Âhiret Hayatının Devreleri Nelerdir?
Âhiret Hayatının Devreleri Nelerdir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Ahiret hayatı on dört devreye ayrılır.
Bunlar:
1. 1. Kabir hayatı / Berzah Hayatı.
2.
Sûr ve Sûra üfürüş.
3.
Haşr (Dirilme) ve Mahşer.
4.
Amel defterlerinin dağıtılması.
5.
Hesap günü ve sorular.
6.
Mizan.
7.
Sırat.
8.
Şefaat.
1. Kabir / Berzah Hayatı
Âyet meali:
“Sonra onu öldürür ve kabre koyar;
sonra onu dilediği bir vakitte yeniden diriltir.” (Abese, 80/21-22)
İnsanların dünyadaki ölümlerinden
sonra, kıyâmet kopup yeniden diriltilmeleri anına kadar devam eden
devreye, kabir hayatı adı verilir. Bu hayata, dünya hayatı ile
âhiret hayatı arasında bir geçiş dönemini ifade etmesi nedeni ile “berzah
hayatı veya berzah âlemi” de denilmiştir. Berzah, iki
şey arasındaki engel, mânia ve perde anlamlarına gelir.
Bir insanın kabir hayatı yaşaması
için, onun bedeninin mutlaka mezara konulması gerekmez. Ölen kişi ister mezara konulsun, ister vahşi
hayvanlar tarafından yensin, isterse denizde balıklara yem olsun, isterse
yakılıp kül olsun, onun ölümü ile kabir hayatı başlar. Kabrin, “makber
/ kazılmış mezar” manasını çağrıştırması nedeni ile yanlış
anlaşılmaları önlemek için, bu hayatı “berzah hayatı” diye
ifade etmek belki daha doğru olur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) bir
hadisinde kabir hayatını “âhiret duraklarının ilki” olarak
nitelendirmektedir. (Tirmizî, Zühd, 5) Peygamberimiz Hz.
Muhammed (asm) başka bir hadisinde:
“Kabir
ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26),
buyurarak, kabir hayatında azap
ya da mükâfatın olacağını bildirmiştir. Yine başka bir hadisinde;
“İnsan öldükten sonra kabre konulunca
Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek 'Rabbin kimdir? Peygamberin
kimdir? Dinin nedir?... ' diye sorular sorarlar. Mü’min bu sorulara
rahatça cevap verir. Kâfir ise cevap veremez ve kabir azabı görür.” (bk. Tirmizî, Cenâiz, 70) diyerek kıyamete kadar sürüp gidecek olan bu hayatı
anlatmıştır.
2. Sûr ve Sûra Üfürülüş
Sûr, kıyâmetin
kopuşunu başlatmak ve kıyâmet koptuktan sonra, bütün insanların mahşer yerinde
toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için, melek İsrâfil Aleyhisselâm
tarafından üfürülen bir borudur. Kur’ân âyetlerinin bildirdiğine göre, İsrâfil Aleyhisselâm
Sûr’a iki defa üfürecektir. İlk üfürüşte, Allah’ü Teâlâ’nın
diledikleri hariç, yerde ve göklerde olan her şey dehşetinden sarsılacak ve
ölecek ve kıyâmet kopacaktır. İkinci üfürüşte, her şey diriltilecek
ve mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine doğru koşacaklardır. Bu konudaki
âyetlerden birisini örnek verelim:
“Sûr’a üflenince, insanlar
kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar." (Yâsîn, 36/51)
Âyet meali:
“Sûr’a üflenince, Allah’ü Teâlâ’nın dilediği
bir yana, göklerde ve yerde olanların hepsi düşüp ölürler. Sonra Sûr’a ikinci
defa üflenince, onlar hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.” (Zümer, 39/68)
3. Kıyâmetin Kopması
“(İnsan), kıyâmet günü de ne zamanmış,
diye sorar. Gözler (dehşetten) kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay birleşip
(karardığı) zaman. O gün insan, kaçacak yer neresi, diyecek? Hayır o gün
kaçılmayacak, sığınacak hiçbir yer olmayacak. O gün herkesin varıp karar
kılacağı yer ancak Rabbinin huzurudur.” (Kıyâmet,
75/6-12)
Kıyâmetin iki manası vardır: Bunlardan birincisi, kâinatın
düzeninin bozulması, her şeyin alt-üst edilerek yok edilmesi ve dünya hayatının
sona ermesidir.
İkincisi ise, ölen
insanların yeniden diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi
anlamlarına gelmektedir. Kıyâmet, birinci anlamında İsrâfil Aleyhisselâm’in “Sûr”a
birinci üflemesi ile ikinci anlamında ise, ikinci defa üflemesi ile
başlayacaktır. Bu durumda kıyâmet, insanların bütünüyle ölmelerini ve yeniden
diriltilmelerini kapsayan çok önemli bir
hadisedir.
Kur’ân âyetleri bu durumu haber
vermektedir. Bu konu ile ilgili bir âyette Allah’ü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının.
Doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir. Kıyâmeti gören her emzikli
kadın o gün emzirdiğini unutur; her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları
sarhoş gibi görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değildirler, fakat bu sadece Allah’ü
Teâlâ’nın azabının çetin olmasındandır.” (Hac, 22/1-2)
Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmet konusuna sıkça
temas etmekle beraber, onun ne zaman kopacağına dair soruları cevapsız bırakmış
ve bu konuda Allah’ü Teâlâ’dan başka kimsenin bilgi sahibi olmadığını
vurgulamıştır. Hz. Peygamber (asm)’in hadislerinde ise, kıyâmet yaklaştığı
zaman, bazı alâmetlerinin belireceğine dair haberler verilmektedir.
4. Öldükten Sonra Yeniden
Diriltilme
İnsanlık tarihi boyunca “ölüm” meselesi,
geçmişte bütün insanların zihnini meşgul ettiği gibi, bugün de meşgul etmekte
ve öyle görünüyor ki, gelecekte de meşgul edecektir. Çünkü, insanoğlu ebedî
yaşama arzusunu taşımakta ve asla ölmek istememektedir. Bununla birlikte, hiç
kimse ölüme karşı duramamakta ve herkes ölüm karşısında çaresiz kalmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm, yeniden diriltilmenin
aklen mümkün olduğunu ve
muhakkak meydana geleceğini çeşitli şekillerde bildirmektedir:
a. Bir
şeyi yoktan var edenin, onu ikinci defa yeniden var etmesi elbette
mümkündür.
Kur’ân’da bu yaratılışa şu âyetlerle
delil getirilir:
“(İnsan), kendi (ilk) yaratılışını
unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim
diriltecek?' diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O,
her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsîn,
36/78-79)
Bir başka ayette de Cenab-ı Hak, şöyle
buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra
tekrar dirilme konusunda şüphede iseniz (ilk yaratılışınızı düşününüz). Şunu
bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan, (aşılanmış
yumurtadan), sonra uzuvları önce belirsiz, sonra belirlenmiş canlı et
parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi
belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak
dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için sizi (büyütürüz).
İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına
kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale
gelsin.” (Hac, 22/5)
Allah’ü Teâlâ, bu âyette öldükten
sonra tekrar dirilmeyi inkâr edenlere karşı, önce insanın ilk yaratılış seyrini
veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Sonra onun nutfe halinden başlayarak,
dünyaya gelişine kadarki bu ilk yaratılış safhalarını açıklamaktadır. Daha
sonra bu ifadelerle, hiç yoktan mucizevî bir tarzdaki yaratılışını nazara
vererek, öldükten sonra âhirette ikinci defa yeniden yaratılıp diriltilmesini
akla yaklaştırmaktadır. Ayrıca, bunun akıldan uzak görülmemesi gerektiğine de
vurgu yapmaktadır.
b. Zor
bir şeyi yaratan, kolay bir şeyi elbette yaratabilir.
Göklerin ve yerin yaratılması, insanın
yaratılmasından daha zordur. Gökleri ve yeri yaratıp onları bir şeye dayanmadan
uzayda tutan Allah’ü Teâlâ, şüphesiz insanı da öldükten sonra tekrar diriltmeye
kâdirdir. Ayrıca insanın ilk yaratılışı, ikinci yaratılışına göre daha zordur.
İnsanı ilk defa yaratmaya kadir olan Allah’ü Teâlâ, onu ikinci defa yaratmaya
daha çok kâdirdir. Kur’ân’da bu manalar şu âyetlerle dile getirilir:
“Gökleri ve yeri yaratan ve bunları
yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini
düşünmezler mi?” (Ahkâf, 46/33)
“O, ilk önce mahlûku yaratıp
sonra da tekrar diriltecek olandır ki, bu (ikinci defa yaratma) O’na göre
(birinciden) çok daha kolaydır.” (Rûm,
30/27)
“İlk yaratmada acizlik mi gösterdik?
Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.” (Kâf, 50/15)
Ayet meali:
“(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız da
diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi
gibidir. Şüphesiz ki Allah’ü Teâlâ, her şeyi işiten ve görendir.” (Lokmân, 31/28)
Bu âyetlerde gökleri ve yeri yaratan Allah’ü
Teâlâ’nın, insanı daha kolay yaratacağı anlatılmaktadır. Ayrıca, varlıkları ilk
yaratışta acizlik göstermediğine göre, ondan daha kolay olan ikinci yaratışta
hiçbir acizlik göstermeyeceğine dikkat çekilmektedir. İnsanları yeniden
diriltip kabirlerinden kaldırılacağı nazara verilmektedir. Bunun yanında, bütün
insanların yoktan yaratılması ve öldükten sonra yeniden diriltilip haşir
edilmesinin, bir tek insanın yaratılması ve diriltilip haşir edilmesi gibi
kolay olduğu da vurgulanmaktadır.
Zorluk ve Kolaylık İnsanlara Göredir
Esasen zorluk ve kolaylık gibi kavramlar
izafî kavramlardır. Bunlar bize göre olup, Allah’ü Teâla’ya göre zor, kolay,
daha zor, daha kolay diye bir şey yoktur. Ona göre hepsi kolaydır. Çünkü biz
gücümüz, bilgimiz, irâdemiz ve her şeyimizle sınırlı olarak yaratılmış âciz bir
varlığız. Allah’ü Teâlâ ise, her yönü ile sonsuz olan ve her şeye gücü yeten
yüce yaratıcıdır. Allah’ü Teâlâ’nın kudreti, ilmi, irâdesi, bütün sıfat ve
isimleri sonsuz olduğu için, varlıkları yaratmada O’nun için az-çok,
büyük-küçük diye bir şey fark etmez. Bu nedenle, O’nun için bir zerre ile bir
güneşi yaratmak, bir insanla milyarlarca insanı yaratma arasında hiçbir fark
yoktur. Hiçbir şey O’na zor gelmez. Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak
kadar ona kolay gelir.
Allah’ü Teâlâ, Kur’ân’da bize
bizim anlayacağımız şekilde hitap ettiği için, biz anlayalım diye bu ifadeleri
kullanmıştır. Yoksa gerçekten Allah’ü Teâlâ için, bir atomu yaratmakla, bütün
kâinatı yaratmak arasında fark yoktur.
c. Ölü
bir durumda olan yeri canlandıran Allah’ü Teâlâ, insanı da diriltebilir.
“Gökten bereketli bir su
indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik. Kullara rızık olması
için birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu hurma ağaçları
yetiştirdik. Ve o su ile ölü toprağa can verdik. İşte hayata yeniden çıkış (insanların
yeniden diriltilip kabirlerden çıkarılmaları) da böyledir.” (Kâf, 50/9-11)
Nasıl ki bu dünyada devlet gücünü
elinde bulunduran sultanlar ve diğer iktidar sahipleri, kendilerine ve
koydukları kanunlara itaat edenleri mükâfatlandırmakta ve isyan edenleri de
cezalandırmaktadırlar. Aynı şekilde kâinatta muhteşem bir Ulûhiyet saltanatına
sahip olan Allah’ü Teâlâ, kendisine itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de
ceza verecektir. Hâlbuki bu dünyada bu mükâfat ve ceza yeteri kadar
verilmemektedir. Demek bunların eksiksiz ve tam olarak verileceği başka bir
âlem vardır. Orası da âhiret âlemidir. Bu yüzden herkes ister istemez oraya
sevk edilecektir.
Allah’ü Teâlâ’nın İsimleri, Ahiretin
Varlığını Gerektirir
Allah’ü Teâlâ’nın isimleri, âhiret
âlemini ve orada yeniden dirilişin olmasını gösterir ve ister. Çünkü, Allah’ü
Teâlâ ebedîdir. Dolayısıyla O’nun isimleri ve bu isimlerin tecellileri de ebedî
olacaktır. Meselâ, Allah’ü Teâlâ’nın Kerîm ve Rahîm isimlerinin
tecellileri, en azam bir şekilde, kâinatta görülmektedirler.
Allah’ü Teâlâ Kerim'dir. Yani sonsuz ikram sahibidir. Bunu kâinatta çeşit
çeşit meyve ve sebzeleri ikram etmesiyle görüyoruz. Ağaçların kucaklarını
meyvelerle dolduruyor, bitkilerin başlarında hediyeler gönderiyor. Âdeta
bitkiler âlemi hizmetkâr edilmiş. Kafile kafile Allah’ü Teâlâ’nın ikramlarını
insanlara getiriyorlar. Hayvanlar âlemi ayrı bir kafile olmuş. Süt ve et gibi
başka çeşit ikramları getiriyorlar. Bütün bunlar sonsuz bir ikram ve o ikramın
sahibinin delilidir. Fakat insanın ömrünün kısa olması, kısa bir zamanda sonsuz
ikrama mazhar olamadığını ve olamayacağını gösteriyor. Hâlbuki, nihayetsiz
ikram sahibi olmak, nihayetsiz ikram etmeyi ister. Dünya fani olduğundan, Allah’ü
Teâlâ’nın bu isminin tecellisi, insanların nihayetsiz ikramlara mazhar
olabileceği ebedî bir âlemin varlığını gerektirir.
Aynı şekilde, Allah’ü Teâlâ Rahim'dir. Yani
sonsuz merhamet sahibidir. Bunun delillerinden birisi, bütün annelerin
kalplerine şefkat koyup yavruları şefkatle himaye ettirmesidir. Meselâ; tavuk
yavrusunu küçükken besler, büyüyünce döverek yavrusunun elinden daneyi alır. Bu
gösterir ki, yavruya şefkat eden anne değil. Anneye şefkati verendir ki, vazife
bitince şefkati geri alıyor. Bütün kâinatta bütün annelere verilen şefkatlerle
bütün yavruların himayesi sonsuz bir merhametin delilidir.
Bu şefkat vasıtasıyla, anneler
yavrularına bakmaktan büyük bir lezzet alırlar. Hatta yavrusu için, o
şefkat sebebiyle hayatını bile feda eder. Fakat bir daha dönmemek
üzere yavrusundan ayrılık düşüncesi annenin sevdiği yavrusundan ebedî
ayrılmasını düşündürdüğünden, şefkat anneye bu sefer azap verir. Sonsuz bir
merhamet sahibi ise, bu ebedî ayrılığa müsaade etmez. Çünkü böyle bir durum,
hakiki merhamete zıttır. Öyle ise, kâinatta görünen sonsuz merhametin
delilleri, ebedî bir beraberliği ister. Ebedî yok olmaya müsaade etmez. Bu
da ahiret hayatının varlığını ve ebedî olduğunu gösterir.
Allah’ü Teâlâ, aynı zamanda Hâkim’dir.
Yani, sonsuz hikmet sahibidir. Bu
hikmeti, kâinatta her şeyin bir hikmet ve gayeye göre yaratıldığını görerek
anlıyoruz. Meselâ, “Kulağımız niye çanak gibi?” dediğimiz
zaman, “Sesleri iyi toplasın diye.” cevap veriyoruz. “Yapraklar
niye yeşil?” dediğimizde, yine bir gaye ve fayda söyleniyor. Bütün
fenler kâinatı inceliyor. Her şeyde, her cihetle bir hikmet, bir gaye ve
faydayı keşfedip söylüyorlar. Yani kâinatta tasarruf eden zatın sonsuz bir
hikmetle iş yaptığını ispat ediyorlar. Hikmetli yaratılış ise, lüzumsuz ve
gayesiz, ölçüsüz ve plansızlığa zıttır. Yani Hakim olan, hikmetli iş yapan
israf etmez. Öyle ise, bütün kâinatı insana hizmetkâr eden kâinatın Sanatkârı,
insanı dirilmemek üzere toprağa atıp bütün kâinatın neticelerini israf etmez.
