Gençler Neyin Derdine Düşmeli?
Gençler
Neyin Derdine Düşmeli?
Gençler neyin derdine düşmeli? Bu fâni âlemde gaye ne olmalı?
Bahçıvan
ektiği tohumun derdinde olur ise tohum bereket verir. Bigâne kalırsa tavuklara
veya tarla farelerine gıda hazırlamış olur. Kısaca râm olmadan hâkim ve sâhip
olmak mümkün değildir.
İnsanın bu imtihan dünyasında en büyük derdi yâni istikbâl
endişesi, “Son Nefes” olmalıdır. Zîrâ son nefes, buğusuz, pürüzsüz ve lekesiz
bir ayna gibidir. Her insan bu aynada, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bütün
ömrünü net bir şekilde seyredecektir. O son nefes ânında, gözlere ve kulaklara
hiçbir îtiraz ve gaflet perdesi inmez. Bilâkis bütün perdeler kalkar ve her
türlü îtiraf; aklı ve vicdânı pişmanlık iklîmine sokar. Sakın!.. Hayâtımızı
pişmanlıkla seyrettiğimiz ayna, son nefes olmasın!..
Büyük bir îkâz-ı ilâhî olarak Rabbimiz: “Ey îmân edenler!
Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun, hakîkî muttaki olun ve ancak
Müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Hayatın gâyesi, güzel bir kul olarak yaşamak ve güzel bir kul
olarak can verebilmektir. Zîrâ hedef, Cenâb-ı Hakk’ın beşeriyete armağan
ettiği, Hazret-i Peygamber Sallâllâhu Aleyhi Vesellem’in zarif ve duygulu
hayatından hisse alıp; derin, ince, rakîk ve hassas bir kul olabilmektir. Bu da
Allâh’ın azamet-i ilâhiyesine yaraşır şekilde takvâ sâhibi bir kul olmayı îcâb
ettirir ki, inşallah bu sâyede Müslüman olarak can verebilelim.
Ne ibrettir ki, insanoğlu ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz
yüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen
felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti
sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan
arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?
Lâkin çok kere insanoğlu gafleti sebebiyle yağmur damlalarının
kayaların üzerinden boşa akıp gitmesi gibi ömür takviminin sayfalarını, her
şeyi savuran nefsânî hayat fırtınalarının akışına terk etmektedir.
Müslüman olarak can verebilmek için Hazret-i Osman -radıyallâhu
anh- şu altı endişe içinde olmamızı tavsiye buyurur:
1. Îmânı kaybetme korkusu.
Zîrâ son nefesin nasıl olacağı meçhuldür.
2. Kendini rezil-rüsvâ edecek şeylerin kıyâmette ortaya çıkması.
Zîrâ mahşerde ilâhî ekranlar ile bütün amellerimiz önümüze
serildiğinde kendimizi daha yakından tanıyacağız. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Kitabını
oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)
“İşte o
gün yer haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4)
3. Şeytanın Sırât-ı Müstakîm üzerine oturması ve hayır işlerini
idlâl etmesi.
Âyet-i kerîmede şeytanın şerri hakkında şöyle buyrulur: “Beni
azdırmana karşılık, and olsun ki, ben de onları saptırmak için Sen’in doğru
yolunun üstüne oturacağım, (kullarını yoldan çıkaracağım).” (el-A‘râf, 16) Yâni
iblis, gâfil gönüllere kibir, riyâ, ucub vermek sûretiyle yapılan amelleri zâyi
etme peşindedir.
4. Kul dünyevî bir işle meşgûl iken Azrâil Aleyhisselâm’ın gelip
canını alması.
Yâni, canımızı secde esnâsında mı, yoksa nefsânî bir öfke ve
gaflet ânında mı vereceğiz? Hayatımız, ağzımızdan hak ve hakikate dair bir söz
çıkarken mi, yoksa bir dedikodu meclisinde mi son bulacak? Azrâil
-aleyhisselâm- yanımıza, gözümüz harama bakarken mi yoksa Kur’ân-ı Kerîm
rahlesi başındayken mi gelecek, meçhuldür. Meselâ Hazret-i Osman Radiyallahü
Anh hep bu endişeyi taşıdığı için son nefesini Kur’ân okurken verdi. Nitekim
hadîs-i şerîfte, “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.”
(Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 663) buyrulur.
5. Dünyâ hayatının âhiret hayatını unutturması.
Bu tehlikenin bertaraf edilmesi, fânîliği unutmamak ve
gönüllere, “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışını yerleştirmek
ile mümkün olacaktır.
6. Âile ve evlâdların insanı gaflete düşürüp Hak ile
meşgûliyetten alıkoyması.
Bu husustaki îkâz-ı ilâhî âyet-i kerîmede şöyle beyân buyrulur:
“Biliniz
ki, mallarınız ve evlâdlarınız, birer fitnedir (imtihan konusudur). Büyük
mükâfât ise, âhirette Allâh nezdindedir.” (el-Enfâl, 28)
Bir Allâh dostu kabristandan geçerken, kendisine keşf olunan kabir
hâlini ve mevtâların pişmanlığını şöyle dile getirir:
“Âh şu insanlar burada yatanların; “Keşke iki rekât daha fazla
namaz kılsaydım, huşû içinde fazladan bir kelime-i tevhîd daha getirebilseydim!”
diye feryâd edip durduklarını duysalardı…”
Son nefes ve âhiret endişesini müşahhas hâle getiren Hak dostu
Rebî bin Heysem, bahçesine bir mezar kazdırmıştı. Kalbinin katılaştığını
hissettiği zaman bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Birgün dünyâya vedâ
edeceğini ve mezârda bir istiğfâr ve sadakaya muhtaç vaziyette kalacağını
tefekkür eder, âhiretteki hesabını düşünerek bir muhâsebe iklîmine girerdi.
Daha sonra: “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni
dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım” der.
Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında,
tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde
(berzah) vardır.” (Mü’minûn, 99-100) âyetlerini okurdu.
Mezardan çıkınca da kendi kendine:
“– Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabul
edilmeyeceği, dünyâya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden
tedbirini al ve sâlih amellerini, Allâh yolundaki gayretlerini ve âhiret
hazırlıklarını ziyâdeleştir.” derdi.
Demek ki insanın en mühim meselesi, dünyâdaki bir takım nefsânî
menfaatlerden vazgeçerek Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanımak sûretiyle, âyet-i
kerîmede medhedilen “Bilenler”den olabilmektir. Bu sâyede ibâdetler feyiz ve
bereket kazanır, nefsânî arzular dizginlenerek ruhânî hayât inkişâf eder.
Hazret-i Ömer Radiyallahü Anh:
“Yarın âhirette hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba
çekiniz.” buyuruyor. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)
Demek ki dâimî bir muhâsebe hâlinde olmamız gerekiyor. Bugün ben
Allâh için ne yaptım? Kitap ve Sünnet’in muhtevâsı içinde ne kadar
yaşayabildim? Mes’ûliyetimin şuurunda mıyım? Allâh yolunda ne kadar fedâkarlık
yapabildim? Müslümanların derdiyle ne kadar dertlendim? diye tefekkür ederek en
mühim derdimiz olan âhiret endişemizi canlı tutacak bir muhâsebe iklîminde
yaşamalıyız. Bu muhâsebe hâlini en güzel şekilde idrâk eden Hazret-i Ömer Radiyallahü
Anh, geceleri sırtında un çuvalı ile dolaşarak yalnızların, kimsesizlerin ve
muhtaçların gönül iklimine girmeye çalışırdı.
Dünyevî imtihanlar defâlarca tekrarlanabilir. Dâimâ bir sonraki
imtihanda kazanma ümîdi ve şansı mevcuttur. Âhiret imtihanı ise bir defâya
mahsustur. O da bu cihân dershanesinde verilmektedir. Vefât ettikten sonra
ikinci bir imtihan hakkı yoktur. Cenâb-ı Hak bu hususta kullarını şöyle îkâz
buyurur:
“Onlar orada imdâd istemek için şöyle feryâd ederler: “Ey Yüce
Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar, tekrar dünyâya gönder de, daha önce
yaptıklarımızı terk ederek sâlih ameller işleyelim!” Allâh Teâlâ onlara şöyle
buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, hakîkati görebilecek kimsenin
düşünmesine yetecek kadar uzun bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de
gelip uyardı. Öyleyse tadın azabı! Zâlimlerin hiç bir yardımcısı yoktur!”
(Fâtır, 37)
Yâ Rabbi! Son nefesimizi Cemâl-i İlâhî’ne kavuşma aşk ve
iştiyâkıyla verebilmeye medâr olacak feyizli bir ömür yaşamayı cümlemize nasîb
eyle!
Âmîn!
Kaynak: www.muhabbetullah.com
Yorumlar
Yorum Gönder