Hayat Sadece Ahiret Hayatıdır
Hayat Sadece
Ahiret Hayatıdır
Sahâbeden
Enes b. Malik Radiyallahü Anh ve Sehl b. Sad es-Sâidînin rivayetine göre
Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur:
“Allahım,
hayat âhiret hayatıdır, başka hayat yoktur.”(1) Peygamber Efendimizin Sallallahü
Aleyhi Vesellem hayata dair yaklaşımını ve tabir caizse, felsefesini kısa ve
net olarak ortaya koyan bir hadis bu…
Bu,
Mekkeli müşriklerle, Yahudilerden oluşan büyük şer ittifakının güçlü bir
orduyla Medineye doğru yürüdüğü bir zamanda Resûlullahın mübarek dudaklarından
dökülüvermiş ve tüm Müslümanların nakaratı olmuş, onlara azim ve güç vermiş bir
hadis… Şer ordusunun Medine üzerine doğru hareket etmek üzere olduğunu haber
alan Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem konuyu değerlendirmek üzere derhal
ashabını toplamış, şehri nasıl savunacaklarının istişaresini yapmaktadır.
Görüşmeler
sonunda İran asıllı Selmân Radiyallahü Anh, Arap tarihinde bilinmeyen savunma
taktiği kabul görür:
Şehrin
çevresine hendek kazılacaktır. Bunun için önlerinde çok az bir zaman vardır;
derhal çalışmalara başlanır. Sabah namazının ardından sabahın alaca
karanlığında başlayan kazı çalışmaları akşamın karanlığında son bulmaktadır.
Kazı dondurucu ayazlara rağmen devam etmektedir.
Yaklaşık
bir hafta süren çalışmaların sonunda 5,5 km uzunluğunda, 9 m genişliğinde, 4,5
m derinliğinde aşılamayacak bir hendek kazılır. Ne var ki, hendeği kazmak
oldukça zahmetli ve yorucu bir işti.
Günlerdir
yaşanan açlığın etkisini hafifletmek için karınlarına taş bağlayanlar vardır ki
bunlardan biri de Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellemdı. O hendek kazmayı
ensar ve muhacirlere yükleyip köşkünde işleri uzaktan takip etmek yahut
başlangıçta kazmayı elinin ucuyla tutup yere bir kerecik vurup sonra çekip
gitmek ve bu vuruşuyla kazı işine katıldığını göstermek yerine ashabın herhangi
bir ferdi gibi hendeğe iniyor, onlarla saatlerce çalışıyordu. Bazen hendeğin
burasında sahabesiyle bazen de başka bir yerinde diğer sahabesiyle beraber
çalışıyordu. Onlar gibi çalışıyor, onlar gibi sırtında toprak çekiyor, kazma
vuruyor, toz toprak içinde kalıyordu.
Bu
esnada onların şakalaşmalarına, şiirlerine ve heyecanına katılıyor, karşılık
veriyordu. İlk günlerden birinde sabahın alaca karanlığında hendeğe gitti. Hava
çok soğuktu. Ashabını açlık ve yorgunluk içinde, nasırlaşmış elleriyle kazma
sallar, omuzlarında toprak taşırlarken görünce yukarıdaki hadisi dudaklarından
dökülüverdi.
Şöyle
diyordu:
“Allahümme,
lâ ayşe illâ ayşel-âhireh Fağfiril-ensâra ve-muhâcireh! (Allahım, hayat âhiret
hayatıdır, başka hayat yoktur; Ensarı ve muhacirleri mağfiret et, bağışla)”
Bir
büyük hakikati anlatan bu söz, ashaba güç ve enerji vermiş, azimlerini artırmıştı.
Ardından
bu söz kazı işlemi süresince hep birlikte tekrarladıkları nakaratlardan biri
oldu. Bu söz içerdiği büyük hakikat ve duayla, yorulan bileklere güç, bitkin
gönüllere moral kaynağı olmuştu. Hayatta kalmak için savaşmak dahi olsa,
yaptıkları hiçbir şeyin bu dünya için olmayıp gerçek yurtları olan âhiret için
olduğunu, olması gerektiğini, bu azim ve gayretle çalışmalarını söylüyordu, Hz.
Peygamber.
Çünkü
bu dünya geçiciydi, sonluydu. Buraya dönük yapılan tüm işler ve yatırımlar da
dünya üzerinde geçirecekleri süreyle son bulacak, daha sonrasında onlara fayda
sağlamayacaktı. Oysa önlerinde ölümle başlayacak sonsuz bir yaşam vardı.
Mademki
hayat, dirilik, diri olmak demekti, öyleyse son bulan bir hayat gerçekten hayat
olamazdı. Gerçek hayat, diriliği devam eden, son bulmayan hayat olmalıydı. Bu
dünya ise bu özellikte değildi. Sonu ölüm olan bir süreç nasıl olur da gerçek
anlamda hayat/dirilik olabilirdi? Öyleyse bu hayat üzerindeyken elde edilen
nimet ve imkânlar, refah içinde sürülen bir yaşam; başa gelen musibet ve
sıkıntılar, hezimet ve yenilgiler; bunların hiçbir ebedî olmayacaktır.
Yaşama,
hayata dair arzuyla dolu olarak doğuyor insanlar. İnsanın doğasında var olan bu
arzu ve hırs, insanın, hayatın kaynağı ve hayat sahibi her varlığa hayatını bahşeden
(el-Hayy olan) Allahın ruhundan bir üfleme taşıyor olmasından ileri geliyor.
Bu
nedenle bu arzu ve hırsı yok saymak, onu görmezden gelmek isabetli bir yaklaşım
değildir. Bu olması gereken bir arzu ve hırstır ki, Allah onu insanın
yaratılışının genlerine kodlamıştır. Allah ise yaratanların en mükemmelidir;
Onun
yaratmasında herhangi bir kusurun bulunması imkân-sızdır. Hayata karşı insanın
doğasında var olan bu arzu ve hırs, abestir, gereksizdir demek, yaratılışta
kusurun bulunduğunu dile getirmek demektir. Bu ise Müslümanın sakınması gereken
bir düşünce ve yaklaşımdır.
Öyleyse,
yapılması gereken bellidir: İnsana gerçek hayatı ve yaşamı göstermek ve bu
sonsuz yaşamı mamur etme, refah ve mutluluk içinde keyifle sürme yönünde
bilinçlendirip yönlendirmektir. Peki, gerçek hayatı kim belirleyecektir? Bunun,
içinde yaşanılan zaman dilimi mi yoksa bu zamanın son bulduğu ölümle başlayan
ebedi zaman dilimi mi olduğuna kim karar verecektir?
Fâni
olan, kısa vadeliyi uzun vadeliye tercih eden, bugün için yarınını heder
edebilen, şeytanın aldatma ve kışkırtmalarına hedef durumundaki insan mı? O
gerçek hayatı görmüş mü ki, bunu haber versin? Hayatı o mu yaratmış ki,
hangisinin gerçek, hangisinin sahte, hangisinin temel/asıl, hangisinin ikincil
tâli olduğunu bildirsin? Bu yüzden bu gereğin insana sürekli hatırlatılması
gerekiyordu ki yaşama karşı arzuyla dolan olan insanoğlu aldanmasın. Gerçek
diye sahte-kopya bir hayatın peşinde ömür sermayesini tüketip, sonunda kahreden
bir pişmanlıkla:
“Eyvah,
aldandım!” demesin.
Merhamet
ve şefkatinde sınırı olmayan Allahu Teâlâ, Kuranda, bu gerçeği pek çok âyette
dile getirmekte, gözler önüne sermektedir. Peygamber Efendimiz de Sallallahü
Aleyhi Vesellem her fırsatta aynı gerçeği insanları usandırmadan, bezdirmeden
hatırlatıyordu. Bazen bu hatırlatma, bu olayda olduğu gibi şiirsel biçimde
meydana geliyordu.
Allah
Resûlünün, arzulanması, hırs gösterilmesi gereken gerçek hayatın ne olduğuna
dair bu ikazı ve hatırlatması, aynı zamanda tüm ümmeti içindir. Bu ümmetin
içinde bu yazıyı kaleme alan ve okuyan Müslümanlar da bulunuyor.
(1)
Buhârî, Cihâd, 109; Fezâilüs-sahâbe, 39; Meğâzî, 27; Rikâk, 1; Müslim, Cihâd
126, 127, 128, 129, 130 (1804-1805); Tirmizî, Menâkıb, 56 (3855-3857)
Osman
Arpaçukuru
Yorumlar
Yorum Gönder