Gelişimiz Niye, Gidişimiz Niye?
Gelişimiz
Niye, Gidişimiz Niye?
Cenâb-ı
Hak selâmete ermemizi bildiriyor.
Nasıl
selâmete?
“Dünyaya
niçin geldik? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nereye gideceğiz? Geliş niye, gidiş
niye?”
Bunun bir
idrâki içinde bir mü’min olacak, ona göre hayatını tanzim edecek. Cenâb-ı Hak
bize lûtfuyla, keremiyle, ihsânıyla, ikramıyla, insan olarak, bir de müslüman
olarak dünyaya getirdi.
Bizim
burada bir dahlimiz olmadı, bir bedel ödeyerek olmadı. Fakat dünyadan bir
bedelli olarak çıkacağız.
Diğer
taraftan, 124.000 küsur peygamberin en yücesine ümmet kıldı. Ve biz 124.000
peygamberden kendimiz seçmedik hangi peygambere (ümmet olacağımızı)…
Cenâb-ı
Hak lûtfuyla, keremiyle en yüce peygambere ümmet kıldı. İnsan dünyaya gelmeden
bu kâinat hazırlandı. Bir mekteb-i âlem. Zerreden kürreye her şey Cenâb-ı
Hakk’ın azametinin bir delili.
Velhâsıl
Cenâb-ı Hak bir ikram hâlinde bize. En büyük Peygamber’i ikram etti. O’nun
“raûf ve rahîm” olduğunu, o Peygamber’in bildiriyor. Çok merhametli ve çok
şefkatli olduğunu bildiriyor. Cenâb-ı Hak kendisi için en çok Kur’ân-ı Kerîm’de
esmâ-i ilâhiyye olarak “Rahman ve Rahîm” esmâsını bildiriyor.
Demek ki
bir mü’min de bir rahmet insanı olacak, bereket tevzî edecek, rahmet tevzî
edecek. Cenâb-ı Hak “insanı mükerrem kıldık” buyuruyor. “Benî Âdem’i mükerrem
olarak yarattık” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 70)
İnsan,
mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek.
Birinci
şartı da: مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ
اللّٰهَ (“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.”
[en-Nisâ, 80])
Allah
Rasûlü’ne itaat eden, Allâh’a itaat etmiş oluyor. İki itaat birleşiyor.
Yine
ashâb-ı kirâm buyuruyor ki:
“Bizi en
çok sevindiren hadîs-i şerîf, binlerce hadîs-i şerîfin içinde: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ hadîs-i şerîfi. “Kişi
sevdiğiyle beraberdir.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)
Onun için
ashâb-ı kirâm Efendimiz’in hâliyle hâllendi. Efendimiz’e doyamadı. Ve bizi en
çok sevindiren, bu hadîs-i şerîf oldu. Bütün ashâb-ı kirâmın gâyesi, kıyâmette
de, o zor günde Efendimiz’in civârında olabilmek. Demek ki bir mü’min, Allah
Rasûlü’nün gönül dokusundan, yüksek karakter ve emsalsiz örnek şahsiyetinden
istifâde ettiği ölçüde bir rahmet insanı olacak, bereket insanı olacak. Bu en
büyük nîmet.
Bunun için
kendimize sormalıyız: Rasûlullah Sallâllâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in
gönlünde ne vardı?
Yani kendi
gönlümüzle kıyas yapmak için…
İbadetleri
huşû ile edâ vardı. Namaz, oruç, zekât, sadaka… Rasûlullah Efendimiz’e ayrı bir
lezzet veriyordu her biri.
Başka ne
vardı?
Ümmetinin
takvâ sahibi olması arzusu vardı.
Takvâ
nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istidatları inkişâf ettirme,
kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunu idrak hâlinde olabilmesi. Bu
şekilde kalpte bir şuur hâline gelebilmesi. Yani ashâbının bütün, takvâ sahibi
olmasını arzu ediyordu. Daima onun (gayreti) içindeydi. Zira takvâ, âhiret için
en mühim bir azık olmuş oluyor. Kulun bir kurtuluş reçetesi olmuş oluyor.
Cenâb-ı
Hak âyet-i kerîmede de: “…(Âhiret için) azık edinin…” (el-Bakara, 197)
buyuruyor. Yani amel-i sâlihlerde bulunun bolca. “…Bilin ki azığın en hayırlısı
takvâdır…” (el-Bakara, 197) Amel-i sâlih sahibi olmanızdır.
Cenâb-ı
Hak “اَكْثَرُ عَمَلًا” (çok amel)dan ziyade
“اَحْسَنُ عَمَلًا” (güzel amel)
buyuruyor. “…Hayırlı olan, takvâ elbisesidir...” (el-A‘râf, 26) buyuruyor.
Allah
Rasûlü’nün gönlünde ne vardı? Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini tevzî etmek
vardı. İnsanların hidâyete kavuşması vardı. Başka ne vardı Allah Rasûlü’nün
gönlünde? Mazlumlar vardı, çâresizler vardı, kimsesizler vardı. Onlar zimmetliydi,
onlar kendisine…
Rivayet
ediliyor; Âişe Radıyallâhu Anhâ’ya soruluyor: “- Ey mü’minlerin annesi! Allah
Rasûlü’nün ahlâkı nasıldı?”
O da
buyuruyor ki: “- Allah Rasûlü’nün ahlâkı Kur’ân’dı.” İlâveten Âişe Vâlidemiz:
“- Siz
diyor, Mü’minûn Sûresi’ni okumuyor musunuz?” buyuruyor.
Okumaya
başladı. Onuncu âyete geldiği zaman, onuncu âyete kadar: “İşte Allah Rasûlü’nün
ahlâkı buydu.” dedi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 426/3481; Buhârî,
el-Edebü’l-Müfred, I, 115/307; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, I, 309)
İnsanın
iki yapısı vardır kardeşler: Bir; türâbî yapısı. Yani bir beden yapısı var. Bu
beden yapısı toprağa mensup. İnsanın gelişi topraktan, gıdası topraktan,
vefatından sonra bu beden tekrar toprağa dönüyor. Velhâsıl topraktan toprağa
bir akış hâlinde. Bütün canlılar gibi insan da topraktan yaratıldı. Toprağın
tahavvülü neticesinde gelen gıdalarla beslenir. Ve âkıbet, son nefeste yine
toprağa döner. Bütün dünyevî, bedene âit lezzetler, son nefesle nihayet
bulacak, ancak Allah Rasûlü’nün muhabbeti, kabir ve kıyamette kul için huzur ve
saadet vesîlesi olacak.
Demek ki
ashâb-ı kirâmın Allah Rasûlü’ne muhabbeti… Muhabbet, tatbikâtı getirir. Demek
ki bütün dünyevî zevkler son nefeste bitecek, Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle
devam edilecek. Nereye? Sonsuza… Cenâb-ı Hak’la dost olmaya. Cenâb-ı Hak ne
buyuruyor:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ O Allah dostları için de; “…Onlar
korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)
Çok zor
geçitlerimiz var önümüzde. Bir “son nefes” geçidi var, o meçhul herkes için.
Peygamberler ve peygamberlerin işaret ettiklerinin dışında meçhul. Onun için
Cenâb-ı Hak:
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i
İmrân, 102) diyor. Sakın ha, başka türlü can vermeyin, buyuruyor.
O da bir
sefere mahsus. Yine Fâtır Sûresi’nde, Cehennemlikler diyecek ki, Cenâb-ı Hak
bir sahne bildiriyor âyet-i kerîmede:
“- Yâ
Rabbi! Bizi buradan çıkar diyecek. Bu Cehennem’den çıkar! Biz çok pişman olduk!
Biz o kötü hâllerimizi iyiye çevirelim, bizi buradan çıkar!” diyecekler.
Cenâb-ı
Hak iki tane soru soracak orada:
“- Size
dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?” Geliş niye, gidiş niye, kimin
mülkündesin?
İkincisi:
“- Bir
peygamber gelmedi mi?” Bir irşatçı gelmedi mi?
“- Evet yâ
Rabbi, oldu diyecek. Fakat biz gaflete düştük.”
“- Azâbı
tadın!” buyuracak Cenâb-ı Hak. (Bkz. Fâtır, 37)
Yani
kardeşler, bu dünya hayatı çok kıymetli bir hayat. Cenâb-ı Hakk’a
yaklaşabilmek, O’na güzel bir kul olabilmek.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ “…Onlar korkmayacaklardır...” (Yûnus, 62)
Bir “son
nefes” var. En zor ân. Rûhun bedeni terk edişi. Bir “kabir hayatı” var. Bir
gurbet hayatına gidiyoruz. Bütün antenler kopuyor dünyadan. Ne kadar bu kabir
hayatı, bilmiyoruz. Bu dünyada biraz daha uzun yaşasak diyoruz. Kabir hayatı tâ
kıyamete kadar. Ne kadar sürecek, onu da bilmiyoruz. Dünyadaki ahvâlimizle,
kabir hayatımız istikâmetlenecek. Ondan sonra tekrar yeni bir doğum var. O da
kıyamete bir doğum var.
صَيْحَةً وَاحِدَةً
“büyük bir gürültü” (Yâsîn, 29), çığlıkla bir kıyametin bir başlaması.
Yevmü’l-hurûc; çıkış gününün başlaması, mezarlardan kalkış. Yevmü’l-hulûd,
bitmeyen bir gün başlayacak.
Velhâsıl
Efendimiz buyuruyor: “Bütün lezzetleri yok eden ölümü çok çok anınız.”
buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)
Demek ki
insanın bu bedenî yapısı, bu yapı emanet. Orada benim şeklim, biçimim nasıl
olacak? Senin dünyadaki kalbî yapına göre o zaman, âhirette senin şeklin
olacak.
Cenâb-ı
Hak buyuruyor âyette:
“Kimi
insanlar vardır, mutludur, sevinçlidir, mesuttur. Kimi insanlar vardır,
çirkindir, iğrençtir, pörsüktür.” (Bkz. el-Kıyâme, 22-24; Abese, 38-41)
Demek ki
buradaki kalbî hayatımız, orada şekillenecek. İkinci yapımız; rûhânî yapı. Bu
yapıya ölüm yok. Beden yapısına ölüm var, rûhânî yapıya ölüm yok. Çünkü bedenî
yapı, dünya için. Namaz, ibadet, oruç,
vs. ahlâk, muâmelât, bu bedenle oluyor, bedensiz olmaz. Onun için Cenâb-ı Hak
bedeni verdi bize. Fakat bedenin fonksiyonu bitince beden alınacak.
Ondan
sonra yine yeni dirilişle kıyamet günü yeni baştan bir bedene, kalbimiz gibi
bir dünyevî orada bir yapımız olacak.
İkincisi,
işte bu rûhânî yapı devam edecek. İnsan gönül itibariyle semâvî, yani yücelere
mensup. Bu vasıfla Cenâb-ı Hak’la dost olacak, ebediyet yolculuğuna çıkacak.
Kalp tekâmül edecek. Hantal bir kalp olmayacak, nâdân bir kalp olmayacak.
“اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ”
(buyuruyor) Cenâb-ı Hak… “En güzel bir yaratılış” hâline gelecek. (Bkz. et-Tîn,
4)
Fakat
nefsânî hayata mağlup olursa, o zaman “بَلْ هُمْ
اَضَلُّ” “aşağıların aşağısı” buyruluyor. (Bkz. el-A‘râf, 179;
el-Furkân, 44)
Cenâb-ı
Hak buyuruyor: كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ
لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
(“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği
emreder, kötülükten men edersiniz…” [Âl-i İmrân, 110])
İnsanlar
arasından çıkarılmış bizim en hayırlı bir ümmet olduğumuz… Yani en hayırlı bir
ümmet olmamız için Cenâb-ı Hak istîdatlar veriyor. Kendimizi, en hayırlı ümmet
(olmak için) kendimizi inkişâf ettireceğiz.
Nefs… Bu
tarafı bertaraf edeceğiz. Kalp tezkiye olacak. Ve o tezkiye olmuş kalp ile de irşâd
edeceğiz.
Kaynak: İslam ve İhsan
Yorumlar
Yorum Gönder