Çanakkale Savaşında 64 Yıl Sonra Köyüne Gelen Gazi (Gerçek ve Çok Acıklı Bir Savaş Hikâyesi)
Çanakkale Savaşında 64 Yıl Sonra Köyüne Gelen Gazi (Gerçek ve Çok Acıklı Bir Savaş Hikâyesi)
“… Rahmetli Seyit İlşekerci’nin eczanesinde oturuyordum.
İçeri genç bir karı-koca girdi.
Bana:
“- Hocam, sizi televizyonlardan tanıyoruz. Bizim dedelerimiz
de Çanakkale’de kalmışlar. Dönmemişler. Bir sorumuz var. Çanakkale Savaşları’na
katılıp da en son gelen kaç tarihinde geldi?” diye sordular.
Ben:
“- Kayıtlara göre en son 1952’de iki kişi dönmüş. Biri
Burdur’a, diğeri Zonguldak’a dönmüşler.” dedim.
Yanımda oturan Üçpınar köyünden Remzi isimli arkadaş atıldı:
“- Hocam, o da bir şey mi? Bizim köye tam 64 yıl sonra biri
çıktı geldi.”
Ben çakı
bulmuş çocuk gibi sevinerek atıldım:
“- Nasıl oldu? Anlat bakalım.”
1978 yılında Balıkesir İstasyonunda elinde bir torba, garip
kıyafetli yaşlı bir ihtiyar iner.
İstasyon önündeki taksilerden birine sorar:
“- Oğlum,
beni Üçpınar köyüne götürü müsün?
“- Götürem amca, bin arabaya!”
Şoför oraya doğru arabayı sürerken Toygar Tepe’ye
geldiklerinde adam:
“- Dur!” der.
Dururlar. Adam taksiden iner, mezarlığa girer, bir ağaca
sarılır. Biraz sonra gelir.
“- Tamam oğlum, burası bizim köy. Bu ağaç Hacı Abdullah’ın
çetlemiği (çitlembik). Tanıdım."
Giderler. Taksi köy kahvesi önünde durur. Adam iner kahveye
girer.
Yaşlı adam bir
yere oturur.
Hiç konuşmadan kahvedekilerin yüzlerine defalarca dikkatle
bakar.
Kahvedekilerden
birisi muhtara gider, kahveye garip bir ihtiyarın geldiğini, hiç konuşmadan
herkesin yüzlerine baktığını söyler.
Muhtar hemen kahveye gelir. İhtiyar adama:
“- Amca, sen birini mi arıyorsun?
Sen kimsin? Nerelisin?”
“- Kimseyi aramıyorum oğlum ben de bu köydenim.”
“- Amca, ben yirmi senedir bu köyde muhtarlık yapıyorum. Seni
tanımıyorum. Kimlerdensin sen?”
“- Çok oldu oğlum. Beni ancak ihtiyarlar tanır. Onları
çağırır mısın?”
Biraz sonra köyün bütün ihtiyarları kahveye toplanır.
Ama kimse geleni tanımamıştır.
İhtiyar sormaya başlar:
“- Süleyman Çavuş?”,
“- Öldü...”,
“- Recep?..”,
“- Öldü..”,
“- Koca Salih?..”,
“- Öldü...”,
“- Topal Murat?..”,
“- Öldü...”,
“- Eyüp Çavuş?”
Yaşlı bir adam yavaşça ayağa kalkar.
“- Eyüp Çavuş benim.”
Bakar... Bakar... Bakar…
Sonra birden gelen misafire sarılır.
“- Muhammet (Remzi), sen misin?”
“- Sen misin be?”
“- Nerede kaldın bunca zamandır? Nerelerdeydin be?”
Eyüp Çavuş tanımıştır geleni. Anlatır.
Çanakkale Cephesinde harp 1916 yılı başında bitince, Gazze
Cephesine götürülür. Orada yaralanınca, Halep’de Askerî Hastanesinde tedavi
edilirken İngilizler gelir.
Halepliler;
“- Bunlar bizim insanlarımız. İngiliz gâvuru, bunlara eziyet
eder.” Diyerek yaralıları hastaneden kaçırıp evlerine götürürler.
1918 de olan bu olayın üzerinden yıllar geçer. Bir türlü
gelemez bizim askerler. Üçpınarlı Muhammet de orada kalır.
Evlenir, çocukları olur...
Ama vatan hasretiyle harıl harıl yanmaktadır. Ancak altmış
dört yıl sonra son bir kere daha vatanını görmek arzusu ile Balıkesir’e
Üçpınar’a gelmiştir.
Son bir kere
daha görmek için...
Sorar;
“- Bizimkilere ne oldu? Yaşayan var mı?"
“- Ne olacak bunca zaman, anan öldü. Baban öldü. Abin öldü.
Ablan öldü. Amcan öldü, Dayın öldü. Karın öldü. Ama kızın sağ...”
“- Neeee? Kızım sağ mı? Aaah benim bir de kızım vardı! Ben
gittiğimde on beş günlüktü. Nerede benim kızım şimdi?”
“- Ama kızım beni tanımaz ki?”
“- Bekle... Ben söyleyip geleyim.”
Gider...
Hatça Teyze avluda leğende çamaşır yıkamaktadır. Eyüp Çavuş
telaş içinde avluya girince;
“- Hayrola Eyüp Dayı!”
“- Ne var?”
“- Hatça kızım, sana müjdeli bir haberim var. Baban geldi...
Baban sağ...”
Hatça Teyze bayılır. Biraz sonra ayılınca:
“- Eyüp Dayı, bu nerden çıktı? Şimdiye kadar bana hep babamın
şehit olduğunu söylediler ya?”
“- Kızım gelen baban. Ben tanıdım.”
“- Nerede babam?”
“- Kahvenin önünde.”
Hatça Teyze hemen fırlar. Eyüp Çavuş da arkasından çıkar. Gelen
Muhammet (Remzi) Çavuş gelenleri görünce; o da koşarak karşılamaya gelir.
Ama ikisi de
birbirlerine yabancıdırlar.
Öyle ya hayatın bin bir derdi ile gurbet ellerinde kalmış,
bir kızı olduğunu unutmuş birisinin altmış dört yıl sonra yaşlı bir kadın karşısına
çıkıyor ve onun kızı olduğu söyleniyor. Altmış dört yıl babasının öldüğü
söylenen birisine de, karşısında duran ihtiyar adamın babası olduğu söyleniyor.
Karşı karşıya gelip garip bir şekilde birbirlerine
bakıyorlar. Biraz sonra Eyüp Çavuş:
“- Kızım Hatça, bu senin baban. Ben kendimden nasıl eminsem,
bu adamın senin baban olduğundan eminim. Öp babanın elini!” der.
O gece Üçpınar Köyünde bayram yaşanır.
Herkes bu yeni duydukları akrabalarını ziyarete gelirler.
Muhammet Çavuş on beş gün kadar, köyünde dolaşır. Tarlalara
gider, tepelere çıkar. On beş gün sonra kızına:
“- Kızım, ben artık gidiyorum.” Der.
Kızı:
“- Baba, nereye gidiyorsun?
Bu gördüğün her şey senin ya!”
“- Hayır kızım, Ben artık Halepliyim. Orada kardeşlerin var.
Bir oğlum, bir de kızım var. Ben sadece bir kere daha yurdumu, vatanımı ölmeden
önce bir kere daha görmek için geldim.” Der ve ertesi gün gider.
Ertesi yıl gene gelir. Bu sefer oğlunu ve kızını da
getirmiştir. Oğlu Halep’te inşaat mühendisi imiş. Onun adını da ‘Muhammed Remzi’
koymuş.
Kahvede kendisine sormuşlar.
“- Senin adın Muhammed. Ama oğluna neden kendi adını verdin?”
“- Ben vatan hasreti ile yıllardır o kadar yandım ki, ölmeden
vatanıma kavuşamazsam, adımı hiç değilse oğlum götürsün vatanıma diye kendi
adımı verdim ona da.”
Kızının adını ne koymuş biliyor musunuz?
O altmış dört yıl hasretini çektiğinin adını koymuş. Dünyanın
en güzel adını koymuş. Kızının adı;
“TÜRKİYE”
Türkiye, bu yıl 82 yaşına bastı.
Fotoğrafta Türkiye üç torunu ile görülüyor.
(Bilgiler için; Sadullah Özcan beye teşekkürler)
(Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder