Büyük Bir Velinin Dilinden Allah Dostları


Büyük Bir Velinin Dilinden Allah Dostları

Kur’an ve sünnete ölümüne bağlıydılar.

Allah kendilerinden razı olsun, onlar, bir gölgenin sahibini takip ettiği gibi Kur’an ve sünneti takip ederlerdi. Onlara göre gerçek sûfi, ilim üzere ihlâsla amel eden kimseydi. Bu tarifin dışında kalanlara hakiki manada sufi ya da Allah dostu demezlerdi.

Onlar, bir adamın havada bağdaş kurup oturduğunu görseler buna hiç kıymet vermezlerdi. Onun edebine ve ameline bakarlardı. Ameli sünnete uyuyor ise yaklaşırlardı, yoksa uzaklaşırlardı.

Onlar, ilim ve amellerine riya ve gösteriş karıştırmaktan son derece korkarlardı. Yahya b. Muaz rahmetullahi aleyhe, “Bir kimsenin ihlâsa ulaştığının alameti nedir?” diye sorduklarında: “Süt emen çocuk gibi, kendisini övene de sevene de hiç aldırış etmeyip, işine, ibadetine devam etmesidir.” demiştir.
Büyük veli Fudayl b. İyaz kuddise sırruhunun şu sözü ne güzeldir: “İnsanlar görsün diye amel etmek riyadır. Yapman gereken bir ameli insanlardan çekinip terk etmen şirktir. İhlâs ise, Allah-u Teâlâ’nın seni bu iki halden kurtarmasıdır.”

Onlar, bir iyiliği emir veya kötülükten nehiy gibi dinen övülecek bir sebep yokken devlet adamlarının kapısını aşındırmazlardı. Bunu yapan kardeşlerini hoş görmezlerdi. Bir gün Tabiinin ileri gelenlerinden Ahnef b. Kays radıyallahu anh, zamanın halifesinin yanında bulunuyordu. Mecliste çok şey konuşuldu, Ahnef devamlı susuyordu. Halife ona dönüp, niçin konuşmadığını sorunca Ahnef: “Yalan söylesem Allah’tan korkuyorum. Doğruyu söylemeye senden çekiniyorum. Onun için susuyorum” cevabını verdi. Aslında bir yanlış yapılırken sükût etmek ve gücü varken müdahale etmemek insanı vebale sokar.

Sadece Allah için severlerdi

Onlar, içi dışına, sözü özüne, ameli düşüncesine uygun kimselerdi. Onların içleri dışlarından daha güzeldi. Göründüklerinden daha mükemmel bir ahlaka sahiptiler. Allah-u Teâlâ’nın kendilerini bilmesi ile yetinir, halktan bir şey beklemezlerdi. Çok yüksek hallerini insanlardan gizlerlerdi. Halkın içinde Hak ile beraber idiler. Ashaptan Zübeyr b. Avvam radıyallahu anh derdi ki: “Halktan gizlediğiniz bir takım kötülük ve kusurlarınız olduğu gibi, onlardan sakladığınız bazı hayırlı amelleriniz de bulunsun.”

Onlar, haksızlıklara sabırla göğüs gererlerdi. Kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıkları bağışlarlardı. Birisi onlara eziyet verince, önce kendilerinin Allah’a karşı bir suç işleyip işlemediklerine bakarlardı. Çoğu zaman kendilerinde gizli de olsa bir kusur bulur, onun için bu musibete uğradıklarını düşünür, derhal tevbe ve istiğfara sarılırlardı. Abdullah b. Mervan radıyallahu anh derdi ki: “Ey idarelerini üzerime aldığım cemaat, sizi insafa davet ediyorum. Sizler bizden, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi idareci olmamızı bekliyorsunuz. Fakat kendiniz onların cemaati gibi değilsiniz. Cenab-ı Hak’tan bizleri birbirimize yardımcı yapmasını diliyorum.”

Onların sevgileri de tepkileri de Allah içindi. Sadece Allah için gayrete gelirlerdi. Kimseyi dünyevi bir çıkar için sevmezlerdi. Kızmaları da Allah rızası içindi. Onlar, bu ahlakı İslam’ın en temel esası olarak görüyorlardı. Sevgide kalbin haline bakıyorlardı.

Sahabeden Abdullah b. Mesud radıyallahu anh derdi ki: “Bir kimseyle arkadaş olduğun zaman, kendisine seni ne kadar sevdiğini ve bu konuda ne kadar samimi olduğunu sorma. Sen onun hakkında gönlünde ne sakladığına bak. Onun için ne düşünüyorsan, onun da senin hakkında aynısını düşündüğünü bil.”

Onlar az gülerlerdi. Gülmeleri de tebessüm şeklindeydi. Dünya nimetlerinden dolayı sevinmezlerdi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin, “Vallahi, eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Yataklarınızda rahat yatamaz, dağlara çıkar, tamamen Allah’a yönelirdiniz” hadisini düşünür ve bir derece yaşarlardı. Sırat’ı geçip Cennet’e girmeden gülmenin gerçek olmayacağını düşünürlerdi.

