtîf sıfatına sarıl ve O’nun fazl u keremini taleb et! Sakın
amellerinin karşılığını bekleme! Kemâlât ve fazîlet olarak söz ve
davranışlarından her ne zuhûr ederse etsin, onu hiçlik deryâsına atıp unut!
Devamlı nefsinin kusurlarını gör!
Ubeydullah
Ahrâr Hazretleri anlatıyor:
· Bir
aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş
ve ona:
· Ebedî
kurtuluşumuz için ne yapalım? diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevâbı vermiş:
· Son
nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun! Yani, son nefeste
nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o
şekilde uyanık olunuz!
· Zikir
telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir
netice oluşması için amel etmek mürîde âittir.
· Zikirden
maksat; yalnızca Allah ve Lâ ilâhe illâllah demek değildir. Belki sebepten
müsebbibe (sebeplerin sebebi olan asıl fâile) gitmek ve nîmetlerin müsebbibden,
yani Cenâb- ı Hak’tan geldiğini görmektir.
· Zikrin
hakîkati, gaflet meydanından müşâhede fezâsına çıkmaktır.
· Yani
zikrin lâfızda kalmayıp kalbe intikal ederek davranışlara aksetmesi lâzımdır.
· Zikir,
gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde, sussan bile zikir hâlinde
olursun!
· Namazın
erkânı ve ezkârıyla meşgul olup ona tam olarak yönelmek lâzımdır. Bu,
mübtedîlerin / daha işin başında olanların durumuna göre değişir. Vudû (abdest)
namazında birçok ecirler olduğunu da unutma!
· Allah
Teâlâ, görülen, işitilen, hayâl edilen, düşünülen her şeyin dışındadır. (Kelime-
i tevhîddeki) Lâ (yoktur) ifâdesinin hakîkati, Allah Teâlâ’yı bu tür şeylerden
tenzih etmektir.
· Dünyevi
şeylere gönül bağlama!
· Zira
Cenâb- ı Hakk’ın sıfatlarından biri de Muhâlefetün li’l- havâdistir. Yani O,
yarattıklarına benzemekten münezzehtir.
· Her
durumda hukûka riâyet etmek, Hak yoluna sülûk edenlerin edeplerindendir. Onun
için maksud ve matlûba erişenler; hukuk ve âdâba riâyet etmekle erişmişlerdir.
· Mâsivâya,
yani kulu Allah’tan uzaklaştıran dünyevî şeylere gönül bağlamak, bu yolda
gidenler için en büyük gaflet perdesidir.
· İnsanların,
Hak Teâlâ’dan uzak düşmelerinin sebebi, kendilerini uzak tutmaları ve kendi
istekleriyle üzerlerine fazla dünya yükü almalarıdır. (Yani nefsânî
ihtiraslarının zebûnu olmalarıdır.) Yoksa feyz- i ilâhîde kusur yoktur.
· Bir
mevzuda gönül ehli ve aziz insanlara danışıp istişâre etmenin faydalarından
biri de şudur ki, eğer işin sonunda kararın doğru çıktığı anlaşılırsa enâniyete
kapılmaktan kurtulursun. Şayet kararın doğru olmadığı anlaşılırsa, kusur ve
noksanlığını anlar, yine enâniyete düşmezsin.
· Bu
yolun esâsı, kalbe yönelmektir. Kalp ile de Allah Teâlâ’ya yönelip O’nu çok
zikretmektir. Zira îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir, zihin ile tasdik
değildir. Yani zikrin kalbe yerleşerek davranışlara aksetmesi lâzımdır.
Neticede kul, her an ilâhî müşâhede altında bulunduğunun idrak ve şuuru içinde
olmalıdır.
· Yine
bu yolun esası, farz ve sünnetleri güzelce edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve
oturmada, işlerde ve âdetlerde îtidâl hâlinde olmaktır. Kalbi, kötü
düşüncelerden ve vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan üstâdın sohbetini
büyük bir nîmet bilmektir. Üstâdının huzûrunda da, gıyâbında da edebe riâyet
etmektir.
· Bu
yoldan maksat, Devamlı Allah Teâlâ’nın huzûrunda olmanın idrâki içinde
bulunabilmektir. Ashâb- ı kirâm zamanında buna ihsân denilmişti. Bu yolda
ilerlerken; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hâllere garkolmak, fenâ ve
bekāya ulaşmak, güzel ahlâk sahibi olmak gibi makamlar elde edilir.
· Helâl
lokma yemedikçe (mâneviyat yolunda) maksat hâsıl olmaz!
· Bizim
yolumuzda olan sâlikin, hangi makamda olduğunu bilmemesi lâzımdır ki bu bilgisi
ona perde olmasın, tevâzû ve hiçliğini devam ettirebilsin! Zira Makâmından râzı
olan kişi, kendi ilerleyişinin önüne perde çekmiş olur.
· Biz,
yüce devlete vuslat yolunda bir vâsıtayız. Bizden kopup Hakîkî Maksûd’a erişmek
gerekir.
· Yani
tâlip, fenâ mertebesine erişip Hak Teâlâ’nın bekāsına ârif olduktan sonra her
şeyden sıyrılmalıdır. Bu makam, kâmil ve mükemmiller makâmıdır… Bu makâma vâsıl
olan tâlip, faraza ebedî bir ömre nâil olsa bile, yine de mürşidinin kendi
üzerindeki terbiye nîmetinin şükrünü edâ etmeye muvaffak olamaz.
· Şâh-
ı Nakşibend Hazretleri mânevî hâlleri gizlemeye dâir, şu mânâya gelen beyti
sohbetlerinde sıkça okurlardı:
· İçten
(Hakk’a) âşinâ ol, dıştan ise habersiz gibi (davran)! Böyle güzel bir usûl,
cihanda az bulunur.
· Cömert
birinin evinde bulunan, onun ikramlarına nâil olur. Allah dostlarına hizmet
ederek onların gönüllerine girenin de hâli böyledir!
Yorumlar
Yorum Gönder