Yerin Yuttuğu Sahabi Hubeyb bin Adiyy Radiyallahü Anh
Yerin Yuttuğu
Sahabi Hubeyb bin Adiyy Radiyallahü Anh
Tevhid inancının inatçı düşmanları, gözlerini kamaştıran İslam
nurunu gölgelemeye güçlere yetmeyince, çeşitli hilelere başvurmaktan geri
durmadılar. Bilhassa Bedir gibi Uhud’da da elebaşlarını kaybedince iyice
azdılar ve intikam hıncıyla tutuştular.
Lihyanoğullarıyla anlaşan Adal ve Kare kabilesinden bir grup,
Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamberimize müracaatta bulundular: “Yâ
Resûlallah, İslamiyet kabilemiz arasında yayılmaya başladı. Sahabilerinden
birkaçını bizimle gönder de bize Kur’ân öğretsinler, İslamiyet’i anlatsınlar.”
Bu masum ve makul isteği cevapsız bırakmayan Peygamberimiz,
Hz. Mersed bin Ebî Mersed Radiyallahü Anh başkanlığında, Suffe Ashâbı’ndan 10
zatı bu işle vazifelendirdi.
İrşat heyeti, Mekke’den gelenlerle yola çıktı. Uhud Savaşı’ndan
dört ay sonraydı. Hicret’in 4. senesi Sefer ayı başlarıydı… Kafile Recî Suyu’nun
başına gelince, âdi bir hıyanetle yüz yüze geldiler. Lihyanoğullarından 100
kadar gözü dönmüş nasipsiz, bu masum ve müdafaasız kimselere saldırmaya
yöneldiler. Durumun vahametini anlayan Hz. Mersed, arkadaşlarını yakınlarındaki
dağa çekti. Etraflarını saran düşman, onları sıkıştırmaya başladı. Onlar da
kılıçlarını çekip kendilerini savunmaya çalıştılar. Fakat çok geçmeden yedi
sahabi şehit düştü. Geriye kalan Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah
bin Târık Radiyallahü Anh, müşriklerin öldürmeyeceklerine dair söz vermeleri
üzerine teslim oldular.
Çapulcular, bu üç sahabiyi sıkıca bağladılar. Mekke’nin yolunu
tuttular. Esir olarak götürüp satacaklardı. Direnip gitmek istemeyen Hz.
Abdullah bin Târık karşı koydu. Elini çözerek kılıcına sarıldı. Fakat müşrikler
fırsat vermediler, bu yüce insanı taşlayarak şehit ettiler.
Ellerinde kalan Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’i Mekke’ye götürdüler.
Hz. Hubeyb, Hicret’ten önce Müslüman olmuştu, Ensar’ın ileri gelenlerindendi.
Bedir Savaşı’nda üstün kahramanlık göstermiş, müşriklerin büyüklerinden Hâris
bin Âmir’i öldürmüştü. Uhud’da da büyük fedakârlıklar sergilemişti.
Lihyanoğulları, Hz. Hubeyb’i Hâris bin Âmir’in çocuklarına 100
deve karşılığında sattılar. Hâris’in üvey kardeşi Huceyr de, Hz. Hubeyb’i,
cariyesi Mâviye’nin evine hapsetti. Gayeleri, bir müddet işkence yapıp eziyet
çektirdikten sonra öldürmekti.
Dünyayı kucaklayacak güçlü bir imana sahip olan Hz. Hubeyb,
İlahî takdire boyun eğerek, derin bir sabır ve tam bir tevekkül içinde Rabb’ine
kavuşacağı günü bekliyordu. Çünkü o, Resûlullah tarafından yüce bir gaye için
vazifelendirilmişti. Yeni Müslüman olanlara Allah’ın kelamını öğretmek,
İslam’ın güzelliklerini anlatmak için yola çıkmıştı. Bu uğurda başına gelecek
her şeyi tam bir rıza ile karşılaması gerekirdi. Hayatta kalıp vazifesini yapsa
da kârdaydı, bir ihanete kurban gitse de kazançlıydı. Çünkü şehadet
mertebesini kazanacaktı.
Hz. Hubeyb’i aç susuz bir şekilde yalnızlığa terk etmişlerdi.
Kaçmaması için de zincire vurmuşlardı. Fakat Hubeyb’i, Rahim olan Rabb’i aç
bırakmadı. Ev sahibi Mâviye bir gün Hz. Hubeyb’in yattığı hücrenin kapısını
aralayınca şaşkına döndü. Hubeyb’in elinde, dünyada benzeri görülmeyen koca bir
üzüm salkımı vardı. Sakin bir şekilde tane tane yiyordu. Daha sonra Müslüman
olan Mâviye, bu durumu şöyle anlatıyordu:
“Ben Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim... O mevsimde
değil Mekke’de, dünyada dahi bir üzüm tanesi bulunmazdı. Kendisi zincire
vurulmuş olduğu hâlde, elinde bir insan başı büyüklüğünde üzüm salkımı vardı.
Herhâlde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu…”
Mâviye bir defasında gelerek, gizliden Hz. Hubeyb’e ihtiyacı
olup olmadığını sordu. Hubeyb asla nefsini düşünmüyordu. İmanına bir zarar
gelebileceği endişesini taşıyordu: “Bana tatlı su içirip, putlar adına
kesilmeyen hayvanların etinden yedirmenden ve bir de, beni öldürecekleri günü
önceden haber vermenden başka senden bir şey istemiyorum.”
Mâviye anlatıyor: “Hubeyb’in öldürüleceği gün kararlaştırılmıştı.
Vallahi ölüm haberini duyunca onun yüzünde zerre kadar bir üzüntü, durumunda en
küçük bir endişe görmedim. Sadece ölmeden önce vücut temizliğini yapmak üzere
benden emanet olarak bir ustura istedi. İsteğini yerine getirdim.”
Bütün Mekke halkı toplanarak Hz. Hubeyb’i öldüreceklerdi.
İntikamlarını vahşi bir şekilde bu masumdan alacaklardı.
Gün aydınlanmış, sabah olmuştu. Menfur emellerine kavuşmak
isteyen bir grup Kureyş putperesti, Hz. Hubeyb’in zincire vurulduğu eve
geldiler. İntikam ateşinden alev alev olmuş gözlerini Hz. Hubeyb’in üzerine
diktiler. İman çağlayanı büyük sahabi, bir melek masumiyeti içinde bekliyordu.
Gayet rahat ve sakindi. Üzerinde en ufak bir telaş eserini görmek mümkün değildi.
Müşrikler bağlı olduğu prangadan çözerek onu hücresinden
çıkardılar. Mekke’ye iki fersah uzaklıkta bulunan Ten’im mevkiine götürüp idam
etmek üzere yola çıktılar.
Müşrikler, avını ele geçirmiş aç canavar hâletiyle menhus bir
sevinçle ilerlerken, Hz. Hubeyb de, mazlum bir eda, fakat metin ve vakur
adımlarla Allah’a kavuşacağı mekâna gidiyordu. Yolda Hz. Zeyd bin Desinne ile
karşılaşmış, birbirlerini teselli etmişlerdi.
Ten’im âdeta bir panayıra dönüşmüş, çoluk çocuk, genç ihtiyar,
kadın erkek oraya dökülmüştü. Bu iki mazlumun öldürülüşünü seyredecek, Bedir’in
ve Uhud’un acısını dindireceklerdi güya…
Derince bir çukur kazdılar. Kurumuş koca bir ağaç bedenini
getirerek diktiler. Bu bir idam sehpasıydı. Hz. Hubeyb’i idam sehpasının
yanına götürdüler. Hz. Hubeyb bir müddet durdu. Müşriklerden hiçbir talepte
bulunmamıştı. Fakat son olarak Rabb’inin huzuruna çıkmak istiyordu, “Müsaade
ederseniz, bırakın da iki rekât namaz kılayım.” dedi. Müsaade edildi.
Hz. Hubeyb, âdap ve erkânına dikkat ederek huşu içinde iki
rekât namaz kıldı. Selam verdikten sonra müşriklere dönerek, “Vallahi eğer
ölümden korktu da namazı uzattı zannına kapılmayacak olsaydınız, namazı uzatır
ve çoğaltırdım!” dedi. Bu hâldeyken bile imanla bağdaşmayan korkaklık eserini
kabul etmiyordu.
Böylece, İslam tarihinde idamdan önce iki rekât namaz kılma
âdetini Hz. Hubeyb başlatmış oldu…
Müşrikler, Hz. Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü
ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer
düşüncesiyle son olarak şu teklifte bulundular:
“Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest
bırakalım.”
Hz. Hubeyb, hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Bunu kabul
etmek, onun için ölümlerin en kötüsüydü. Vakur bir sesle gürledi:
“Hayır, vallahi dinimden dönmem, hattâ bütün dünyayı da bana
verseniz vazgeçmem!”
Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle, şimdi senin
yerine Muhammed’in öldürülmesini, senin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ
salim yaşamanı isterdin, değil mi?”
Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hz. Hubeyb’in verdiği
cevap, canileri ürküttü: “Vallahi Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa,
canımdan olmaya razıyım!” Daha sonra şöyle devam etti:
“Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehemmiyeti yoktur.
Vallahi ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vurulup hangi yanım
üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır. O
dilerse, parça parça olan vücudumu feyze eriştirir.”
Müşrik topluluğu fedakârlığın ne olduğunu bilemiyorlardı.
Ortalığı bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Bu sözlere sadece istihza ile gülüp
geçiyorlardı. Şirkin bütün çirkinliği suratlarına aksetmişti.
Haksız yere canına kıydıkları için Hz. Hubeyb, onlara içten
gelen bir beddua etti: “Allah’ım, Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını
darmadağın et! Birer birer canlarını al, hiçbirisini sağ bırakma!” Bu beddua
Ten’im mevkiinde yankılanınca müşriklerin kimisi kulağını tıkadı, kimisi yere
kapaklandı. Daha sonra günlerce müşrikler arasında bu beddua çalkalandı durdu.
Hz. Hubeyb’in imanındaki sebatını ve kararlılığını gören
müşrikler, Uhud’da babaları öldürülen eli mızraklı 40 gence hücum emrini
verdiler. Dört bir yandan fırlatılan mızraklar Hz. Hubeyb’in vücuduna
batıyordu. Bağlandığı ağaç kımıldayınca yüzü Kâbe’ye döndü. Hz. Hubeyb’in bu
duruma sevindiği hissedilmişti. Hâlâ dua ediyordu: “Allah’ım, eğer ben Senin
katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıbleden başka tarafa çevirme!” diyordu.
Artık kimse ondan sonra yüzünü çeviremedi.
Ruhunu teslim edeceğini anlayan Hz. Hubeyb, son olarak Resûlullah’a
selam göndermek istedi. Fakat orada selamını ulaştıracak kimsecikler yoktu.
“Allah’ım, Sen bize Resûlünün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize reva görüleni
de sabahleyin o Resûlüne eriştir. Allah’ım, selamımı Resûlüne ulaştıracak
kimseyi bulamadım. N’olur, selamımı Sen ulaştır!” diye niyazda bulundu.
Peygamberimiz o sabah sahabileriyle sohbet ediyordu. Birden
üzerinde vahiy hâli belirdi, “Ve aleyhisselâm” dedi. Sahabiler, “Kimin
selamını aldın, yâ
Resûlallah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Kardeşiniz
Hubeyb’in selamını… Müşrikler onu şehit etti!” buyurdu. Selamı tebliğ eden,
Cebrâil’di (a.s.).
Bütün müşrik gençleri, ellerindeki mızrakları atıp bitirdiler.
En sonunda Hâris bin Âmir’in oğlu Ukbe gidip mızrağını Hz. Hubeyd’in göğsüne
sapladı, mızrağın ucu arkasından çıktı. Hz. Hubeyb, Şehadet Kelimesi getirerek
cennete uçtu.
Müşrikler, gelen geçen görsün, her tarafa yaysın diye, Hz.
Hubeyb’in cesedini darağacından indirmediler. Bu vaziyeti haber alan
Peygamberimiz, Hubeyb’in cesedini indirmek için Hz. Amr bin Umeyye’yi Radiyallahü
Anh vazifelendirdi ve kendisine cenneti müjdeledi.
Cesedin yanında bekçiler vardı.
Bir gece gizlice yaklaşan Hz. Amr, cesedi çözdü, indirdi,
sırtına alarak uzaklaşmak istedi. Durumu fark eden bekçiler, Hz. Amr’ın peşine
düştüler. Hz. Amr, Hz. Hubeyb’in cesedini yere bıraktı. Ceset yere düşünce, yer
yarılarak cesedi yuttu. Ne bekçiler gördü, ne Hz. Amr… Cenâb-ı Hak, tekrar
müşriklerin eline geçmemesi için, büyük şehidin cesedini gizlemişti!
Hz. Hubeyb’i “şehitlerin ulusu” olarak vasıflandıran
Peygamberimiz, “O benim cennette komşumdur.” buyurmuştu.
Allah ondan razı olsun![1]
[1]Sîre, 3: 178-179;
Üsdü’l-Gàbe, 2: 103-105; Tabakât, 2: 55-56; 4: 249; 8: 301-302; İstiâb, 1: 432;
Buhârî, Megâzî: 30.
Yorumlar
Yorum Gönder