Kurtuluşu tevbe ve zikirde ararlardı

Onlar, insanlara yük olmaktan ve birilerinin minneti altına girmekten son derece korkar ve sakınırlardı. Rivayet edildiğine göre, Lokman Aleyhisselam oğluna şu nasihatı yapmıştır: “Oğlum, ben çok ağır yükler, taş ve demirler taşıdım; fakat borçtan daha ağır bir şey görmedim. Nice tatlı ve hoş yemekler yedim, güzel kadınlarla evlendim; fakat afiyetten daha tatlı bir şey görmedim. Birçok acı ve sıkıntı çektim; fakat insanlara muhtaç olup el açmaktan daha acı bir şey görmedim.”


Onlar, yapmış oldukları hiç bir hayırlı ameli yeterli görmezlerdi. Amele değil, sadece Allah’ın geniş rahmetine güvenirlerdi. Sonlarının nasıl biteceğini ve ölümün ne şekilde geleceğini bilmedikleri için, korku içinde yaşarlardı. İman selameti ile ölmeyi her şeye tercih ederlerdi.

Onlar, hastalık hallerini Allah-u Teâlâ’ya yöneliş için bir fırsat bilirlerdi. Hastalığı ölümün habercisi olarak düşünüp, tevbe ve zikre sarılırlardı. İmam Şafii rahmetullahi aleyh hastalanmıştı. Ziyaretine gelen dostları: “Ya imam, kendinizi nasıl buluyorsunuz?” diye halini sordular; şu cevabı verdi: “Artık dünyadan göçüyorum. Kötü amellerimle karşılaşacağım. Fakat Rabbimin lütuf ve merhametine itimad ediyorum.”

Onlar, dünyaya sevgi ve şehvetle değil, ibretle bakarlardı. Acı tatlı her hadiseden bir ibret çıkarırlardı. Büyük veli Hâtemü’l Esam’a: “Bizden birisi ne zaman ve nasıl dünyaya ibretle bakanlardan olabilir?” diye sordular, şu cevabı verdi: “Dünyada her şeyin sonunun harap ve her şahsın gideceği yerin toprak olduğunu gördüğü zaman. Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenaze çıkar da, o kimse bundan ibret almazsa, ona ne ilmin, ne hikmetin ne de bir vaazın faydası olur.”

Ahlaklarını hilm ile süslemişlerdi

Küçük-büyük demeden, yakınlık veya uzaklık gözetmeden, cahil-alim ayırmadan, herkese karşı çok nazik ve edebli davranırlardı.

Onlar, yumuşaklığın her çeşit sertliği ve sıkıntıyı giderdiğini bilirlerdi. Allah-u Teâlâ’nın, Hz. Musa ve Hz. Harun’u Firavun’a gönderdiği zaman: “Ona karşı yumuşak söz söyleyin ki, dediğinizi düşünebilsin ve anlasın” (Taha; 44) ayetinin tavsiyesine çok dikkat ederlerdi. Onun için din kardeşlerine bir tavsiyede bulunurken, onların hoşlanacağı bir dil ve üslup ile anlatırlardı. Kalbe girmeyen sözün vücutta bir etki yapmadığını çok iyi bilirlerdi. Sözün kalbe işlemesi için de tatlı ve yumuşak olması gerektiğini söylerlerdi.

Onlar, insanın yücelmesinin ancak edeb ile mümkün olduğunu ittifak halinde kabul etmişlerdi. Edebin esası, kendini noksan, başkasını kâmil görmektir. Edebi az olan insanlar ise, kendilerini kâmil, başkalarını kusurlu görürler.

Ariflerden Bekir b. Abdullah el-Müzeni rahmetullahi aleyh, edebli insanların diğer insanlara karşı nasıl davranacağını şöyle anlatırdı: “Kendinden büyük birisini gördüğün zaman hürmet ve tazimde bulun ve ‘Müslümanlıkta ve hayırda o benden öndedir’ diye düşün. Kendinden küçük birisiyle karşılaştığın zaman ona şefkatle muamele et ve ‘benim yaşım bundan ileridir, onun için günahta ben ondan öndeyim’ diye düşün. Sana bir mümin kardeşin herhangi bir ikramda bulunduğu zaman, ‘bu Allah’ın ihsanıdır, yoksa ben bunu hak etmiş değilim’ diye düşün. Birisi sana hakaret edip canını yakınca da, ‘bu benim bir kusurum sebebiyle başıma geldi’ de. Kimseye eziyet etme. İyi bil ki, komşunun köpeğine bir taş atmış olsan, ona eza etmiş olursun.”

İbadetlerinin peşinden ‘Estağfirullah’ derlerdi

Allah kendilerinden razı olsun; onlar, günahlardan korktukları kadar, iyilik ve ibadetlerindeki kusurlardan da korkarlardı. ‘Yüce Rabbimize karşı edebi koruyamadık, bu ameli ona layık yapamadık’ diye, bütün hayırların peşinden istiğfar ederlerdi. Amellerine değil, Allah’ın rahmetine güvenirlerdi.


