Allah’ın Varlığını İnkâr Eden Doktora Karşı Muhteşem Delil
Allah’ın Varlığını İnkâr Eden Doktora Karşı Muhteşem Delil
Bizanslılar devrinde, İstanbul’da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dine
inanmadığı gibi, Allah’ü Teâlâ’nın varlığını da inkâr ediyor ve:
“Her şey kendi kendine var olmuştur.” diyordu.
Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup,
sorulan her soruya cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle
gelmişti. Yalnız; “Dünyanın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni ikna
eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim.” diyordu. Karşılaşıp münazara ettiği
herkesi mağlup ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese
dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında Hristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu
krallarına anlattılar. Buna ancak Müslümanların cevap verebileceğini
söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halifesi, Me’mûn’a bir elçi ile mektup
gönderdi. Mektubunda; “Size gönderdiğimiz bu doktor dinsizdir. Bir yaratıcı
olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münazara edecek ve bunu ikna edip, mağlup
edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur.” yazmaktaydı. Abbâsî halifesi
müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki:
“Ey halife! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan
edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapacağımıza karar verelim.”
Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı.
Herkes bir şişeye idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime
aid olduğunu bilmek için de özel işaretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı
doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada bulunan
insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da
falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işaretlere
baktıklarında, hepsi dediği gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını
karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; “Bu falanca ile filancanın idrarıdır.
Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır.” dedi.
Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz
kalmıştı. Sonra; Bağdat’ta onunla münazara edecek bir kişi bilmiyoruz.”
dediler. İçlerinden birisi; “Büyük âlim, evliyanın üstünlerinden olan Nişâburlu
Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Bununla ancak
onun münazara edebileceğini sanırım.” dedi.
Halife, Ahmed bin Harb’ın yanına birini gönderip durumu ona
bildirdi. O da buyurdu ki:
“Siz münazara meclisini falan saatte, halifenin sarayında
hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana,
niçin geç kaldınız? Dersiniz. Ben de cevap veririm.”
Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halife
ona; “Niçin geç kaldınız?” diye sordu. O da; “Abdest için Dicle Nehri kenarına
gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim.” dedi. Halife; “Ne gördünüz
ki?” diye sorunca şöyle cevap verdi:
“Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden
yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar
kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olmadan da
suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım.”
Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:
“Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münazara etmeye
geldi? Bu delidir. Bununla münazara etmeye değmez.”
Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,
“Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?”
Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: “Olmayacak şeyler
söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu
tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su
üzerinde gider dediniz.”
O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:
“Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca,
yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu
güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir
yapıcı olmadan, bu dünya bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, sanat erbabını
hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir
yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir.”
İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an
düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi kendine; “İnsan bilgisine güvenip
böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allah’ü Teâlâ vardır.”
deyip Müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona kelime-i şehadet söyletip manasını
öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına
vesile oldu.
Yorumlar
Yorum Gönder