Öyle ise, kâinattaki hikmetler, ebedî bir âlemin varlığını ispat ederler.
Allah’ın, Rezzak ismini gereği olarak, her bir canlıya en uygun rızkı verdiğini ve her canlıyı
en güzel ve şefkatli bir şekilde beslediğini görüyoruz. Hâlbuki bu dünya fânî
ve geçici olduğundan, O’nun isimleri burada tam anlamı ile tecelli
edememektedirler. Bu isimlerin tam, eksiksiz ve sonsuz bir şekilde tecelli
edebilmeleri, âhiret âleminin varlığını ve burada ölenlerin orada dirilmelerini
zorunlu kılar. Bu yüzden Allah’ü Teâlâ, âhireti getirecek ve bizleri orada
yeniden diriltecektir.
Şurası unutulmamalıdır ki, biz
insanlar gözümüzü bu âleme açtığımızda, tıpkı yeni doğan bir bebek gibi, burada
her şeyi hazır bulduk. Yeni doğan bebek, beşiğini ve kendisine lazım olan
yaşama ortamını kendi hazırlamadığı gibi, insan da bu dünyaya geldiğinde,
kendisine lazım olan yaşama ortamını kendisi hazırlamadı. Dünyaya gelişinde,
her şeyi hazır buldu. İşte bizleri buraya getiren Zât, bizler
bu âleme gelmeden önce buraya gelmeyi isteyip istemediğimizi bize sormadan ve
danışmadan bizi yaratıp buraya getirdi.
O Yüce Yaratıcı, bizi çocukluktan
gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan ölüme götürürken de, bunların
olup olmamasını isteyip istemediğimizi bize sormuyor ve danışmıyor. Yani bizi
yoktan yaratıp bu dünyaya getirirken bize sorup danışmadığı gibi, bu dünyadan
götürürken de bize sorup danışmıyor ve nihayet âhirette yeniden diriltip haşir
ederken de bize sorup danışmayacaktır.
Anne rahmindeki bir bebeğin,
dışarıdaki dünyanın mahiyetini kavrayamadığından dolayı inkâr etmesi, dünyayı
yok etmediği gibi, bizim de buradan âhireti göremememiz, mahiyetini
bilemememizden dolayı inkâr etmemiz de âhiret âlemini, Cennet ve Cehennem’i
yok etmez. Ahireti inkar etmek, onun varlığına mani olmaz. Ancak, Cennet’e
girmeye mani olur. Bize düşen orayı inkâr etmek değil, kıştan sonra baharın,
geceden sonra sabahın gelmesi katiyetinde ölümden sonra haşir sabahının
olacağına ve yeniden dirilişin meydana geleceğine inanıp oraya îmânla ve salih
amelle hazırlanmaktır. Akıllı insanın yapması gereken de budur.
İnkârımızla sadece orada yaşanacak olan ebedî Cennet hayatının
mutluluğundan mahrum kalarak büyük ve telafisi imkânsız bir zarara düşmüş
oluruz. Biz âhirette kendi gücümüz ve irâdemizle dirilmeyeceğiz, Allah’ü Teâlâ tarafından
diriltileceğiz; tıpkı bu dünyaya kendi irâde ve gücümüzle gelmeyip, O’nun
gücüyle getirildiğimiz gibi.
Yaratma ve diriltme fiili bizim işimiz
değil, Allah’ü Teâlâ’nın işidir.
Bizim sınırlı gücümüze göre imkânsız
olan şey, Allah’ü Teâlâ’nın kudretine göre gayet kolaydır ve zamanı gelince
icraatını yapacaktır.
Diğer taraftan anne rahmindeki
bebeğe baktığımız zaman, onun el ve ayakları, göz ve kulakları gibi
organlarının orada kendisine lazım olmadığını ve bunları anne rahminde
kullanmadığını görürüz. Bu organları ona veren yaratıcının, bunları ona anne
rahminin dışındaki dünyada kullanmak için verdiğini ve onu dış dünya için
yarattığını aklımızla anlıyoruz. Aynen bunun gibi, biz de bize bu dünyada
verilen duyguların bir kısmını burada yeterince kullanamıyoruz. Üstelik ebedî
yaşama ve ölümsüzlük arzusu gibi duygularımızın da bu dünyada karşılığı yoktur.
Demek bu arzularımızın tatmin edileceği yer burası değil âhiret yurdudur. Bu
dünya insan için bir anne rahmi gibi geçici, âhiret ise, ebedî yaşayacağı yurt
olarak yaratılmıştır. Çünkü, insanın duyguları ile kendisine verilen maddî ve
manevî cihazları bu âleme sığmamakta ve âhiret âlemini istemektedirler.
Öldükten sonra tekrar diriliş, hem
bedenen ve hem de ruhen olacaktır.
Bu, Allah’ü Teâlâ’ya göre gayet
kolaydır. Yeryüzündeki bütün lambalara tek merkezden bir anda ışık vermek
mümkün olduğu gibi, bir anda cesetlere de hayat verilecektir. Aynı şekilde,
istirahata çekilmiş bir ordu fertlerinin, bir anda toplanması gibi, cesetlere
de ruhlar, bir anda gelecek ve insan göz açıp yumuncaya kadar bir zaman içinde
diriltilecektir.
“Bahar mevsimindeki haşr ve neşre
bakıp görüyoruz ki, Allah’ü Teâlâ, çok kısa bir zaman zarfında küçük ve büyük
hayvanlardan ve bitkilerden milyonlarca türü haşredip neşrediyor. Bütün
ağaçların ve otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen diriltip iâde
ediyor. Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor.
Hâlbuki maddeten farkları çok az olan tohumcuklar o kadar karışmışken tam bir
ayırım ve teşhis ile o kadar çabukluk ve genişlik ve kolaylık içinde tam bir
intizam ve ölçü ile altı gün veya altı hafta zarfında diriltiliyor. Hiç mümkün
müdür ki; bu işleri yapan zata bir şey ağır gelebilsin; gökleri ve yeri altı
günde yaratamasın, insanı bir sayha ile (İsrâfil Aleyhisselâm’in “SÛR” undan
çıkan sesle) haşredemesin, hâşâ.” (bk. Sözler, Onuncu Söz)
5. Haşr ve Mahşer
“O gün onlar, sanki etrafa yayılmış
çekirge sürüsü gibi bakışları perişan bir halde ve davetçiye koşarak
kabirlerinden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.” (Kamer, 54/7-8)
Haşr, Allah’ü Teâlâ’nın insanları hesaba çekmek üzere, tekrar
dirilişten sonra toplanma yerlerine sevk etmesi, bir araya toplaması demektir.
İnsanların toplandıkları yere de “mahşer” denilir. Kur’ân-ı
Kerîm’de haşr hakkında pek çok âyet vardır. Örnek olarak şu âyeti verebiliriz.
“O gün Allah’ü Teâlâ, onların hepsini
haşredecek / toplayacak; sonra meleklere: 'Size tapanlar bunlar mıydı?'
diyecek.” (Sebe’,
34/40)
Hz. Peygamber (asm)’in hadislerinde
ise mahşerin dümdüz bir yer olacağı, insanların çıplak, yalın ayak, sünnetsiz
ve kusursuz olarak haşr olunacakları, mahşer yerinde beklerken, güneşin
yaklaşacağı ve terleyecekleri, insanların o gün yaya, binekli ve
yüz üstü sürünenler olmak üzere üç grup halinde haşr olunacakları
anlatılmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 44-45.)
6. Amel Defterlerinin Verilmesi
“Her insanın amelini boynuna bağladık.
İnsan için kıyâmet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.
(Sonra ona) kitabını oku! Bu gün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter
(deriz).” (İsrâ, 17/13-14)
Mahşer meydanına toplanan insanlara,
hesaplarının görülmesi için, kendilerinin dünyada iken yaptıkları iyi ya da
kötü işlerin kaydedilip yazıldığı, amel defterleri dağıtılır. Bu defterlerin
mahiyetleri bizce bilinmemektedir. Şüphesiz onlar dünyadaki bildiğimiz
defterlere benzemez. Günümüz teknolojisinin diliyle konuşacak olursak, bunları,
görüntü ve ses kaydı yapıp sonra da bu kayıtları seyircilere sunan gizli
kameralara benzetebiliriz.
Bitkileri küçücük tohumlarında,
kocaman ağaçları küçücük çekirdeklerinde, insanları ve hayvanları bir damla
suda koruyup nesillerini muhafaza eden bir ilim ve kudret sahibi, aynı şekilde
insanın amellerini de bir defterde kayıt edebilir. Tıpkı, yüzlerce sayfalık
bilgi ve belgeleri küçük bir CD’de kayıt ettiğimiz gibi. Bu husus Kur’an’da
şöyle anlatılır:
“Kitap ortaya konmuştur. Suçluların onda
yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. 'Vay halimize!' derler. Bu
nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini
sayıp dökmüş!' Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç
kimseye zulmetmez.” (Kehf,
18/49)
Amel defterleri Cennetliklere sağdan,
Cehennemliklere soldan veya arkadan verilir. Defterin sağdan verilmesi hesabın
kolay olacağına dair bir müjde, soldan verilmesi ise, hesabın çetin olacağının
bir habercisi olarak bildirilmektedir.
7. Hesap
“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap
olunacağı gün beni, anamı, babamı ve (bütün) mü’minleri bağışla.” (İbrâhim, 14/41)
Âhirette insanlar, amel defterlerini
aldıktan sonra, Allah’ü Teâlâ bu defterlerdeki kayıtlara göre, onların hesabını
görecek, orada kimseye adaletsizlik yapılmayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda çok sayıda
âyet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Bugün herkese kazandığının
karşılığı verilir. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah’ü Teâlâ, hesabı çarçabuk
görendir.” (Mü’min, 40/17)
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu
olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ,
17/14)
Hz. Peygamber (asm)’de hesap gününde
insanların şu beş şeyden mutlaka sorguya çekileceklerini haber
vermiştir:
1. Ömrünü
nerde tükettiğinden,
2. Gençliğini nerede geçirdiğinden,
3. Malını nerede kazandığından,
4. Malını nereye harcadığından,
5. Bildiklerini uygulayıp uygulamadıklarından.
8. Mîzân
“Kıyâmet günü doğru teraziler kurarız.
Hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile
yapılanı ortaya koyarız. Hesabı gören olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ, 21/47)
Ölçü ve terazi anlamlarına gelen mizan, âhirette
hesaptan sonra herkesin amellerini tartmaya yarayan ilâhî adâlet ölçüsüdür.
Bununla birlikte, onun mahiyeti ve iç yüzü insanlar tarafından
bilinememektedir. Çünkü o, bu dünyadaki terazilere, diğer ölçü ve tartı
aletlerinin hiç birine benzemez. Amellerin tartılmasından sonra, tartıda
sevapları günahlarından, iyilikleri kötülüklerinden ağır gelenler kurtuluşa
erecek, hafif gelenler ise Cehennem’e gidip ceza göreceklerdir. Cehennem’e
gidenlerden mü’min olanlar, işledikleri suçun karşılığı olan azabı çektikten
sonra Cehennem’den çıkarılıp Cennet’e götürüleceklerdir. Kur’ân-ı Kerim’de,
iyilikleri ağır gelenlerin hoş bir hayat içerisinde olacakları şöyle
bildirilir:
“Ama tartıları ağır gelen kimse hoş
bir hayat içerisinde olacaktır. Tartıları hafif gelenler ise, onların yeri
(kızgın ateşten) bir çukurdur.” (Kâria,
/6-10)
“Artık kimin (sevap) tartıları ağır
gelirse, onlar korktuklarından emin, umduklarına erişenlerin tâ kendileridir.
Kimin de tartıları hafif gelirse onlar kendilerine yazık edenlerdir. Onlar
cehennemde ebedî kalıcılardır.” (Mü’minûn,
23/102-103)
9. Kevser Irmağı ve Havuzu
“(Ey Muhammed!) Doğrusu biz sana 'Kevser'i
verdik.” (Kevser, 108/1)
Kevser, cennet ırmaklarından bir ırmak olup, aynı zamanda bu
ırmağın üzerinde bulunduğu ve sularının içine döküldüğü “havuz”un
ismidir. Kevser ırmağından akıp gelen sular mahşerde bu havuzda toplanır.
Kıyâmet gününde insanlar diriltilip mahşer yerinde toplanıldıklarında,
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’e kevser havuzu verilecek. Bu havuza ilk
erişen Peygamberimiz olacak. O gün oraya erişenler o sudan içecek ve asla bir
daha susamayacak. Hadis-i şeriflerde bildirildiği üzere, bu havuzun bir kenarı
bir aylık yol olup çok geniştir; suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha
güzeldir; kadehleri de gökteki yıldızlardan daha çoktur. (bk. Buhârî,
Rikâk, 53.)
10. Sırât
Sırât, “cehennem üzerine
kurularak uzatılmış olan bir köprü veya yol” manasında kullanılır. İnanan ve inanmayan herkes bu
köprüden geçecektir.
Hz. Peygamber (asm)’in hadislerinde,
mü’minlerin yaptıkları amellerine göre sırat köprüsünden şimşek gibi,
bir kısmının rüzgâr gibi, bazılarının ise sürünerek geçeceği,
kâfirlerle günahları affolunmayan mü’minlerin buradan Cehennem’e atılacakları
bildirilmektedir. Sıratı geçenlerin ise cennete gireceklerdir. (bk.
Buhârî, Rikâk, 52.)
Kur’ân da herkesin cehenneme
uğrayacağı beyan edilir:
“İçinizden, oraya (cehenneme)
uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.
Sonra biz, Allah’ü Teâlâ’dan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü
çökmüş olarak orada bırakırız.” (Meryem, 19/71-72)
Sırât, Allah’ü Teâlâ’nın ve Resûlünün bildirdiği şekilde, Allah’ü
Teâlâ’nın bildiği ve takdir ettiği keyfiyette mutlaka olacaktır. Cehennemin
üzerinden cennete uzanan bu köprü, gerçekte insanın dünya hayatı
boyunca, îmân ve güzel amellerle inşâ ettiği bir köprüdür. İnsanın bu dünyadaki
amelleri, âhirette onun önüne bir köprü olarak gelir. Aslında bizler sıratı bu
dünyada geçmekteyiz. Yani bu dünyada îmân esaslarına inanmakla ve güzel amel
işlemekle sıratı geçmeyi hak ederiz. Çünkü bu dünyada inanıp iyi amel
işleyenler orada onu geçebilecek, inanmayan ve iyi amel işlemeyenler ise, geçemeyeceklerdir.
Esasen âhiret âlemi, gayb (bilinemeyen,
görülemeyen ve hissedilemeyen) âlemi olduğu için, biz bu dünyada iken
oradaki durumları bize verilen bu sınırlı aklımızla ve organlarımızla
kavrayamayız. Tıpkı anne rahminde olup henüz doğmamış bir bebek için, bu dünya
ve içindekilerin tamamı gayb olması gibi, âhiret âlemi de bize gaybdır. Bu
yüzden gayb âleminde olan sırât köprüsünün varlığını, anacak Allah’ü Teâlâ’nın peygamberine
bildirdiği vahiyle bilebiliriz. Bununla birlikte yine de onun keyfiyetini, nasıl
olduğunu kavrayamayız.
Allah’ü Teâlâ Kur’ân’da bize, biz
insanların anlayacağı seviyede hitap etmektedir. Âhiret âlemi ile ilgili Sûr,
Amel Defteri, Havuz, Sırat, Mizan, vb. bilinmeyen kavramları,
anlayabilmemiz için, dünyadaki bildiğimiz nesnelerin isimleri ile
anlatmaktadır. Yoksa, oradaki varlıkların buradakilerle bir ilişkisi ve
benzerliği yoktur. Sözgelimi, sırât köprüsünün dünyadaki köprülere, oradaki
mîzan terazinin buradaki terazilerle, oradaki Sûr’un buradaki boru ve
borazanlarla, oradaki defterlerin buradaki defterlerle isimden başka hiçbir
benzerliği yoktur. Mahiyetini ise, ancak Yüce Allah’ü Teâlâ bilir.
11. Şefâat:
“Hiçbir şefâatçi yoktur ki, O’nun izni
olmadan şefâat debilsin.” (Yunus,
10/3)
Şefâat, âhirette günahı olan mü’minlerin günahlarının affedilmesi,
günahı olmayanların ise, daha yüksek derecelere çıkabilmeleri için, Allah’ü
Teâlâ’nın izin verdiği peygamberler, âlimler ve şehitlerin, onlar için
Allah’ü Teâlâ’ya yalvarmaları, duâ etmeleri ve bağışlanmalarını istemeleri
demektir.
Kur’ân-ı Kerîm, şefâat konusuna özel
bir önem vermekte ve onu tevhid meselesi ile irtibatlandırmaktadır. Bu konudaki
Kur’ân âyetlerinin bir kısmı şöyledir:
“O’nun izni olmadan katında şefâat
edecek kimmiş?” (Bakara,
2/255)
“Bunlar, O’nun (Allah’ın) rızasına
ermiş olandan başka kimseye şefâat etmezler.” (Enbiyâ, 21/28)
Allah’ü Teâlâ ise, ilâhî adaletinin
gereği olarak affedilmeği hak kazanan kullarının şefâat olunmasına razı
olabilir. Hz. Peygamber (asm) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Her peygamberin kendine has, kabul
olunan bir duâsı vardır ve onunla duâ ede gelmişlerdir. Fakat ben, duâmı
âhirette ümmetime şefâat etmek için saklıyorum.” (Buhârî, Daavât, 1)
Bununla birlikte, Müslümanlara düşen
görev, şefâate güvenerek dinin emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik
göstermemeli ve onları asla terk etmemelidir. Aksine, şefâate layık olmak için,
bu emir ve yasaklara uymada daha üstün bir gayret göstermelidir. Aksi bir
durum, o kimseyi şefâatten mahrum bırakabilir.
12. A’râf
A’râf, cennet ile cehennem arasında bulunan, ayırıcı yüksek hisara
ve burca verilen isimdir. Diğer bir ifade ile A’râf, cennet ve cehennem
arasında bulunan ve bunları birbirinden ayıran ara bölgedir. A’râf
ehlinin kimler olacağı hususunda ihtilaf edilmiş olup, bu konuda iki görüş öne
çıkmaktadır.
1. Herhangi
bir peygamberin tebliğini duymamış (fetret ehli) olarak ölen
insanlarla, küçükken ölen müşrik çocukları.
2. Amelleri
iyi ve kötü olma noktasında eşit olan mü’minler. Bunlar Cennet’e girmeden önce
Cennetle Cehennem arasında bir müddet bekletileceklerdir.
Kur’ân’da A’râf ehli ile ilgili
âyetlerde şöyle buyurulur:
“İki taraf (cennetliklerle
cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde herkesi simalarından
tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde
(girmeyi) umarak, cennet ehline 'Selâm size!' diye seslenirler. Gözleri
cehennem ehli tarafına döndürülünce: Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile
beraber bulundurma, derler.” (A’râf,
7/46-47)
Bununla birlikte A’râf, devamlı bir
ikamet yeri değildir. Yüce Allah’ü Teâlâ, A’râf ehlini geçici olarak burada bir
müddet beklettikten sonra, haklarında hüküm verecek ve lütfu ile bunları da
cennete gönderecektir.
13. Cehennem
“De ki: Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen
inansın, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz zâlimler için, duvarları çepeçevre olup
onları içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde,
erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir
içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf, 18/29)
“Suçlular cehenneme vardıklarında, cehennem
onlara büyük kıvılcımlar saçar.” (Mürselât, 77/32-33)
“Uzaktan gözüktüğünde onun kaynaması
ve uğultusu işitilir.” (Furkân,
25/12)
Cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr
mü’minlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere geçici olarak
kalacakları azap yurdudur.
Kur’ân’da cehennem’le ilgili âyetlerin
tümüne baktığımızda, bunların manalarından özetle şunu anlamaktayız: Cehennemin
esasını ateş azabı teşkil etmekle birlikte, aklımıza gelen ve gelmeyen, insanın
bütün duygularını etkileyen maddî ve manevî her türlü elem, acı, azap ve
işkencenin bulunduğu çok geniş bir azap yurdudur.
Kâfirler, cehennemde ebedî olarak
kalacaklar ve asla oradan çıkamayacaklardır. Günahkâr mü’minler gelince onlar,
günahları miktarınca cezalarını çektikten sonra, buradan çıkarılıp cennete
götürüleceklerdir.
Âhiret hayatının her devresinde olduğu
gibi, cehennem azabını da ruh, bedenle birlikte çekecektir. Ancak, cehennem
hayatında sözü edilen acı, ıstırap, azap, işkence, ateş vb. şeyler, bu
dünyadakilere benzetilemez. Bunların iç yüzünü ve mahiyetini ancak Allah’ü
Teâlâ bilir; insanların bu dünyada iken bunları bilmeleri mümkün değildir.
14. Cennet
“İnananlar ve salih amel / yararlı
işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu
müjdele. Onlara buranın bir ürünü rızık olarak verildiğinde, bu, daha önce de
rızıklandığımızdır, derler. Bunlar, söylediklerinin benzerleri olarak
sunulmuştur. Onlara orada tertemiz eşler vardır ve onlar orada temelli
kalırlar.” (Bakara, 2/25)
Cennet, çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve mü’minlerin
içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurduna denir.
Kur’ân-ı Kerîm’i incelediğimiz zaman
onun cenneti ve cennetlikleri şu şekilde tasvir ettiğini görürüz:
Cennet, genişliği göklerle yer kadar olan, yakıcı sıcağın ve
dondurucu soğuğun olmadığı bir yerdir. Temiz su, tadı bozulmayan süt ve süzme
bal ırmaklarının yer aldığı cennette, suyu zencefille kokulandırılmış tatlı su
pınarı ve sonunda misk kokusu bırakan bir içecek de vardır. Cennet şarabı baş
ağrıtmayan, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden ve bembeyaz bir kaynaktan
çıkan bir içecektir. İçildiği zaman sarhoş etmediği gibi, ne baş dönmesi yapar,
ne günah işlemeye iter ve ne de saçmalatır. Cennette türlü türlü meyveler,
hurmalıklar, nar ağaçları, bağlar, dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış
muz ağaçları ve çeşit çeşit kuş etleri bulunur. (Âl-i İmrân, 3/133;
İnsan, 76/13, 18; Muhammed, 47/15; Mutaffifîn, 83/25-26; Sâffât, 37/45-47;
Vâkıa, 56/21, 28-29; Tûr, 52/23; Rahmân, 55/68; Nebe’, 78/32.)
Cennetliklerin elbiseleri ince ve
kalın halis ipektendir; süsleri altındandır, evleri güzeldir, onlara hizmet
etmek için ölümsüz gençler dolaşırlar, bu gençler; güzelliklerinden dolayı
saçılmış birer inci sanılırlar; bunlar altın kadeh ve tepsiler dolaştırırlar.
Cennetliklerin canlarının istediği ve gözlerinin gördüğü her şey orada hazır
bulunur. Onlara altlarından ırmaklar akan üst üste bina edilmiş köşkler vardır.
Onlar için pek çok özelliklerle nitelenmiş tertemiz eşler bulunmaktadır.
Cennetliklerin hem kendileri hem de eşleri cennetin gölgelerinde tahtları
üzerine kurulup yaslanırlar. Kalplerindeki kin, Allah’ü Teâlâ tarafından
sökülüp atılmış olan cennetlikler, kardeşler halinde, karşı karşıya tahtları
üzerinde otururlar. Onlara, burada hiçbir yorgunluk ve zahmet yoktur. Onlar
orada boş ve yalan söz işitmezler. (Kehf, 18/21, 31; İnsan, 76/19, 21;
Hac, 22/23; Fâtır, 35/33; Tevbe, 9/72; Zuhruf, 43/71; Zümer, 39/20; Bakara,
2/25; Vâkıa, 56/35-38; Sâffât, 37/48-49; Nebe’, 78/33, 35; Yâsîn, 36/56;
Hicr, 15/47.)
Cennet nimetleri, insan akıl ve
hayalinin alamayacağı güzelliktedir. Orada
maddî ve manevî, cismanî ve rûhanî lezzetlerin ve mutlulukların her türlüsü
bütün ayrıntıları ile vardır. Allah’ü Teâlâ oradaki nimetleri anlatırken, bizim
anlamamız için dünyevî nimetlere benzeterek anlatmaktadır. Hakikatte ise,
oradaki nimetlerin buradakilerle isimleri dışında hiçbir benzerlikleri yoktur.
Onlar dünyanın şartlarına göre değil, cennetin şartlarına göre yaratılmış eşsiz
nimetlerdir. Hz. Peygamber (asm) bir kudsî hadiste cennet nimetlerini
şöyle açıklamıştır:
“Allah’ü Teâlâ buyuruyor ki: Salih
kullarım için ben, cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği
ve hiçbir insanın kalbinden bile geçmeyen nice nimetler hazırladım.” (Buhârî, “Tefsir”, sûre 32; Tevhid, 35; Müslim, Cennet, 1;
Tirmizî, “Tefsir”, sûre 32.)
Şüphesiz cennetteki nimetlerin en
büyüğü, Allah’ü Teâlâ’nın rızasını kazanmak ve Allah’ü Teâlâ’yı görmektir. Bu
konuda Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur:
“…Allah’ü Teâlâ’nın rızası ise
hepsinden (bütün cennet nimetlerinden) daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş da
budur.” (Tevbe,
9/72)
Diğer taraftan mü’minler âhirette
cennete girdikten sonra Allah’ü Teâlâ’yı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti ve
keyfiyeti hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kur’ân’da şöyle geçer:
“O gün bir takım yüzler vardır ki,
ışıl ışıl parlayacak ve Rablerine bakacaklardır.” (Kıyâme, 75/22-23)
Peygamberimiz (asm) mü’minlerin
âhirette Allah’ü Teâlâ’yı göreceklerini şöyle anlatmaktadır:
“Muhakkak ki siz şu ayı gördüğünüz
gibi, Rabbinizi de göreceksiniz.” (Buhârî,
Mevâkit, 16; Tevhid, 24; Müslim, İmân, 81; Tirmizî, Cennet, 15.)
Cennet ve oradaki hayat ölümsüz ve
sonsuz olup, cennetlikler burada ebedî olarak yaşayacaklardır. Zaten cenneti
cennet yapan ve oradaki hayatı değerli ve üstün kılan, oranın ebedî ve ölümsüz
oluşudur. Bütün güzellikleri ve üstün nimetlerine rağmen, eğer cennet de bu
dünya gibi, geçici ve fani olsaydı, orada da ölüm olsaydı, o zaman, orasının da
bir değeri olmazdı. Demek ki, ebedîlik ve ölümsüzlük dahi, cennette
başlı başına büyük bir nimettir ve onu değerli kılan da bu vasfıdır.
Unutmayalım ki, cennet bu dünyada
yaşarken kazanılacaktır. Orayı
kazanmanın yolu, Allah’ü Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kaderine îmân etmekten; Allah’ü
Teâlâ’nın rızası dairesinde Kur’ân’a ve Hz. Peygamber (asm)’in sünnetine uygun
amel işlemek ve güzel ahlâkla yaşamaktan geçer. Başka kurtuluş yolu yoktur. Bu
yüzden cenneti kazanmak için hepimiz bu dünyada gayret sarf etmeliyiz. Allah’ü Teâlâ
cümlemize Cennet’e girmeyi ve ebedîyen rızasına mahzar olarak orada yaşamayı
nasip etsin. Âmîn.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yorumlar
Yorum Gönder