Bişr-i Hafi rahmetullahi aleyh derdi ki: “Biz öyle zatlara yetiştik ki, onlar dağlar kadar hayır amel işleseler ona bakıp aldanmazlardı. Şimdi bir de size bakıyorum, doğru dürüst bir hayrınız olmadığı halde gururlanıp duruyorsunuz. Hayret doğrusu!”

Onlar, zulüm ve haksızlığın her çeşidinden son derece sakınırlardı. Birisinin alacağı varken Cennet’e ve Cehennem’e gitmenin mümkün olmadığını bilirlerdi. Çünkü Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz: “Eli veya diliyle zulmettiği, hakkını yediği, gıybetini ettiği kimse ile hesabı görülmeden hiç kimse ne Cennet’e ne de Cehennem’e girebilir” buyurmuştur. (Buhari, Hakim, Ahmed)

Ariflerden Memun b. Mihran rahmetullahi aleuj demiştir ki: “Kişi namaz kılarken kendisine lanet okur da hiç haberi olmaz!” Kendisine: “Bu nasıl olur?” diye sorulduğunda, cevap şu oldu: “Eli veya diliyle ona-buna zulmeden, insanları arkadan çekiştiren, haksız yere mallarını yiyen birisi, namaz kılarken: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!” (Hûd; 18) ayetini okur. Kendisi de bir çeşit zalim olduğu için, Allah’ın lanetini üzerine çekmiş olur.”

İflas etmiş olmaktan korkarlardı

Onlar, dünyada hayır sahibi iyi bir insan gözüküp, ahirette müflis olmaktan son derece çekinirlerdi. Bundan Allah-u Teâlâ’ya sığınırlardı. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem gerçek müflisi şöyle tarif etmiştir: “Asıl müflis, kıyamette hesap yerine bir sürü hayır ve hasenatı ile geldiği halde, ona buna yaptığı haksızlık, gıybet, hakaret ve zulümler sebebiyle hayırlarını alacaklılara veren, fakat iyilikleri yetmediği için onların günahını yüklenen ve sonuçta Cehennem’e sürüklenen kimsedir.” (Buhari, Müslim)

Onlar herhangi bir sebeple hatalı davrandıkları görüldüğünde, kendilerinin uyarılmasını ve kusurlu hallerinin örnek alınmamasını isterlerdi. Kusuru asla savunmazlardı. Düşmanı da olsa, birisi kendilerine hatalarını söylediği zaman gayet memnun olurlardı. Kendisini uyaranlara tevazu gösterir, teşekkür ederlerdi. Hayatta veya ölümden sonra kötü örnek olmak istemezlerdi. Kusurlarını doğru göstermek için tevillere ve yorumlara girmezlerdi. Ben yanlış yapmışım, yanılmışım demekten çekinmez ve utanmazlardı.

Onlar, kendilerini halkın en kâmili, en günahsızı ve en temizi görmezlerdi. Bu düşünceyi çok tehlikeli bulurlardı. Kendilerinin insanlara rahmet vesilesi olduğunu katiyyen düşünmezlerdi. En çok kendi kusurlarına şahit oldukları için, hep nefislerini kınar ve onun affı için ağlarlardı.

Kin gütmez, intikamı düşünmezlerdi

Kendilerine eziyet edenlere kin gütmez, intikam peşine düşmezlerdi. Kendilerine karşı yapılan kusuru affetmenin ilahi affa vesile olacağını düşünür ve intikama güçleri yettiği halde affetmeyi çok yüksek bir ahlak görürlerdi. Ariflerden Hatemü’l-Esam rahmetullahi aleyh derdi ki: “Ey kul! Sen, sana karşı bir kusur işleyen kardeşine kızdığın halde, Yüce Rabbine karşı isyan eden nefsine hiç kızmazsın, bu insaf mıdır?”

Onlar, mümin kardeşlerine çok kıymet verirlerdi. Çünkü yeryüzünde Allah’a imandan daha kıymetli bir cevher görmüyorlardı. İman kimde varsa onu Allah için kıymetli görüyor, onun şerefini zedeleyecek her türlü söz ve davranıştan kaçınıyorlardı. Özellikle salih ve âlimlere daha fazla kıymet verir, hürmet gösterirlerdi. Kitap ve Sünnet üzere amel eden bir âlime eziyet etmeyi, onun varisi olduğu Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi veselleme yapılan bir eziyet gibi görürlerdi.

Abdullah b. Abbas radıyallahu anh, bir gün Kâbe’ye bakarak şöyle demiştir: “Ey Kâbe! Allah seni mübarek ve mükerrem kıldı. Fakat bir müminin Allah katındaki kıymeti seninkinden daha büyüktür.” Bunun için onlar, kıble ehli bir mümini küçük görmekten ve hele bazı kusurlarından dolayı onu küfre nisbet etmekten şiddetle çekinirlerdi.

Allah’ü Teâlâ kendilerinden razı olsun, Allah dostlarının ahlakı böyleydi.

Kaynak: Tenbihü’l-Muğterrin

İmam-ı Şa’ranî Rahmetullahi Aleyh

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis