Yeniden İnşa İçin İlme Sarılmak
Yeniden İnşa İçin İlme Sarılmak
Köklü geçmişten aydınlık ve güçlü geleceğe
Zamanın çehresi değişti. Bilgi çağındayız artık. Milyonlarca veri saniyeler içinde üretiliyor, yapay zekâ en karmaşık sorulara anında cevap veriyor ve fakat bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı bu çağda, hakikate varmak her zamankinden daha zor; çünkü bilgi çoğaldıkça, anlam kayboluyor, insanın iç âlemi ise boşlukla sarsılıyor. Sayılar artıyor, teoriler çoğalıyor ama hakikati arayan gönüllere ışık tutamıyor. Modern insanın trajedisi tam da burada başlıyor: Malumatı bol ama marifeti yok, zekâsı keskin ama irfanı eksik, aklı kalbiyle bağ kuramıyor.
MODERN BİLGİ ANLAYIŞININ ÇIKMAZI
Bugün modern dünyanın
bilgi anlayışıyla kadim medeniyetimizin ilim tasavvuru arasında büyük bir
uçurum var. Batı düşüncesi, bilgiyi yalnızca deney ve gözleme indirgemiş, vahyi
dışlamış, insanı parçalara bölerek çözmeye çalışmıştır. İnsanı akıl ve beden
boyutuyla ele almış; ancak ruhu ve vicdanı dışlayan indirgemeci bir anlayış
benimsemiştir. Böylece insan, maddî varlığı üzerinden tanımlanmış; duygusu,
sezgisi, iç dünyası yok sayılmıştır. Bilgi, bu anlayışta soğuk bir araç olmuş,
hakikate değil güce hizmet eder hâle gelmiştir.
GÜÇ İÇİN BİLGİ, HAKİKAT
İÇİN DEĞİL
Bu yaklaşım, bilginin
sadece ölçülebilir ve kullanılabilir olana indirgenmesini beraberinde getirmiş;
anlam, değer ve istikamet kavramları bilgi üretiminin dışında bırakılmıştır.
“Bilgi güçtür.” anlayışı, zamanla “Bilgi hakikattir.” düşüncesinin önüne
geçmiştir. Neticede bilgi, insanı yüceltmek yerine nesneleştiren; sorumluluktan
ziyade hâkimiyete yönelten bir vasıtaya dönüşmüştür. Böyle bir bilgi
anlayışıyla üretilen bilim, ahlaktan kopuk, hikmetten mahrum ve toplumsal
adaleti gözetmeyen bir yola sapmıştır.
Nitekim modern çağ,
zekânın zirve yaptığı, fakat hikmetin kaybolduğu bir dönem hâline gelmiştir.
Zekâ geliştirilmiş, sistemler kurulmuş, teknolojiler inşa edilmiş; ancak insanî
krizler derinleşmiş, ruhsal bunalımlar çoğalmış, adalet fikri örselenmiştir.
Bilgi; akıl, kalp ve ruh bütünlüğü içinde ilahi bilgiyle yoğrulmadıkça insanı
hakikate taşıyamaz.
CEHALET: BİLGİSİZLİK
DEĞİL, HAKİKATTEN KOPUKLUK
Cehalet, bilgisizlikten
ziyade bazen bilginin yanlış yöne sevk ettiği bir körlüktür. Zihin doludur,
fakat kalp kapalıdır. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle tasvir eder: “Onların
kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır
ama işitmezler.” (A’râf, 179)
Bu hâlin tarihî bir
örneği Asr-ı Saadet’te karşımıza çıkar: Ebu Cehil. Gerçek adı Amr bin Hişâm’dı.
Dönemin en kültürlü, en bilgili, en etkili şahsiyetlerinden biriydi ve fakat
vahyin çağrısına direndi, ilahî hakikate sırt çevirdi. Bu yüzden ona,
“Cehaletin Babası” manasına gelen Ebu Cehil denildi; çünkü bilgi, eğer kişiyi
hakikate götürmüyorsa sadece yük olur. Kur’an-ı Kerim bu durumu şu ayetle
bildirir: “Kim bu dünyada kör olursa, âhirette de kördür ve yolca daha
sapıktır.” (İsrâ, 72)
Bu da gösteriyor ki,
asıl cehalet, hakikate gözünü yummak, bilgiyi duymak ama onunla yön
bulmamaktır. İnsan, gözleriyle görebilir, kulaklarıyla işitebilir, zihni
bilgiyle dolup taşabilir; fakat kalbi hakikate kapanmışsa, bu onun en karanlık
cehaletidir.
Âlim; bilgiyi kalp ile
buluşturan, davranışa dönüştüren, onunla yücelen ve Allah’a karşı gelmekten
sakınan kimsedir. Kur’an-ı Kerim, ilmin dönüştürücü etkisini şu ayetle ortaya
koyar: “Allah’tan ancak âlim kulları gereği gibi korkar.” (Fâtır, 28) Gerçek
âlim, bilen olmanın yanı sıra adil, erdemli ve Allah’tan korkan bir
şahsiyettir. Böyle biri toplumun vicdanı, ümmetin rehberi olur. Bu, ilmin kalbi
etkileyen, sorumluluk doğuran yönünü öne çıkarır. Cehalet ise bu sorumluluktan kaçmanın,
bilgiyle kibirlenmenin ve hakikatten kopmanın adıdır. Bu bağlamda bazen çok şey
bilmek, hakikate en uzak hâle düşmekle sonuçlanabilir.
VAHİY: İLMİN, KALBİN VE
HAYATIN DİRİLTİCİ KAYNAĞI
İnsanın sınırlı aklı
mutlak hakikati tam olarak kuşatamaz. Bu sebeple en güvenilir bilgi kaynağı
ilahî vahiydir. Vahiy, kitabî bir bilgi olmaktan öte Peygamberimizin
örnekliğinde hayat bulan, aklı yücelten, kalbi aydınlatan, insanı istikamete
taşıyan bir diriliş kaynağıdır.
Kerim Kitabımız, Cenab-ı
Hakkın insana bilmediğini öğrettiğini beyan eder (Alak, 5); bu da gösterir ki
insan kendi haline bırakılmamış, aklı vahiy ile yönlendirilmiş, kalbine ilahî
bir nur indirilmiştir. Akıl olayları analiz eder, sezgi derinlik katar, tecrübe
bilgiyi işler; fakat vahiy özü gösterir, hakikatin merkezine ulaştırır.
İslam medeniyeti,
bilgiyi sadece akla indirgememiş; vahyi onun rehberi yapmıştır. Kur’an ve
sünnet, aklı ve tecrübeyi tamamlayan, bilgiye yön veren kaynaklardır. Vahyin
ışığından yoksun bilgi, kuru bir enformasyon; onunla bütünleşen bilgi ise
hikmete ve ihyaya dönüşür.
Tarih boyunca İslam’ın
altın çağları, vahyin rehberliğinde aklın özgürce işlediği dönemler olmuştur.
Bu yaklaşım sayesinde bilim ahlaktan, teknik gelişmeler insanlıktan, kültür ise
ibadetten kopmamıştır. Gerçek bilgi; aklın, kalbin ve vahyin birlikteliğiyle
anlam kazanır. Diriltici olan da budur: Bilgiyi vahiy ile bütünleştirip hayata
taşımak..
İLİMLE YOĞRULMUŞ KULLUK:
İMAN, BİLGİ VE DAVRANIŞ BÜTÜNLÜĞÜ
Kur’an-ı Kerim’de birçok
ayette “iman edenler ve salih amel işleyenler” birlikte zikredilir. Bu, inancın
yalnızca kalpte taşınan bir duygu olmaktan öte davranışlarla bütünleşen bir
değer olduğunun göstergesidir; ancak bir amelin “salih” olabilmesi, o amelin
sağlam bir bilgi temeline dayanmasına bağlıdır; zira niyet halis olsa da
ilimden yoksun bir ibadet, şekilciliğe, yüzeyselliğe ve hatta zamanla sapmaya
götürebilir.
Sahih bilgiye dayanmayan
ibadet anlayışı, bidatlerin yayılmasına, taassubun kökleşmesine zemin hazırlar.
Şuurdan yoksun ibadetler, zamanla ruhsuz bir alışkanlık hâline gelir ve şekle
hapsolmuş bir dindarlığa sürükleyebilir. Böyle bir kulluk anlayışı, Allah
tasavvurunda da dengesizlik doğurur. Kimisi yalnızca azap vurgusuna yönelir,
kimisi sadece sevap beklentisine; böylece rahmet ile adalet arasındaki ilahî
denge bozulur.
Sahih bilgiden ve
ihlastan uzak ibadetlerin bir başka riski ise bireysel dindarlığın toplumsal
ahlâka yansımaması tehlikesidir. Bu durumda insan, namaz kılar ama kul hakkını
gözetmez, dili gıybetten, eli haksızlıktan uzak durmaz; oruç tutar ama kini
dinini gölgeler, gözünü öfke bürür sözüyle incitir, davranışıyla kırar; sadaka
verir ama mal hırsından arınmaz, faizden uzak durmaz; Hacca gider ama riyası
tavafına eşlik eder, kibri Arafat’ta arınmaz, nefsini Mina’da kurban etmez;
Kur’an okur ama emirlerin gereğini yerine getirmez, yasaklananlardan kaçınmaz;
oysa ibadet, şuur ve istikamet ister. Belki şöyle demek mümkündür: İman, yönü
tayin eder; ilim, o yönü nasıl izleyeceğimizi öğretir; amel ise bu yönü hayata
geçiren fiildir. Asıl kulluk, şeklen yapılan ritüellerin dışında ihlâs ve
şuurla ilmin ışığında yaşanan bir hayattır. Gerçek ibadet, şekil şartları
bittikten sonra başlar; çünkü hakikat, Üstat Necip Fazıl’ın şu çarpıcı
ifadesinde saklıdır:
"Namaz camiden
çıkınca, Hac Mekke'den dönünce, Ramazan oruç bitince başlar."
İbadetten maksat
yalnızca namaz, oruç, hac ve zekât gibi bilinen ibadetleri yerine getirmek
değildir. İslam’a göre hayatın tamamı, Allah rızasını gözeterek yaşandığında
bir ibadet hâline gelir. Sabah evden çıkarken güne besmeleyle başlamak, yolda
gördüğünü selamlamak, bir gönlü teselli etmek, işini dürüstçe yapmak, bir çöpü
yoldan kaldırmak dahi ibadet sayılır. Aynı şekilde, bir öğretmenin öğrencisine
adaletle yaklaşması, bir hekimin mesleğini ehliyetle ve merhametle icra etmesi,
bir esnafın ölçüye ve helale riayet etmesi, bir yöneticinin kamu malını emanet
olarak görüp titizlikle sahip çıkması da ibadet kapsamındadır.
Emaneti ehline vermek,
liyakati gözetmek, görevini ihmal etmemek, bir çalışmayı hakkıyla ve vaktinde
hazırlamak, hata yapanları samimiyetle uyarmak, doğru ve dürüst çalışanları
taltif etmek, verdiği sözde durmak da bu anlayışta ibadet olur. İslam’da ibadet
yalnızca camiyle sınırlı değildir; ahlâklı bir meslek hayatı, dürüst bir
ticaret, adaletli bir yönetişim de kulluk halkasının ayrılmaz parçalarıdır. İş
yerinde dakik olmak da mesaiden çalmamak da kamu görevini şahsî menfaate
dönüştürmemek de sorumluluk bilinciyle yapılan birer kulluk tezahürüdür. Aynı
şekilde, bir yetime kol kanat germek, bir mazlumun, bir mağdurun, bir muhacirin
duasını almak için çaba göstermek de ibadettir. Küs olanları barıştırmak için
gayret etmek, gelmeyene gitmek, vermeyene vermek de kulluk şuurunun gereğidir.
Gözyaşı olan yere merhamet, hüzün olan yere sevinç, zulüm olan yere adalet,
nefret olan yere muhabbet ve korku olan yere emniyet taşımak da ibadetin en
canlı göstergeleridir.
Bu noktada, dikkat
çekici bir çelişkiye temas etmek gerekir: Kimileri sürekli “Allah rızası”ndan
söz ederken yaptığı işte sorumluluk bilincinden uzak, özensiz ve keyfî bir
tutum sergileyebilmektedir; oysa İslam’da sözle niyet beyanı, ancak fiille
teyit edildiğinde anlam kazanır. Allah rızasını niyetinde taşıyıp bunu
dillendirmeye gerek duymadan davranışlarıyla gösteren kişiler; mesleğini
layıkıyla yapan, emanete sadakatle yaklaşan, doğruluğu ve hakkaniyeti işinin
her safhasına yansıtanlardır. Buna karşılık, dilinde sürekli Allah rızasını
taşıdığı hâlde işini özensiz yapan; sözüyle özü, söylemiyle eylemi arasında
derin bir uçurum bulunanlar, yalnızca kendilerini kandırmakla kalmaz, aynı
zamanda hem hakikate hem de topluma karşı ağır bir vebalin altına girerler
Bu anlayışa göre ibadet,
Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle geçirilen her anı değerli kılan bir hayat
tarzıdır. İlim ise bu hayat tarzını şuurlu ve dengeli kılar. İmanla anlam bulan
bu yolculuk, ilimle aydınlanır, kulluk bilinciyle kemale erer. Böylece insan,
her anıyla, her sözüyle, her davranışıyla kulluk bilincini yaşayan hakiki bir
mümin hâline gelir.
İLMİN ÜÇ AŞAMASI:
HAKİKATE ULAŞTIRAN MERHALELER
İslam düşüncesinde ilim,
zihinsel farkındalıktan yaşanmış hakikate doğru ilerleyen aşamalı bir süreçtir.
Bu süreç üç temel kavramla açıklanır: ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve
hakka’l-yakîn.
İlme’l-Yakîn (bilmek,
haber almak), sağlam ve güvenilir kaynaklardan edinilen ama henüz şahsî
tecrübeyle pekişmemiş teorik bilgidir. Okuma, dinleme, ders ve anlatım yoluyla
kazanılır. Bu aşama, kavramsal düzeyde farkındalık kazandırır ve bilgi temelli
eğitimi teşvik eder; ancak yaşanmışlık içermez ve bilgi henüz zihinsel düzeyde
kalır.
Ayne’l-Yakîn (görmek,
müşahede etmek), kişinin bilgiyi gözlem, inceleme ve şahitlik yoluyla dış
dünyada görerek pekiştirdiği düzeydir. Bu aşamada kişi, sadece işitmeyle
yetinmez; dış dünyayla doğrudan temas kurar. Öğrenme, zihinsel kavrayıştan
görsel ve duyusal algıya taşınır. Bilgi daha somut hâle gelir; fakat hâlâ kalbî
idrak ve iç dönüşüm gerçekleşmemiştir.
Hakka’l-Yakîn (yaşamak,
hale dönüşmek), bilgiyi içselleştirme, doğrudan yaşama ve kişiliğe dönüştürme
sürecidir. Hakikat artık sadece bilinmez ya da görülmez; doğrudan tecrübe
edilir. Deneyim, içsel farkındalık ve ahlakî sorumlulukla birleşen bu aşama,
ilmin karaktere dönüştüğü, davranışa yansıdığı ve gerçek manada yaşandığı en ileri
düzeydir.
Bu üç aşama, birbirini
tamamlayan bir ilerleyiş çizgisi içinde düşünülmelidir. İlme’l-yakîn bilgiyle
başlar, ayne’l-yakîn gözlemle derinleşir, hakka’l-yakîn ise tecrübeyle hakikate
dönüşür. Bilmek, görmek ve yaşamak aşamaları, şu benzetmeyle daha somut hâle
getirilebilir: Yağmurun yağdığına dair haber almak ilme’l-yakîn; yağmurun
yağmasını gözleriyle görmek ayne’l-yakîn; yağmurda ıslanmak ise
hakka’l-yakîndir.
Bu benzetme, ilmin
zihinden süzülen, kalpte kök salan ve hayata yön veren dinamik bir yolculuk
olduğunu anlatır. Bu merhaleler, eğitimin bilgiyle başlayıp duyguya, ahlaka ve
zarafete ulaşan bütüncül bir inşa süreci olduğunu ortaya koyar.
GELENEKTEN GELECEĞE:
İLMİN MERHALELERİYLE EĞİTİM TASAVVURU
Modern eğitim sistemleri
çoğu zaman bilgiyi, aktarılan ve sınavla ölçülen bir içerik yığınına
indirgemekte; zihni doldurmayı hedefleyip kalbi ve davranışı ihmal etmektedir;
oysa kadim ilim geleneğimizde bilgi, zihinsel bir kazanım olmanın ötesinde
kalpte kökleşen, davranışta şekillenen ve sorumlulukta kemale eren bir inşa
sürecidir.
Bugünün öğrencisi
bilgiye kolayca ulaşabilmekte; ancak bu bilgiyle anlam bağı kurmakta, onu
şahsiyet ve eyleme dönüştürmekte zorlanmaktadır. İslam’ın eğitim anlayışı ise
bilgiyi sadece edinilen bir veri olarak görmez, hikmetle yoğrulmuş ve
sorumluluk bilinciyle içselleştirilmiş bir kişilik inşası olarak görür. Bu
bağlamda klasik ilim merhalelerine dayanan bir eğitim yaklaşımı; ezberci ve
sınav odaklı yaklaşımlara karşılık şahsiyeti önceleyen, ahlak temelli, hikmet
merkezli bir eğitim modeli sunar. Bilginin beceriye, değere ve davranışa
dönüşmesiyle hem fert hem toplum düzeyinde derin bir dönüşüm gerçekleşebilir.
Modern eğitimin en çok
ihtiyaç duyduğu eksik halka da budur: Bilginin karaktere nüfuz etmesi, iradeye
yön vermesi ve sorumluluk bilinciyle toplumda iyilik olarak yankı bulması.
Eğitim bir meslek edindirme aracından ziyade anlamlı ve hikmetli bir şahsiyet
yolculuğu olmalıdır. Bu da ancak güvenilir bilgi, gözleme dayalı farkındalık ve
yaşanmış tecrübenin aynı istikamette buluşmasıyla mümkündür.
İLMİN GAYESİ: SALİH
AMEL, GÜZEL AHLAK VE TAKVA EKSENİNDE DÖNÜŞÜM
İstikamette ve amelde
çarpıklık çoğu zaman düşüncedeki sapmadan kaynaklanır; zira düşüncedeki
milimetrik bir sapma, fiiliyatta büyük bir yön kaymasına sebep olabilir. Temiz
ve sahih beslenme kaynaklarından edinilen doğru ve faydalı ilim, düşüncenin
doğru şekillenmesine, düşüncenin sıhhati de eylemlerin istikametine yön verir
ve ancak bu bütünlük içinde hakikate ulaşılabilir. Dolayısıyla ilim; insanın
kendini tanıması, nefsini terbiye etmesi, güzel ahlaklı, hayırlı ve faydalı bir
insan olması ve rızay-ı ilahiyi kazanmasına vesile olacak bir kılavuzdur.
Doğru bilgilenme için
eğitim o kadar önemlidir ki hicretten itibaren müminler, secde edilecek
mescitlerin yanı başına Ashab-ı Suffa misali medreseler, mektepler inşa
etmişlerdir. İslam’ın eğitim modeli, teorik değil pratik temellidir. Ashab-ı
Suffa, bu modelin ilk örneğidir. Mescid-i Nebevi’de eğitim gören bu topluluk,
öğrendiklerini yaşayan, yaşadıklarını yayan bir ilim halkasıdır.
Peygamberimizin eğitim ilkeleri de bugünün eğitim sistemlerine ışık tutacak
mahiyettedir: “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslümana farzdır”, “İlim Çin’de
de olsa gidip öğrenin.”, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin”, “Ya öğrenen ol,
ya öğreten, ya dinleyen ya da seven. Sakın beşincisi olma, helak olursun.” Bu
hadis-i şeriflerin tümü, Peygamber Efendimizin eğitim anlayışının kapsayıcı,
süreklilik arz eden, çaba ve sorumluluk temelli bir yapıda olduğunu ortaya
koyar. Ona göre ilim, kadın-erkek ayrımı olmaksızın herkes için bir farz,
coğrafi mesafe tanımaksızın aranan bir değer, ömür boyu süren bir yolculuk ve
insanı helakten koruyan bir kurtuluş vesilesidir. Aynı zamanda bu ilkeler,
öğrenmenin ve öğretmenin hem şahsî gelişim hem de toplumsal diriliş için
vazgeçilmez olduğunu, ilimden uzaklaşmanın ise cehaleti derinleştireceği ve
manevî çöküşü beraberinde getireceğini gösterir.
BİZİM MEDENİYETİMİZ İLİM
MEDENİYETİDİR
Gerçek ilim, insana
tevazu kazandırır, sorumluluk duygusu verir. Zekâya vicdan, başarıya erdem,
güce adalet katmadıkça bilgi, hakikate ulaştırmaz. Bu sebeple medeniyetimiz,
ilmi dört temel boyutta inşa eder: zihin, kalp, amel ve maneviyat. Bu
unsurların biri eksik kalırsa ilim topal olur. Kimileri yalnızca üretmek ve
rekabet etmek için bilgi edinir; oysaki asıl erdem, her gün insan kalabilmek,
her an ahlakla yaşamak ve her daim sorumluluk bilinciyle hareket edebilmek için
ilim öğrenmektir.
İlim ahlaktan, hikmet
insanlıktan, teknoloji ise vicdandan bağımsız düşünülemez; çünkü bilgi, kalbi
aydınlatmıyorsa gözün gördüğü, hakikate perde olur. İlim hakikate yöneldiğinde
insanı hem bilgili hem de hikmetli, erdemli ve sorumlu biri hâline getirir. Onu
Allah’a yaklaştırır, dünyayı imar ederken ahireti de inşa eder.
Dilimizde “bilgi” ve
“ilim” kelimeleri çoğu zaman aynı şey gibi görünse de aslında aralarında anlam
derinliği açısından önemli farklar vardır. Bilgi genellikle yüzeysel ve araçsal
bir birikimi ifade ederken ilim, derin idraki, yaşanmış tecrübeyi ve hikmete
dönüşen anlayışı kapsar. Gerçek ilim, insanı sadece donatmaz; dönüştürür,
sorumluluk yükler ve hakikate taşır.
Bizim medeniyetimiz,
işte bu farkın üzerine yükselmiştir. İlmi; Rabbe yakınlaşma vesilesi, hayatın
esası, kişinin tekâmül yolu ve toplumun omurgası olarak görmüştür. Bu bağlamda
ilim; aklın nuru, kalbin huzuru ve hakikatin yoludur. İlim öğrenmek ise,
cehaletin karanlığını dağıtmak, hikmete ulaşmak ve insanı kemale erdiren bir
yolculuğa çıkmaktır.
SÖZDEN YAZIYA BİR
MEDENİYET YOLCULUĞU
Medeniyetimizin en
önemli ilham kaynağı ve başucu kitabımız olan Kur’an-ı Kerim, ilk ayetleriyle
insanı okumaya, düşünmeye ve yazmaya davet eder. İlk nazil olan ayetlerde:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı
"alak" tan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle
yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alâk, 1-5)
“Oku!” emrinin hemen
ardından gelen “Kalemle yazmayı öğreten” ayeti, ilim temelli bir hayat inşa
etmenin gerekliliğini ortaya koyar. Yine ilk inen surelerden biri olan Kalem Suresi’nde
“Kaleme ve yazdıklarına andolsun” denilmesi, yazının, bilginin ve düşüncenin
medeniyetimizde ne kadar merkezî bir yere sahip olduğunu göstermektedir.
Okumakla başlayan bu davet, yazıyla kayıt altına alınan bir hakikat arayışını
besler. Bu da gösteriyor ki bizim medeniyetimiz harflerle, kelimelerle ve
anlamla kurulan bir ilim ve irfan medeniyetidir.
İLİM GELENEĞİMİZ VE
EĞİTİM MİRASIMIZ KÖKLÜ BİR GEÇMİŞE SAHİPTİR
İslam medeniyeti ilmi
bütüncül bir yaklaşımla ele alır. Akıl ile kalbi, gözlem ile sezgiyi, teori ile
ameli birlikte işler. Kur’an ve sünnet, ilmin pusulasıdır. Vahiy, aklı
yönlendirir; akıl ise vahyin maksadını kavramaya çalışır. Bu yaklaşımın en
güzel örnekleri tarihin derinliklerinde yatar: Abbasi Dönemi’nin
Beytü’l-Hikme’si, Endülüs’ün Kurtuba’sı, Türkistan Coğrafyasının ve Osmanlı’nın
medreseleri… Bu muhitler, toplumu bilgi ve hikmetle inşa eden bilim merkezleri,
ilim ve irfan mektepleridir.
Bu büyük medeniyetin
mayasını ise Türkistan coğrafyası yoğurmuştur. Mâverâünnehir, Horasan, Buhara,
Semerkand ve Harezm’in yanı sıra Belh, Taşkent, Nişabur, Herat ve Merv gibi
kadim şehirlerdeki medreseler; İbn Sînâ, Bîrûnî, Fârâbî, Harezmî, Fergânî ve
Uluğ Bey gibi ilim ve hikmet öncülerini; Râzî, Zemahşerî ve Taftazânî gibi dil,
mantık ve tefsir âlimlerini; İmam Buhârî, Tirmizî, Serahsî, Mergînânî gibi
muhaddis ve fakihleri; Mâtürîdî ve Necmeddin en-Nesefî gibi kelamcıları; Ahmed
Yesevî, Abdülhalik Gucdüvânî ve Nakşbendî gibi irfan mektebinin gönül
mimarlarını; Nişabur’dan Gazzâlî’yi, Belh’ten Yûsuf Hemedânî’yi, Herat’tan Ali
Şîr Nevâî’yi; Merv’den İmam Mâverdî’yi ve Taşkent’ten Ebû Hafs el-Kebîr’i
insanlığa kazandırmıştır.
Medeniyetimiz, tarih
boyunca kendi milletimizin, gönül coğrafyamızın ve bütün insanlığın
faydalanabileceği çok yönlü bilimsel, kültürel ve felsefî eserler ortaya
koymuştur. Müslüman bilim adamlarının katkıları olmasaydı Batı’nın bilimsel
devrimleri hem çok daha geç hem de daha eksik gerçekleşebilirdi. Bu bağlamda
İbn Sînâ, tıbbın ve felsefenin ufkunu genişletmiş; kaleme aldığı El-Kanun
fi’t-Tıbb adlı eseri yüzyıllar boyunca Avrupa tıp fakültelerinde temel başvuru
kaynağı olarak okutulmuştur. Bîrûnî, dünyanın döndüğünü Galileo’dan yüzyıllar
önce öne sürmüş, yerçekimi ve coğrafya alanındaki hassas ölçümleriyle bilimsel
yöntemin temellerine ilham vermiştir. Fârâbî, felsefe ve mantık alanında
Aristoteles’ten sonraki en etkili isim sayılmış ve İslam düşüncesinde
“Muallim-i Sânî” unvanını almıştır. Harezmî, cebirin temel ilkelerini
belirleyerek matematiğin gelişimine yön vermiş, eserleri Latinceye çevrilerek
Avrupa'da yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur.
Fergânî ve Uluğ Bey,
gökyüzünün sırlarını matematiksel gözlemlerle çözmüş; Ali Kuşçu, Ay’ın
hareketleri ve gökcisimleri üzerine yaptığı çalışmalarla astronomi ve matematik
sahasında kalıcı izler bırakmıştır. Özellikle Semerkand ve İstanbul’daki gözlem
faaliyetleriyle bilim tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. İslam'ın Altın
Çağının önemli fizikçilerinden biri olan İbnü’l-Heysem ise ışığın kırılması ve
yansımasını inceleyen Kitâb el-Menâzir adlı eseriyle modern optik biliminin
kurucuları arasında yer almış; onun
deneysel metotları, Batı’da bilimsel devrimin zeminini hazırlamıştır. Bugün
Batı'da astronominin öncüleri olarak bilinen Kopernik ve Kepler gibi isimlerin
çalışmalarının temelinde, Müslüman bilim adamlarının gözlem ve hesaplamalarının
bulunduğu artık açık tarihî bir gerçektir. Batı’nın Rönesans sürecinde,
özellikle Endülüs’teki bilim merkezleri aracılığıyla İslam dünyasının bilgi
birikiminden doğrudan beslendiğini ve medeniyetimizin evrensel etkisini gözler
önüne seren güçlü bir kanıttır.
Tüm bu başarıların
ardında teknik maharet bir yana; vahyin rehberliğiyle aklı mezceden, hikmetle
derinleşen ve insanı merkeze alan bütüncül bir ilim tasavvuru yer almaktadır.
Bu anlayış, hakikate ve adalete ulaşmanın temel vesilesi olarak görülmüştür.
KURUMSALLAŞAN HİKMET:
DEVLET, HUKUK VE SANATTA İLİM
Bu büyük miras, Selçuklu
ve Osmanlı gibi büyük devlet tecrübeleriyle daha da kurumsallaşmıştır.
Nizamülmülk, Nizamiye Medreseleri’ni kurarak sistemli bir eğitim modelini
hayata geçirmiş; ilmi, devlet yönetimiyle bütünleştirerek bir medeniyet hamlesi
başlatmıştır. Osmanlı’da Ebussuud Efendi, İslam hukuku ile örfî hukuku
mezcederek adaletin sürekliliğini sağlamış hem halk hem de yöneticiler nezdinde
güvenilir bir ilim ve fetva otoritesi olmuştur. Mimar Sinan, Süleymaniye ve
Selimiye gibi abidevi eserlerle ilim, zarafet ve tefekkürle yoğrulmuş bir
medeniyet tasavvurunu inşa etmiştir. Matrakçı Nasuh, minyatür sanatı
aracılığıyla şehirleri belgelemiş; tarih, sanat ve matematiği aynı potada
eriten çok yönlü bir sanat anlayışı geliştirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle
ile hem geleneksel fıkıh birikimini hem modern hukuk ihtiyacını karşılayan
örnek bir medeni kanun çalışması ortaya koymuş; Türkistan’dan gelen bilim
adamlarının etkisi, Osmanlı’nın bilim ve eğitim politikalarında belirleyici
olmuştur. Böylece Türk-İslam medeniyeti, camiden medreseye, saraydan çarşıya,
adliyeden rasathaneye kadar hayatın bütün alanlarını kuşatan ilim-irfan
merkezli bir medeniyet dokusu üretmiştir.
YAKIN DÖNEMİN İLİM VE
İRFAN ÖNCÜLERİ
Evet bizim
medeniyetimiz; Nizamiye Medreselerinden Sahn-ı Seman’a, Enderun’dan Dâr-ul
Fünûn’a, Maarif Kolejlerinden Fen, Anadolu, Sosyal Bilimler Liselerine, İmam
Hatip Liselerinden Mesleki Teknik Liselere ve üniversitelere varıncaya kadar
tarihten günümüze uzanan eğitim modelleri ve kurumları vasıtasıyla bilim,
sanat, siyaset, edebiyat, mimari, mühendislik, hukuk ve felsefe dünyasına yön
veren önemli şahsiyetler yetiştirmiştir.
Yukarıda isimleri
zikredilen öncülerin yanı sıra yakın dönem öncülerimizden; İslam bilim ve
teknoloji tarihine dair eserleriyle Batı-merkezli tarih anlayışına alternatif
sunan bilim tarihçisi Fuat Sezgin, kuantum kimyası ve moleküler biyoloji
alanındaki çalışmalarıyla bilim dünyasında çığır açan Oktay Sinanoğlu, DNA
onarımı ve kanser tedavisi üzerine yaptığı öncü araştırmalarıyla ödüller
kazanan bilim insanı Aziz Sancar ve felsefeyi yerli ve köklü bir düşünce
zemininde yeniden inşa etmeye çalışan, ilim-irfan geleneğimizin izini çağdaş
meselelerle buluşturan mütefekkir Teoman Duralı da modern dönemde ilim
mirasımıza yön veren öncü şahsiyetler arasında yer almaktadır.
Dirayet tefsirinin en
güzel örneklerinden biri ve ilk Türkçe tefsir olan Hak Dini Kur’an Dili adlı
tefsiri insanlığa kazandıran Elmalılı Hamdi Yazır, Türkiye’deki ilk imam hatip
okulunun açılmasına öncülük eden Mahmut Celâleddin Ökten ve maarif davasının
öncüsü, Anadolu irfanını merkeze alan Hareket Felsefesi’nin temsilcisi Nurettin
Topçu, ilim ve irfan dünyamızda derin izler bırakan öncü isimlerdir.
Bu müstesna
şahsiyetlerin her biri, ilimden sanata, hukuktan mimariye, eğitimden bilime
kadar geniş bir alanda ortaya koydukları eser ve fikirlerle hem kendi
dönemlerine hem de sonraki nesillere ilham vermiştir.
YENİDEN İNŞA İÇİN İLME
SARILMAK
İslam’ın ‘Oku’ emriyle
başlayıp yazıyla şekillenen ilim, irfan ve hikmete dayalı medeniyet yürüyüşü,
bilimsel çalışmalarla güçlendi, insanlığa yön veren öncü âlimleri ve fikir
adamlarını yetiştirdi; ancak bugün artık sadece geçmişin ihtişamıyla övünme
devri geride kalmıştır. Yeni bir diriliş için ilme yeniden sarılma vaktidir.
Bugün İslam dünyası,
kültürel ve zihinsel kuşatmalarla örülü küresel bir baskı altında pasif ve
edilgen bir nesne değil; kendi rotasını kendi çizen aktif ve etken bir özne
olmak istiyorsa ilmi yeniden merkeze almak; eğitim sistemini kendi öz
kültüründen neşet eden ve insanlığın ortak birikiminden faydalanan sahih bilgi,
kadim değerler ve özgün modellerle donatmak zorundadır. Modern çağın meydan
okumaları; ancak köklü düşünceye, derinlemesine araştırmaya ve en önemlisi,
özgüven sahibi, donanımlı ve sorumluluk bilinci gelişmiş insan gücüne sahip
olarak göğüslenebilir.
Milletimiz ve gönül
coğrafyamız için yeniden izzetli ve şerefli bir hayatı tesis etmek; mazluma
umut, zalime karşı caydırıcı bir duruş sergilemek istiyorsak bu, ancak iki
temel unsurla mümkündür: Vahyin diriltici soluğu ile bilimsel düşüncenin ve
teknolojik gücün imkânları.
İlme sarılmak, teorik
bir yöneliş olmanın çok ötesinde hayatın tüm alanlarını kuşatan kapsamlı bir
yeniden inşa hamlesidir. Bu yeniden inşa, ancak nitelikli, ahlak ve hikmetle
yoğrulmuş kadroların varlığıyla mümkün olabilir. Eğitimden sağlığa, hukuktan
siyasete, sanattan teknolojiye kadar her sahada sahih bilgiyle donanmış,
imanını sürekli yenileyen, ahdini taze tutan, bilinci keskin, mensubiyeti köklü
ve mesuliyet duygusuyla hareket eden, bıkmadan usanmadan çaba gösteren
insanlara ihtiyaç vardır.
Bugün öğretmenler
yalnızca zihinlere bilgi aktaran değil, gönüllere dokunan ve şahsiyet inşa eden
kılavuzlar olmalı; sağlık çalışanları sadece bedenî hastalıkları tedavi eden
değil, şefkat ve merhametiyle ruhlara şifa taşıyan gönül hekimleri hâline
gelmelidir. İktisatçılar adalet merkezli, faizsiz ve sömürüsüz modeller
üzerinde çalışmalı; hukukçular hakkaniyeti merkeze almalı, helal olanla yasal
olanı buluşturmak için gayret etmeli; teknoloji uzmanları yalnızca ilerlemeyi
değil, insanı yüceltmeyi hedeflemelidir. İslami ilimler sahasında ise gelenekle
çağ arasında köprü kurabilen, temsiliyle tebliği arasında çelişki olmayan irfan
ve irşat ehli âlimlere ihtiyaç vardır. Medya ve iletişim alanı, hakikati
koruyan bir dilin ve temsilin taşıyıcısı olmalı; sanat ise zarafeti hakikatle
buluşturan bir ifade dili kazanmalıdır. Kısacası yeniden dirilişin anahtarı,
her alanda işini hakkıyla yapan, bilgiyle donanmış, ahlakla bütünleşmiş örnek
ve öncü şahsiyetlerin yetişmesiyle mümkündür. İşte bu sebeple ilim, bir şahsın,
bir milletin ve insanlığın geleceğini şekillendirecek en sağlam temel olarak
görülmelidir.
Geçmişte köklü bir ilim
geleneğiyle yükselen medeniyetimiz, kendi çağını aşarak insanlık tarihini
derinden etkilemiş büyük bir mirasın taşıyıcısıdır. Bu miras, anılmak için
değil asla, yeniden inşa edilmek ve geleceğe yön vermek için bize emanet
edilmiştir. Bu bağlamda bugünün en büyük sorumluluğu, geçmişin hikmetli
birikimini, çağın imkânlarıyla yoğurarak aydınlık ve güçlü bir geleceği inşa
etmek için gayret göstermektir.
Tarih defalarca
göstermiştir ki ilme sarılanlar yücelmiş; ilimden uzak kalanlar ise yok hükmüne
düşmüştür. Bu sebeple ilim yolculuğu, hakikate ulaşmak için kararlılıkla
yürünmesi gereken bir yoldur ve bu yolda yürümek, ferdî tekâmülü toplumsal
dirilişin anahtarı haline getirmekle mümkündür.
Bugün bize düşen; ilmi
ihya etmek, ilim meclislerini canlandırmak, hikmetli düşünceyi çoğaltmak ve
gelecek nesillere tefekkürle yoğrulmuş bir irfan mirası bırakmaktır; çünkü
köklü geçmişimizden aydınlık ve güçlü geleceğe uzanan en sağlam köprü ilimdir
ve o köprüden ancak imanı fener, vahyi harita, aklı pusula, Son Peygamber
(s.a.s)’in izini de rota edinenler geçebilirler.
Ahmet Turkben
Yorumlar
Yorum Gönder