İslâm’ın Mahlûkâta Bakışı
İslâm’ın Mahlûkâta Bakışı
Osman Nuri Topbaş
Bir Soru Bir Cevap
Efendim; “İslâm’ın,
mahlûkâta bakışta nasıl bir gönül hassâsiyeti telkin etmekte olduğunu îzâh eder
misiniz?”
Âlemler Sultânı
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ
أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile
beraberdir.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 163)
Bu beraberliğin en
büyük nişânesi de, hâl ve davranış, hissiyat ve fikriyat beraberliğidir.
Cenâb-ı Hak, âlemlere
rahmet olarak gönderdiği Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i,
bütün insanlığa bir “üsve-i hasene”, yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak
armağan etmiştir. Bir mü’minin, Cenâb-ı Hak ile “yakınlık ve dostluk” kurarak
insan-ı kâmil hâline gelebilmesi de, ancak Rahmet Peygamberi Efendimiz
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinden ve gönül dokusundan nasîb alıp
her hâlükârda O’nunla beraber olmasına bağlıdır.
Kâmil insan modelinin
iki fârik vasfı vardır. Bunlar:
تَعْظِيمٌ لِأَمْرِ اللَّهِ Tâzim li-emrillâh: Allâh’ın emirlerini huşû ile, kalp ve
beden âhengi içinde, tâzim ile tatbik edebilmek.
الشَّفَقَةُ عَلَى خَلْقِ اللَّهِ Şefkat alâ halkillâh: Şefkat alâ halkillah, yani Allâh’ın bütün
mahlûkâtına merhamet ve şefkat göstermek.
Zira bu imtihan
âleminde bütün mahlûkat, insan için yaratılmış ve onun emrine âmâde
kılınmıştır. En küçüğünden en büyüğüne kadar her biri, yaşadığı toplum tarzı,
rızkı ve kendisine verilen sevk-i tabiîlerle, ilâhî azamet ve kudret
akışlarının muhteşem bir tecellîsi durumundadır.
Bütün mahlûkat, sahip
oldukları husûsiyetler vesîlesiyle bizleri dâimâ tefekküre davet etmektedir.
Bizlere düşen de, onlara şefkat ve merhametle yaklaşıp imkânlar nisbetinde
hizmetlerini görmeye çalışmaktır.
Mahlûkâta gösterilmesi
gereken şefkat ve merhamet husûsunda, Peygamber Efendimiz’in ne derece hassas
bir gönle sahip olduğuyla ilgili bir vâkıayı, Abdullah bin Mesûd -radıyallâhu
anh- şöyle nakletmektedir.
Biz bir yolculukta
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraberdik. Efendimiz bir ihtiyacı
için yanımızdan ayrıldı. O sırada bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı.
Biz yavrularını aldık, kuş ise aşağı yukarı çıkıp inerek çırpınmaya başladı.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz geldiğinde bu hâli gördü
ve şöyle buyurdu:
“–Kim bu zavallının
yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” (Ebû Dâvûd,
Cihâd 112/2675, Edeb 163-164)
Yine bir defasında
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yanık bir karınca yuvası görmüşlerdi.
Karıncaların harâb edilmiş yuvası, O’nun rakîk gönlünü büyük bir üzüntüye
garketti. Derin bir teessürle:
“Kim yaktı bunu?!
Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabbine mahsustur.” buyurdular. (Bkz. Ebû
Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268)
Zira O’nun hassas,
rakik ve diğergâm rûhunda, bütün muzdarip mahlûkâtın ıztırâbından dolayı âdeta
bir mahşer kaynamaktaydı.
Şefkat ve Merhamet
Peygamberi Efendimiz’in, hayvanlara güzel muâmele husûsunda sergilediği
muhteşem bir tablo da, Mekke fethine giderken vukû bulmuştur. On bin kişilik
muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talûb’a doğru giderken, yolda
yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gören
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı
yanına çağırarak onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikmiştir. Sonra
da onların İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte
bulunmuştur. (Vâkıdî, II, 804)
Yaratan’dan ötürü
yaratılanlara şefkat ve merhamet gösterip, fedâkârâne hizmet etmenin,
kendisinde nasıl bir gönül feyzi hâsıl ettiğini, Bahâüddin Nakşibend Hazretleri
şöyle nakletmektedir:
“Hocamın emrettiği
yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri îfâ ettim. Benliğim o hâle geldi ki,
yoldan geçerken, Allâh’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur,
önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hâlim yedi sene devam etti. Bu hizmetin
mukābilinde öyle bir hâl tecellî etti ki, onların inilti sûretinde hazin hazin
sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hisseder hâle geldim.”
Ferîdüddîn Attâr
Hazretleri de, mahlûkâta karşı sahip olunması gereken gönül hassâsiyetini,
naklettiği bir kıssada, temsîlî bir üslûb ile şöyle ifâde etmektedir:
Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh- bir gün yolda aceleyle giderken farkına varmadan bir
karıncayı incitti. İncinen karınca, elini ayağını oynatarak yerde
çırpınmaktaydı. Hazret-i Ali, karıncanın içine düştüğü durumu görünce pek
üzüldü. O Allâhʼın arslanı, bir karıncanın incinmiş hâlinden dolayı perişan
oldu. Karıncanın kendine gelip yürümesi için bir hayli emek sarf etti, birçok
çâreye başvurdu. Fakat nâfile…
O gece Hazret-i Ali
-radıyallâhu anh-, rüyasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’i gördü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle
buyurdular:
“‒Ey Ali! Yolda acele
etme! İki gündür bir karınca yüzünden gökler mâteme boğuldu. Buna da sen sebep
oldun. Yoldaki karıncayı incittin. Öyle bir karıncayı incittin ki, o Allâh’ın
nârin ve hassas bir mahlûkuydu. Vazifesi, Allâh’ı zikretmekti.”
Hazret-i Ali’nin
vücudu titremeye başladı. Allâh’ın arslanı, bir karınca yüzünden ne hâllere
düşmüştü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Merak etme! Allah
indinde şefaatçin, yine o karınca olacak. O karınca Cenâb-ı Hakk’a ilticâ
edecek ve: «Yâ Rabbi! Hazret-i Ali bu işi kasten yapmadı. Bana bir zarar
verdiyse de o, Sen’in velî bir kulundur. Sen onu bağışla!» diyecek.”
buyurdular.
Ey yiğit! İyi bil ki
böyle bir mâneviyat arslanının bir karıncaya karşı bu hâle düşmesi, dînî
hassâsiyetinden kaynaklanıyordu. Görüldüğü üzere Hazret-i Ali gibi haşmetli bir
yiğit bile, bir karınca yüzünden nasıl dertlere düştü!
Hakk’ın
tecellîlerinden haberdar olan, Allâh’ın emrine uyan ve bu emre göre hareket
eden kişiye ne mutlu!
Eğer tam bir cehâletle
yolculuk edersen, pâdişah bile olsan yoksul sayılırsın. Önce Hak yolunda
istikâmetlenmek, sonra da mesafe almak gerek. Çünkü yolu görmeden yolculuk
olmaz. Yolu görmeden yola ayak basarsan, sonunda baş aşağı olursun. Yolda körü
körüne gidersen, diğer mahlûkattan akıl bakımından ne farkın olur. Yol eri
isen, ayağını hesaplıca bas! Çünkü bu âlemde gökteki aydan, deryadaki balığa
kadar her şey hesaplanmıştır. Eğer fermansız adım atarsan, dermansız dertlere
uğrarsın.
Burada bir adımlık yol
yürürsen, mezarda koca bir âlemi yürümene lüzum kalmaz. Burada bir adımlık yol
yürüyeni öbür âlemde yüzlerce cihan mesafe kat etmiş gibi görmek gerek.
Buradaki şaşkınlık bir anlıktır ama, orada yüzlerce âleme bedeldir. Burada
mâsumâne bir adım atarsan toprak içinde yüz fersah yol alman gerekmez.
Mâdem ki her an böyle
bir kâr elde etmen mümkün, öyleyse niçin vaktini tembellikle ziyan ediyorsun?..
(Ferîdüddîn Attâr, İlâhînâme, s. 74-76)
Şâir Firdevsî de
Şehnâme adlı eserinde, bir karıncanın bile hukûkunu koruyacak kadar hassas bir
gönle sahip olmanın lüzûmunu ne güzel ifâde eder:
ميـازار مـورى كه دانه كشست
كه جان دارد و جان شيرين
خوشست
“Bir yem tânesi çeken
karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”
Velhâsıl bu imtihan
dünyasında, âdeta bir mayın tarlasında yürüyormuşçasına büyük bir dikkat ve
rikkatle hareket ederek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının bâzen büyük, bâzen orta,
bâzen de küçük bir şeyde gizli olduğunu unutmamak lâzımdır. Gazabı için de aynı
durum geçerlidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbedecek en ufak bir
hayrı bile îfâya gayret göstermeli; -Allah muhâfaza buyursun- O’nun kahrını
tecellî ettirecek en küçük bir yanlış hareketten de şiddetle kaçınmalıyız.
Cenâb-ı Hak, bizleri,
gönüllerini “tâzim li-emrillah” ve “şefkat alâ halkıllah” düstûruyla tezyîn
ederek Hakkʼa vuslat yolunda mesâfe kat eden kâmil mü’minlerden eylesin!
Âmîn…
Yorumlar
Yorum Gönder