Nefsi Terbiye ve Âlimlerin Önemi
Nefsi Terbiye ve Âlimlerin
Önemi
Biliyorsunuz, bu dünyaya imtihan için
geldik. Bu dünyadaki her hareketimiz, sözümüz, niyetimiz tespit ediliyor,
deftere yazılıyor. Yaptığımız iyi şeyler, sevap kazanmamıza sebep olacak şeyler
hesaplanacak; kötülükler, günahlar hesaplanacak. Bunlar âhirette mizanda,
terazide tartılacak. Zerre kadar hayır işleyenin hayrı geride, boşta
kalmayacak, zâyi olmayacak; zerre kadar şer işleyenin şerri karşılıksız
kalmayacak.
Allah’u Teâlâ hazretleri Mâliki
yevmid-dîn’dir. Yani kullara yaptıkları ibadetlerin, kullukların, iyiliklerin,
kötülüklerin karşılığının verildiği günün sahibidir. Allah’u Teâlâ hazretleri
herkesi hesaba çekip mükâfatlandıracak veya cezalandıracak.
Âhirete imanımız, imanın en önemli, en
sağlam, en mühim konularından birisi... Çünkü âhiret imanına sahip olan
müslüman bu imanı sayesinde her şeyini hesaplı yapıyor, ayağını denk alıyor.
Allah’tan korkarak, hesaptan korkarak, cenneti arzulayarak, Allah’ın rızasını
kazanmayı dileyerek çalışıyor. Âhiret duygusu insanı insan yapıyor, insân-ı
kâmil yapıyor, evliyâ yapıyor. O bakımdan, âhirete iman çok önemli bir husus...
Herhangi bir şekilde âhirete imanı
olmayanlar da çok zalim, gaddar, hain, fasık, facir, kötü insanlar oluyorlar.
Çünkü ne yaparsa yanına kâr kalacak sanıyorlar. Aslında onların sanmaları bir
şeyi değiştirmez; hem bu dünyada hem âhirette Allah cezalandırıyor. Üstelik bu
dünyada da cezalandırıyor, zalim mutlaka zulmünün karşılığını, cezasını
görüyor.
Bu dünya imtihan dünyası, meşakkat yeri,
mü’minin zindanı olduğu halde, mü’minler de yaptıkları iyiliklerin karşılığını,
faydasını bu dünyada da görüyorlar. O da karşılıksız kalmıyor. Mutlu, huzurlu
yaşıyorlar, herkes tarafından seviliyorlar. İçleri rahat, müsterih oluyor.
Herkes onları bağrına basıyor, baş tâcı ediyor. Bunların hepsi birer mânevî
mükâfât... Ayrıca maddeten de huzur içinde yaşıyorlar.
Herkesin bu hesap meselesini, âhirette
amellerin tartılması meselesini iyi bilmesi lazım! Bu dünyada yaptığı hiçbir
şeyin gizli kalmadığını, kendisinin görünmeyecek bir yerde, tenhada, yapayalnız
bir odada dururken, dağ başında gezerken bile Allah tarafından görüldüğünü ve
melekler tarafından da izlendiğini bilmesi çok önemli... Bir kere yanından hiç
ayrılmayan melekler var. O melekler ona daima arkadaşlık ediyorlar; yaptıkları
iyilikleri, kötülükleri yazıyorlar. Ayrıca vücutta görevli melekler var. Yani
insan yalnız değil. Yalnız olduğunu sandığı zamanda bile yalnız değil...
İnsan bu dünyada çalışıyor, çalışıyor,
çalışıyor, ondan sonra bir gün gelip ölüyor. İnsanın yaşadığı hak olduğu gibi
ölüm de haktır. Muhakkak ölüm gelecek, hiç bundan kurtuluş yok... İnsan ne
kadar tatlı yaşarsa yaşasın, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, ölecek!
Onun için Peygamber sallAllah’u aleyhi
ve sellem Efendimiz -sıhhatli hadisleri toplayan büyük hadis alimi- İmam
Tirmizî’nin rivayet ettiği bir sıhhatli hadîs-i şerîfte buyurmuş ki;
الْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ
وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ وَالْعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا وَتَمَنَّى
عَلَى اللَّهِ الأماني
el-Keyyisü men dâne nefsehû ve amile
limâ ba’del-mevt. “Zeki insan nefsini hakimiyeti altına alıp, zabt u rabta
alıp, nefsine hâkim olup âhiret için hazırlanandır.”
Bu dünya fâni, âhiret hayatı bâki ve
ebedî.” diyerek akıllı insan âhirete hazırlanır; sevap kazanmaya, cenneti
kazanmaya çalışır, gaflette olmaz.
Ve’l-âcizü. “Kârını, zararını tespit
edemeyen, menfaatini düşünemeyen, kendisini kazançlı çıkaracak işleri ayırt
edemeyen, zarara uğratacak işlerin zararlılığını anlayamayan âciz insan da
nefsini hevâ-yı nefsinin peşine salıverir, serbest bırakıverir, hevâ-yı
nefsinin peşinde koşar durur ömrü boyunca...”
Yani içinin, nefsâniyetinin,
şehevâtının, arzularının peşinde, aklının sözünü dinlemeden, Kur’an’ın sözünü
dinlemeden, akıllı insanların, hocaların, alimlerin, mürşid-i kâmillerin
işaretlerine kulak asmadan, “Vur patlasın, çal oynasın...” tarzında ömrünü
geçirir. Nefsini hevâ-yı nefsinin peşine salıverir, takar. Hani bir kamyonun
arkasına insan kendisini iple taksa, yerde sürüklense, ne kadar fecî bir
durum... İşte o azgın nefis öyle bir varlıktır. Onun hevâsının peşine takılmak
da kamyonun arkasına takılıp da yerlerde sürüklenerek, çatır çutur, patır
kütür, başı, ayağı, azaları taşlara çarpa çarpa, toprakta sürüne sürüne hızla
sürüklenip gitmek gibidir. Cahil böyle yapar, nefsinin peşinde ömrünü geçirir.
Ama şeytan, insan gafletten uyanıp
hatasını anlar da ıslah olur, âgâh olur, uyanır, doğru yola gelir diye insanı
kandıracak duygular, düşünceler de verir. Duygu ve düşünceleri insanın aklına
da getirir, insanların şeytanları vasıtası ile de söylettirir.
Mesela nasıl söylettirir?
Ve temennâ ale’llâhi’l-emâniye. “Allah
gafûru’r-rahîm’dir, mağfiret etmeyi, affetmeyi sever. Allah affeder. Ziyanı
yok. Ben günah işlesem de Allah affeder.” dedirtir.
Böyle ahmaklık olmaz. Evet, Allah
gafurdur, rahimdir, gaffârü’z-zünûb’dur, settârü’l-uyûb’dur ama eski akıllı
insanlar hiç öyle “gafurdur, rahimdir” diye günaha dalmamışlar, sevapları
işlemeye gayret etmişler. Bütün ömürlerini çok sevaplı işlerle geçirdikleri halde
yine korkmuşlar da arada da ümitlenmişler. “Allah gafurdur, rahimdir, bizim
hatalarımıza bakmaz. Karınca kararınca yaptığımız amellerin de kıymeti yoktur.
Âciz, nâçiz bir şeyler yaptık ama bilmiyoruz ki makbul mü değil mi?” diye
amellerinin kabul olunup olunmadığından tereddütlü olarak, günahlarını gözünde
büyüterek korkar ve hem korku içinde olur hem de ümidini kesmez. Çünkü ümit
kesmek de Kur’ân-ı Kerîm’de yasak... Korku ile ümit arasında yaşar. Korkusu
kendisini hizaya getirmeye, iyi kulluk yapmasına sebep olur. Ümidi de
yıkılmamasına sebep olur. Kullukta devam etmesine, iyice mâneviyâtın yerlere
serilip de artık kişinin hasta duruma düşmemesine sebep olur. Ümit ışığı
oldukça insan gayrete gelir, çalışır. Onun için ümit de lazım, korku da lazım.
Akıllı insan ölümden sonrası için
hazırlanır, çalışır. Ama bütün ömür boyu ne kadar çalışsak, Allah’ın bize
verdiği nimetler eğer ücretli, parayla satın alınacak bir şey olsaydı, çok
çalışmamıza rağmen Allah’ın nimetlerini satın alamazdık. Bir tanesine bile paramız
yetmezdi. Nasıl deniz kenarında kocaman bir köşk olsa, herkes beğeniyor ama
“Nerede... Benim bunu alacak kadar param yok.” diyor. Denizde bir yat görse,
Akdeniz’e, Ege’ye giden, mavi yolculuklar yapan çok lüks bir gemi görse ağzının
suyu akar, beğenir ama “Benim bunu alacak, çalıştıracak, sahip olacak param
yok!” der. Parası yetmediği için sadece beğenmekle kalır. Allah’ın nimetleri de
öyle, onları ödeyemeyiz.
Mesela bir göz nimeti ücretle, paralı
olsaydı görmemizin ücretini nasıl ödeyecektik? Yani bir saat bağlasalardı,
elektriğin/cereyanın ölçüldüğü gibi, her gördükçe hesap işleseydi, bir aylık
görme, işitme faturası ne kadar gelirdi?
Görmenin, işitmenin, konuşmanın,
sıhhatin sağladığı sonsuz faydalar, akıl nimeti, sonsuz nimetler... Bunların
hepsi faturaya binseydi, saati takılsaydı, ücreti olsaydı, insanlar bunların ne
tesis masrafını ödeyebilirlerdi, ne de hizmet, idâme masrafını ödeyebilirlerdi.
Ama Allah’u Teâlâ hazretleri lütfuyla, keremiyle bizim yaptığımız ibadetlerin
azlığına bakmıyor, lütfedip, kullar eğer ibadetleri güzel yaparsa, o zaman
affediveriyor, cennetine dahil ediveriyor. Yine de kişinin iyi niyetini ortaya
koyması lazım.
İnsan öldü mü defteri dürülür. Melekler
artık “Bu kişi öldü.” diye defteri kapatırlar. O zamana kadar neler işlemişse
onlar yazılı kalır. Ama herkeste böyle değil. Arkasında devam eden birtakım
âdetler bırakmışsa, bir çığır açmışsa... Kötü bir çığır açmışsa, o kötülük âdet
olmuşsa, herkes onun icat ettiği o kötülüğü o ölse bile yapmaya devam ediyorsa;
filanca adamın açtığı yol, çığır, âdet; herkes bunu bayram, festival, âdet
edinmiş, o çılgınlığı, o kötülüğü, o kepazeliği yapıyor. O kötülüğü yapanların
hepsinin günahlarının bir misli, o çığırı açana verilmeye devam eder. Ölse bile
kurtulmaz. Onun için kötü çığır açmamaya çalışmak lazım! İyi çığır açanların
da, o iyi çığırda, iyi yolda yürüyenlerin, o âdetleri yapanların hepsinin
kazandığı sevaplar kadar sevap -ölse bile- defterine yazılmaya devam eder.
Demek ki iyi şeyleri yapmaya da gayret etmek lazım.
Peygamber sallAllah’u aleyhi ve sellem
Efendimiz hazretlerinden müjdeli bazı hadîs-i şerîfler rivayet edilmiştir. O
hadîs-i şerîflerde, öldüğü halde bazı insanların sevaplarının yazılmaya devam
edeceği müjdeleniyor. Mesela hadis alimi İmam Müslim’in rivayet ettiği bir
hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor;
إذا مات الإنسان انقطع عمله إلا من ثلاث : صدقة جارية أو علم ينتفع به ، أو ولد صالح يدعو له
İzâ mâtel-insânu inkataa ameluhû illâ
min selâsin: Sadakatün câriyetün ev ilmin yüntefau bihî ev veledin sâlihin
yed’û lehû.
İzâ mâtel-insânu. “İnsan öldüğü zaman.”
İnkataa ameluhû. “Onun işi kesilir, biter.” Sevaplarının işlenmesi durdu,
günahlarının işlenmesi durdu. İcraatı kopar, kesilir, biter. İllâ min selâsin.
“Ancak üç kimsenin devam eder, kesilmez, kopmaz, bitmez.”
Kimdir bu sevapları veya günahları,
icraatı kesilmeyen insanlar?
Sadakatün câriyetün. “Arkasında sadaka-i
câriye bırakmış olan bir insanın defterine sevaplar gelmeye devam eder.”
Sadaka-i câriye ne demek?
Yani cârî sadaka. Sevabı, faydası,
işlerliği devam eden ve ondan birçok insanın hâlâ istifade ettiği hayırlı işe
sadaka-i câriye derler. Mesela adam sağlığında çeşme yaptırmışsa, o çeşmeden su
içildikçe, o sudan istifade edildikçe -cârî oluyor, sadaka, hayrı devam ediyor-
onun sevabı kesilmez. O sudan istifade edildikçe, hayvanlar, kuşlar içtikçe,
bir şey yıkandıkça, tarlalar sulandıkça, o suyu getiren kimsenin sevapları
yazılır durur, öldüğü halde... Veyahut köprü yaptırmışsa mesela, üstünden geçen
insanlar, “Oh çok şükür, derenin üstünden geçtik, bu olmasaydı karşıya
geçemezdik... Islanırdık veya kayık tutmak gerekirdi. İşte bak buradan
geçiyoruz, ne güzel. Bunu yaptırandan Allah razı olsun!” [dedikçe] köprüyü
yaptıran hayır sahibinin defterine sevaplar yazılmaya devam eder. Bunun gibi.
Veyahut bir ağaç dikmiştir, diktiği bu ağacın meyveleri vardır. Birileri onları
yedikçe... Vakıf zeytin, vakıf elma, vakıf armut, vakıf ceviz ağacı, dut
ağacı... Kuşlar bile yese, insanlar yese, başka hayvanlar yese; elmalar yere
düşmüş, geçen koyunlar onu yedi, yine sevap yazılır. Kuyu açmış, kuyudan
istifade edildikçe sevap yazılır. Mektep yaptırmış, içinde okundukça sevap
yazılır. Cami yaptırmış, içinde namaz kılındıkça sevap yazılır durur
kişilere...
Demek ki cârî hayırlar, sadakalar, yani
hayatta olan, yıkılmamış olan, devam etmekte olan hayırlardan o hayrın sahibine
sevap gelir durur. Öldüğü halde işi bitmez, sevap kazanması devam eder.
Ev ilmin yüntefau bihî. “Veyahut da
geride herkesin istifade ettiği bir bilgi, bir eser, bir kitap bırakmış olan
kimsenin sevapları kesilmez.”
Bu ilim nasıl olabilir?
Ya mübarek bir alimdir, araştırması,
incelemesi vardır, bir kitap yazmıştır; o kitap okundukça kendisine sevap
yazılır. Hadis, tefsir, tasavvuf, ahlâk, akâid, fıkıh kitabı yazmış... Veya
“Ağaç nasıl dikilir?” veyahut “Şu hastalıktan nasıl kurtulunur?” gibi arkasında
faydalanılan bir bilgi bırakan kişinin de defteri kapatılmaz, sevap kazanmaya
devam eder.
Ev veledin sâlihin yed’û lehû. “Ya da
arkasında kendisine dua eden hayırlı bir evlat bırakan kimsenin defteri
kapanmaz.”
Salih evlat, kendisi ibadet ediyor,
namazın niyazın arkasından “Yâ Rabbi, anama babama rahmeyle, affeyle, mağfiret
eyle.” diye dua ediyor. O babanın da sevabı devam eder. Hem çocuk ibadet ettiği
için sevap kazanır hem de babasına dua ettiği için babası da kendisine dua eden
o evladı sayesinde sevap kazanmaya devam eder.
Evlat kendisinin değil, mesela çoluk
çocuğu olmamış adamcağızın, hiç evladı yok ama camide mahallenin çocuklarını
okutmuş, Kur’an okumayı, namaz kılmayı, dinî ilimleri, ahlâkı, dürüstlüğü,
doğru sözlülüğü öğretmiş... Tamam, o da onun mânevî evladıdır; o da iyi insan
oldu mu onun sevabı yine onu yetiştiren hocaya gelir.
Mürşid-i kâmiller, evliyâullah,
insanları mânevî bakımdan terbiye eden, mârifetullaha erdiren, ahlâkını
güzelleştiren, nefsini terbiye eden büyük evliyâullah, mürşid-i kâmiller de
talebelerinden, müridlerinden sevabı alır. Onlar zikir yaptıkça, hayır
yaptıkça, güzel ahlâklı oldukça, tatlı dilli oldukça, insanları mutlu edecek
hayırlar yaptıkça mürşid-i kâmillerinin, şeyhlerinin defterine sevap yazılmaya
devam eder durur. Evladın ille kendi sulbünden, kendi zürriyetinden has evlat
olması mecburiyeti yoktur; talebe de olur, mürid de olur. O zaman insan yine
sevap kazanmaya devam eder.
İşte Hocamız Mehmed Zahid Kotku
rahmetullahi aleyh Efendimiz hazretleri için o zamana kadar hazırladığımız
hatimleri, duaları, zikirleri, tesbihleri Hocamız’ın ruhuna hediye ediyoruz.
Kardeşlerimizden bazısı 70 bin kelime-i
tevhîd çekiyor, kimisi bir hatim indiriyor, kimisi şu kadar İhlâs-ı şerîf
okuyor.
Tabii bunlardan çok çok sevaplar gelir
ve o sevaplar, o vefat eden mübarek zâtın ruhuna vâsıl olur. Onun derecesi
artar, kabrinde nuru ziyadeleşir, makamı yükselir, memnun olur.
Tabii, sadece kendisi salih bir insansa
kendisi memnun olur, kabri nurlanır, ışıldar, ruhu şâd olur, kabri genişler,
makamı artar... Ama kendilerine hediye edilen kimseler bir de evliyâullahsa,
yani Allah’ın mübarek, sevgili kulları ise o zaman hediye edenlere de onlar
karşılık verirler. Yani vefat etmiştir ama evliyâullaha Allah selâhiyet
verdiğinden onların himmetleri, “himmet” dediğimiz mânevî faydaları, lütufları
kendilerine iyilik eden kimselere nâil olur, vâsıl olur.
Allah’u Teâlâ hazretleri bizi de sevdiği
kulları zümresine dahil eylesin...
Bir de, hakikaten sevdiği kulları var.
Peygamberleri seviyor, sevmiş, peygamber seçmiş kendisine... Ondan sonra salih
kulları, mutî kulları seviyor... İyiliksever, merhametli, başkalarının
hizmetine koşan, onlara iyilik yapan kulları seviyor... Âbid, zâhid, salih
kulları seviyor. Namaz kılanları, oruç tutanları, tesbih çekenleri seviyor Allah’u
Teâlâ hazretleri...
Bizi de, sevdiği güzel işleri,
ibadetleri, kullukları yapmaya muvaffak eylesin. Bizi de sevdiği kullarının
sevgisine, iltifatına, teveccühüne nâil eylesin. Bizi de hüsn-ü hâtimeler ile
güzel bir şekilde âhirete mü’min-i kâmiller olarak göçenlerden eylesin. Kabri
cennet bahçesi olanlardan eylesin. Kabirden kalktıktan sonra da peygamberlerle,
sıddîklarla, şehitlerle, salihlerle beraber olmayı nasip eylesin. Mahşer
yerinde Peygamber Efendimiz’in hamd sancağı altında onlarla beraber toplanmayı
nasip eylesin. Mahşer gününün tehlikelerine, sıkıntılarına, dehşetlerine,
azaplarına, korkularına uğramadan, hesaba çekilip terlemeden bi-gayri hisâb
cennete girenlerden eylesin. Cennet içre bizi o sevgili, mübarek kullarına, o
evliyâullahına komşu eylesin. Cemaliyle müşerref eylesin. Rıdvân-ı ekberine
vâsıl eylesin. Evlatlarımızı da, sevdiklerimizi de böyle salih kullar
eylesin...
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Mübarek cuma gününde hepinize dünya ve
âhiretin hayırlarını dilerim. İki cihanda aziz ve bahtiyar olun.
Es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve
berekâtüh!
Mahmud Es’ad Coşan - Cuma Sohbetleri /
14.11.1997
Yorumlar
Yorum Gönder