Süleyman Aleyhisselâm'ın Adaletli Kararı
Süleyman Aleyhisselâm'ın Adaletli Kararı
Allah Davut Peygamber'e
oğlu Süleyman'ı ihsan edince, Allah'ın bu lutfundan dolayı Davud Aleyhisselâm
pek sevindi ve memnun oldu, onun terbiyesine tahsiline çok dikkat etti ve itina
gösterdi. Süleyman, böyle bir itina ile büyüdü, olgunluk çağına geldi, her
bakımdan üstün bir delikanlı oldu.
Süleyman, babasıyla
beraber bulunuyor, bilhassa babasına halk tarafından arz olunan davaları izler,
babasının hak ve adalete uygun olarak verdiği hükümleri dikkatle takip ederdi.
Yine bir gün Davud
Aleyhisselâm oğlu Süleymanla beraber otururken, birbirlerinden davacı iki adam
içeri girdiler.
Davacılardan biri hasmını
göstererek:
- Bu adamın koyunları
benim ekili tarlama girdiler, harap ettiler, bütün ekinlerimi yiyip tükettiler,
dedi.
Davut Aleyhisselâm
koyunların sahibine:
-Bu adamın dediği gibi
senin koyunların onun ekinlerini tahrip ettimi? Dedi.
-Evet. Ey adil
hükümdarımız. Malesef öyle olmuş dedi.
Davud Aleyhisselâm
-Öyle ise tarla sahibi,
harap olan ekinlerinin zarar, ziyan karşılığı olarak bu koyunlara sahip olur, dedi.
Ozaman Süleyman, ayağa
kalktı ve şöyle söyledi;
-Ey Allah'ın Peygamberi. Bu
meselede benimde bir fikrim var, müsaade ederseniz arz edeyim, dedi.
Davud Aleyhisselâm:
- Söyle bakalım.
Süleyman:
-Koyunların sahibi tarlayı
alır, ıslah eder, eker, diker. Tarla sahibi de koyunları alır, koyunların
sütünden ve diğer şeylerinden faydalanır; tarla eski eski haline gelkince tarla
sahibi tarlasını, koyunların sahibi de koyunlarını geri alırlar, dedi.
Davut Aleyhisselâm oğlunun
bu buluşunu pek beğendi ve ona:
Bundan sonra halkın bu
davalarına senin bakman lazım, ben artık ihtiyarladım sen ise-maşallah- olgun
fikirli bir adam oldun, dedi.
Hz. Süleyman’ın Saltanatı
1. Kısım
Hz. Davud’un on dokuz
oğlundan Süleyman aleyhisselâm on üç yaşında onun varisi olarak yerine geçti ve
insanlar arasında hak ve adalet ile hükümler yerine getirmek hususunda
peygamberlik ve hükümdarlık makamını tuttu. Allahü Teâlâ’nın nimetlerini
anlatıp teşhir ederek kendilerine verilen faziletli ilmi ve mucizeleri tasdik
için halkı davet etmek üzere:
— Ey insanlar! Bize kuş
mantıki, kuşdili öğretildi, dedi.
Süleyman aleyhisselâm
Allahü Teâlâ’nın kendisine kuş mantıkî ve kuş dilini öğretmesini söylemekle
peygamberliğini anlatmış oluyordu. Hükümdarlığını da ifade etmek için şöyle
dedi:
— Bize her şeyden verildi.
Şüphesiz ki bu öğretilen ilimle verilen servet herhalde apaçık bir ihsandır. Allahü
Teâlâ’nın hamd ve senaya lâyık olan ve mü’min kullarından birçoğuna bile nasip
olmamış bulunan o açık fazilet ve ihsanıdır ki, bunun şükrünü eda etmek için
Allah’ın kullarını bu nimetten istifadeye davet etmek bir vazife teşkil eder.
Allah’ü Teâlâ, Süleyman
aleyhisselâma insan, cin ve kuşlardan kurulu ordular ihsan etmişti. Bunlar
baştan sona zabt ve mertebelerine göre kumandanlarıyla sevk ve idare
olunuyorlardı
Süleyman aleyhisselâm bu
muhteşem ordusuyla bir gün yola çıkmıştı. Karınca Vadisi üzerine vardıkları
zaman dişi bir karınca arkadaşlarına:
— “Ey karıncalar! , yerlerinize,
yuvalarınıza çekilin, yoldan savulun; Süleyman ve askerleri sizi kırmasınlar. Bile
bile bir karıncayı sebepsiz öldürmezler amma farkında olmazlar da kırar
geçirirler. Onun için yerlerinize çekilin de kendinizi kırdırmaya sebep olmayın.”
Diyerek edep ve nezaket dairesinde hakimane bir şekilde maiyyetini korudu ki
burada ince bir karınca siyaseti vardır.
Fahruddîni Razî der ki: Bâzı
kitaplarda gördüğüme göre karıncanın diğerlerine içeriye girmelerini emretmesi
şunun içindir ki kavmi, Süleyman aleyhisselâmın saltanatını görürler de Allahü
Teâlâ’nın kendilerine olan nimeti hakkında nankörlüğe düşerler diye korktu. “Sakının
sizi kırmasınlar» demekten muradı bu idi, yani kuvvei mâneviyyelerinin
kırılması idi. Bu suretle bunda Dünya erbabı ile oturup kalkmanın mahzuruna bir
tenbîh vardır.
Bunun üzerine Süleyman
aleyhisselâm o karıncanın sözünden gülercesine tebessüm etti. Karıncanın kavmi
hakkındaki tedbir ve siyaseti ile kendi askeri hakkındaki güzel görüşü hoşuna
gitti. Muhtemelen bir karıncanın bunları medih makamında şuursuzlukla mazur
görmesi de tuhafına geldi. Ve onun bütün bu duygularını Allah’ü Teâlâ’nın
kendisine bildirmesinden de memnuniyetle pek duygulanarak şöyle dua etti:
— “Ey Rabbım! . Beni
nefsime zabit kıl ki bana ve valideynime ihsan buyurduğun nimetine şükredeyim
ve hoşnut olacağın iyi bir amel yapayım ve beni rahmetinle salih kulların içine
dâhil buyur.”
Süleyman aleyhisselâm bu
duâsıyla Rabbından iki şey istedi. Evvelâ kendini nefsine bırakmayıp doğrudan
doğruya idare ederek nefsine hâkim kılmasını istedi. Bunda da hususiyle iki
maksat gözetti; birisi, kendine ve ana – babasına olan geçmiş nimetlere şükür, diğeri
de gelecek için rızaya uygun olacak şekilde iyi hizmetler yapmaya muvaffak
olmak, ki bunun ikisi dünyada âhiret sevabının vesilesini talep, ikincisi de, salih
kulların içinde rahmetine dahil buyur, diye âhiret sevabının kendisidir. Burada
salihlikten murad, tam ve kâmil mânâda bir salihliktir ki, hiç bir günâh lekesi
olmayarak Rahman’ın rahmetine kavuşmaktır. Saltanat tecelliyatının harikalar
koparıcı bir deminde Hz. Süleyman’ın bu duası ile ibraz ettiği kudsî ruh, fazilet
hisselerinin başı olmak lâzım gelen devlet adamlarına çok yüksek ilhamlar
verecek dersleri ihtiva eder.
Süleyman aleyhisselâm bu
duasından sonra kuşları, uçar kuvvetleri teftiş etti. Devlet adamlığı, Devletin
kuvvetlerini ve işlerini parçalarına varıncaya kadar tetkik etmeyi icab
ettiriyordu. Bu teftişinde araştırmalarını bitirdikten sonra:
— “Ben niye Hüdhüd kuşunu
görmüyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Elbette ona şiddetli bir azap ederim
veya boynunu keserim, yahut da bana her halde açık kuvvetli bir delil getirir.”
Kadı Beyzavî’nin
naklettiği şekilde rivayet olunuyor ki, Süleyman aleyhisselâm Beyti Makdis’in
binasını tamamlayınca hac için hazırlanıp Harem-i Şerife gitti. Burada dilediği
kadar kaldıktan sonra Yemen’e doğru yola çıktı. Sabahleyin Mekke’den çıkıp
öğleyin San’aya vardı. Buranın arazisi hoşuna gitti ve oraya konakladı, fakat, su
bulamadı. Hüdhüd ise keşifçisi idi. Suyu iyi bulurdu... Bunun üzerine araştırdı
bulamadı. Çünkü Süleyman aleyhisselâm indiği sırada o havada bir devir yapmış
diğer bir Hüdhüd’ün durduğunu görmüş yanına inmişti, ikisi anlaşmışlar, bunun
üzerine onun anlattığını görmek üzere beraber uçmuş daha sonra ikindiden sonra
gelip anlatmıştı. Beyzavî bunu naklettikten sonra:
— “Allahü Teâlâ’nın
taaccüp edilecek kudretinde ve has kullarına bahşettiği hususiyetlerde belki
bundan daha büyük şeyler vardır, Onları tanıyanlar tasdik edip hürmet duyarlar,
imân sânından olmayan inkârcılar da bıkar ederler» diye bir ihtar yapmıştır.
Burada kuşun bir posta
veya keşif teyyaresi gibi düşünülmesi de mümkündür. Tayyareyi gören zamanımız inkârcılarının
bunları inkâr etmesi ise büsbütün manasızdır.
Derken bekledi, çok
geçmeden Hüdhüd geldi ve mazeretini beyan eden açık ve kat’î bir delil ile
gelerek:
— “Ben senin henüz
varamadığın yere vardım, dolaştım, keşiflerde bulundum. Sence tamam olmayan
bilgileri etraflıca kavradım. Sana Sebe’den ehemmiyetli, yakîn bir haber
getirdim. Ben orada bir kadın buldum ki onlara hükümdarlık ediyor. Kendisine
her şeyden verilmiş ve azametli bir tahtı var. Ben o kadını ve kavmini Allah’a
değil, Güneş’e secde eder olarak buldum. Şeytan onlara amellerini yaldızlamış, bu
suretle Allah’a secde etmemeleri için kendilerini yoldan sapıtmış da doğru
gidemiyorlar. O Allah ki Göklerde ve Yerlerde gizliyi çıkarır ve neyi
saklıyorlar, neyi açıklıyorlarsa bilir. Allah’tan başka ilâh yok ancak O, O
büyük Arş’ın sahibi O, dedi.
Hüdhüd’ün anlattığı bu
kadının ismi Belkıs binti Şerahîl veya Belkıs binti Hed’hâd ibni Şerahbil
olarak bildirilmekte ve 20 sene hükümdarlık ettiği kaydedilmektedir.
Hüdhüd’ün ifa ettiği
hizmetin zevkiyle neşeli bir şekilde “senin varmadığın yerlere vardım» diye
söze başlamasında Süleyman aleyhisselâma Allahü Teâlâ tarafından bir ikaz
cilvesi vardır. “Ehemmiyetli, yakîn bir haber getirdim» demesinde, Devlet
kapısına arz olunacak haberlerin iyi tahkik olunarak şüpheden salim olmasının
lüzumuna işaret vardır. Belkıs’ın servet ve saltanatını azametle vasfetmesi de
Hz. Süleyman’ı heyecana getirmek içindir.
Fakat dikkate şayandır ki
Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd’ün diğer anlattıklarına hiç ehemmiyet vermiyor
ancak bu kadının ve kavminin Allah’ı bırakıp Güneş’e taptıklarını anlatınca, o
vakit:
— Bakalım, doğru musun
yoksa yalancılardan mısın? Dedi. Böylece Hüdhüd’ün “yakîn bir haber» teminatını
kâfi görmedi, haberi vahid ile amel etmedi. Zira bir taraftan başkasının hukuku
taalluk ediyordu, aynı zamanda Hüdhüd kaybolmuş olmak itibariyle töhmet altında
bulunuyordu. Bu bakımdan tahkik ile amel etmek; gerekiyordu. Bunun için şu emri
verdi:
— Şu mektubumu götür de
onlara bırak, sonra dön kendilerinden de bak neye varacaklar;
Burada Hüdhüd bir posta
hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir güvercinin mektup götürmesinden
fazla bir şey var. Çünkü bıraktıktan sonra çekilip netice hakkında bir tecessüs
yapması da emr olunuyor. Hüdhüd bu emri ifa etti. Onun için Belkıs:
— “Ey milletin ayanı, ileri
gelenleri, dedi. Bana bakın: Bir mektup bırakıldı bana; çok mühim, Süleyman’dan
ve şöyle: “Bismillahirrahmanirrahîm. Doğrusu bana karşı kafa tutmayın da Müslim
olarak gelin bana.” Ey milletin eşrafı, ey heyet, bana bir fetva verin. Bu
işimde, vereceğim emir hakkında sizler bana şahit olmadıkça, siz hazır
olmadıkça ben hiç bir iş yapmış değilim. Şimdiye kadar Devlet işlerinden hiç
birinde diktatörlük yapmadım, sizin reylerinizi almadan hiç birini
kendiliğimden icra mevldine koymadım, her ne emir verdimse sizlerin
huzurlarınızda ve reylerinizi alarak verdim. Onun için bu mektup işinde sizin
fetvanızla kuvvet almak istiyorum.”““Sîzler şehadet etmedikçe» denilmesinden
bunların mühim işleri müşavere için huzurunda toplanması mutad olan bir heyet
olduğu anlaşılıyor. Bunların her biri on bin kişiyi temsil etmek üzere üç yüz
on iki kişi olduğu da rivayet edilmiştir.
Bu heyete irad olunan bu
noktada şimdiye kadar hükümet emrinde diktatörlük yapılmamış olması Övülmek ve
reylerinin esas tutulmuş olduğu beyan olunmak suretiyle cemile gösterilerek
meşveretin ehemmiyeti tesbit edilmiştir ki, bunun zahirî bir parlâmento idaresi
emir ve kumandaya müdahale derecesine varmayan meşru bir meşveret ve fetva
verme mahiyetinden ileri gitmediği için müfessirler burada yalnız istişarenin
ehemmiyetinden bahsetmişlerdir.
Bu heyet Belkıs’a şöyle
dediler:
— Biz kuvvet sahipleriyiz
ve şiddetli bir harp ehliyiz.
“Biz» diyenler şahıslarını
değil, mektuba muhatap “olan topluluğun, yani Devletlerinin kuvvetini
kasdederek teslim olmamak için harb etmek lâzım geleceğini düşünerek kuvvetimiz
vardır, şiddetli harp edebiliriz diyorlar, / bununla beraber harb etmeyiz
demiyorlar; ve emre müdahaleyi uygun görmüyorlar da harp olmaksızın bir çare
bulunabildiği takdirde memnun olacaklarını andırır bir şekilde selâhiyeti
teslim ve siyasî edebe riayet ile sözü şöyle bitiriyorlar:
— Bununla beraber emir
sana aittir. Bak şimdi ne emrediyorsun? Harp mi yaparsın, yoksa sulha çare mi
bulursun? Bunun üzerine Belkıs dedi ki:
— Muhakkak ki hükümdar
kısmı bir memlekete harp yoluyla girdikleri vakit onu bozar perişan ederler. Azîz
olan ahalisini zelîl kılarlar. Kati, esaret, haps ve yok etme vesaire gibi
çeşitli zillet ve felâkete mâruz kılarlar. Böyle de yaparlar mı yaparlar. “Bana
kafa tutmayın» diyen Süleyman da böyle yapar. Bu itibarla harpten mümkün olduğu
kadar sakınmak ve memleketi istilâya sebebiyet vermemek icab eder. Ve her halde
ben onlara bir hediye ile elçi göndereceğim de bakacağım; gönderilenler ne ile
dönecekler? Yani bu şekille onların huylarını yoklayacağım da ona göre hareket
edeceğim. Bakalım mal ile savulabilecek kimseler mi?
Bu karar üzerine
gönderilen elçi Süleyman aleyhisselâma vardı. Fakat o bu hediyeyi kabul
etmeyerek şu suretle reddetti:
— Mal ile bana imdad mı
ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği size verdiğinden daha iyi. Hayır, siz
hediyenize güveniyorsunuz. Dön onlara, vallahi karşı gelemeyecekleri ordularla
varırım da oradan kendilerini zinetler içinde hor, hakir oldukları halde
çıkarırım.
Elçiler Belkıs’e varıp
Süleyman ale’yhisselâmın dediğini anlattıklarında “bilmiş olunuz ki, vallahi bu
sade bir hükümdar değil, biz buna takat getiremeyiz» demiş ve tekrar bir elçi
gönderip “milletin beyleriyle huzuruna geliyorum, emrini ve davet ettiğin
dinini görmek arzusundayım» diyerek beraberinde büyük bir toplulukla hareket
etmiş ve tahtını köşklerinin en sağlam ve muhafazalı yerine koydurup kapıları
kilitleyerek ehemmiyetli şekilde emniyet altına aldırmış idi.
Süleyman aleyhisselâm
onların hediyelerine güvendiklerini bilmişti. Bunun üzerine hediyelerini
tehditli bir şekilde iade edince tekrar geleceklerini de bildiğinden gelir
gelmez imânlarına vesile olacak bir harika göstermek istedi ve yanındaki
askerlerinin kumandanlarına şöyle dedi: — Ey heyet! O kadının tahtını kendileri
bana Müslim olarak gelmezden evvel hanginiz getirir?
Cinlerden şer ve kötülükte
ileri gitmiş, tuttuğunu devirir, kuvvetli, becerikli, ele avuca girmez bir
ifrit:
— Ben o tahtı makamından
kalkmadan evvel sana getiririm. Muhakkak ben bu işi yapmaya karşı her hâlde
kuvvetliyim, eminim; hem kolay getiririm hem de hiç bir hiyanet etmem, değiştirip
bozmadan hiç bir şeyi kaybetmeksizin getiririm, diye te’kidlerle teminatta
bulundu.
“Makamından kalkmadan
evvel» diyor ki, Süleyman aleyhisselâm’ın makamında her gün sabahtan öğleye kadar
oturduğu rivayet edilmektedir.
Nezdinde kitaptan bir ilim
bulunan bir zat ise:
— Ben o tahtı sen gözünü
kırpmadan evvel getiririm, dedi. Böyle der demez de Belkıs’ın tahtını yanında
durur vaziyette gören Hz. Süleyman şöyle dedi:
— Bu Rabbımın mutad
cereyan eden sünnetinden değil, fazıl ve ihsanındandır. Bu beni imtihan için ki,
şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Her kim şükrederse sırf kendi lehine
eder, her kim de nankörlükte bulunursa şüphe yok ki Rabbım ganîdir, kerem
sahibidir.
Nezdinde kitaptan bir ilim
bulunan bu zatın Hızır aleyhisselâm, Süleyman aleyhisselâmın kendisi ve
alimlerin ekserisine göre veziri Asaf ibni Berhıya’dır ki Sıddik olup dua
edilince icabet olunan ismi âzami bilirdi. Hz. Süleyman’ın bir mucizesi olmak
üzere veziri böyle bir keramet göstermiştir. Şüphesiz ashabından böyle bir
kerametin zahir olması kendisinin daha çok yüksekliğine delâlet eder. Ve bu
ilim ona verilen ilimden olduğunu anlatır. Bu taht, Hz. Süleyman’ın San’ada
bulunduğu rivayetine göre üç günlük mesafeden getirilmiş oluyor. Zira San’a ile
Sebe’ arası bu kadar zamanda katediliyordu. O sırada San’adan dönüp Şam arzında
bulunduğu rivayetine göre ise iki aylık mesafeden getirilmiş olmaktadır. Bu
kadar mesafeden bir taht göz kırpıncaya kadar nasıl gelir? Şüphe yok ki bu
alelade vak’alardan değil bir keramet ve mucize olmak üzere söz konusudur. Âsaf’ın
bunu söylemesi ile getirmesi bir olmuştur. Yani söyleyinceye kadar getirmişti. Çünkü
ilmini biliyordu. Bir saniyede binlerce kilometre sürat, zamanımız fen
efkârının düşüncesine alışmış olduğu meselelerdendir. Mühim olan nokta ancak bu
hareketi yapmak için tatbik olunacak kuvveti bilmekten ibarettir. Bir sâkiada, bir
cereyanda, bir telgrafta görülen bu sür’at bir kütlede de görülebilir. Yalandan
tesir icra ettiğini gördüğümüz iradenin bir telsiz gibi uzakta da âmil olduğunu
gösteren misâller de yok değildir. Bu cazibe ile cisimlerin fezada uçuştuğu, bir
irade ile uzuvların bedende oynadığı gibi bir irade ile afaktaki bir cismin
mekân atlaması da Kitap’ta Levhi Mahfuz’da sabit plan ilimdendir. (Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder