Pîri Muazzam Hz. Şeyh Şaban-ı Velî

Pîri Muazzam Hz. Şeyh Şaban-ı Velî

Kastamonu, Taşköprü ilçesi, Gökçeağaç Bucağı (Hanönü ilçesi) Çukurçayı köyünde babasız olarak doğdu. (1470 Fatih dönemi) 3 yaşında Annesini kaybetti. Anadan yetim, babadan öksüz kaldı. Taşköprülü hayırsever bir hanım tarafından evlad edinilerek okutuldu. İlk tahsilini ve hafızlığını Kastomonu’da, yüksek tahsilini de İstanbul’da yaptı. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve zamanın fen ilimlerini öğrendi.
İkinci Bayezıd dönemi idi. Saray başta olmak üzere Halvetilik revaçtaydı. İstanbul’da genellikle Fatih Medresesinde kaldı. Boş zamanlarında tekkeleri dolaştı, tasavvufa meraklıydı, nihayet müderrislik icazetini alarak Kastamonu’ya dönmek üzere yola çıktı.

Hz Pir; birkaç arkadaşıyla1498 yılında Bolu’dan geçerken, arkadaşları Hayreddin Tokadi Dergahı’na gidelim diye ısrar ettiklerinde; ilahi ve zikir seslerini duyup sanki geleceğini görüyor gibi uzunca bir zaman düşündü ve sonra dedi ki; ”Onlar Hak âşıklarının gönlüne cezbe salarlar, onlar bir zincirci taifedir ki aşıkları kendi taraflarına ve silsilelerine çekerler.” Buyurmuş ve Hayredin Tokadi Hazretlerinin dergâhına misafir olmuşlardır. Ne var ki, bu Halvetî Tekkesi Şaban Efendiyi derinden etkilemiş ve bu uğrak yerinde 12 sene kalıvermişti. Edeb ve kemalini burada tamamladı. Hilafet makamına yükseldi. Hayreddin Tokadî Hz’leri 1510 yılında icazetini yazıp Kastomonu’ya vazifeli olarak gönderdi.

Kastamonu’da ilk zamanlar şehrin kuzeyinde Honsalar Camî’nde irşad vazifesini yürütürken çıkan bir yangın sonucu Hisarardı Semtinde Seyyid Yahya Şirvani Hazretlerinin halifesi olan ve 1459 yılında vefat eden Kastamonulu Seyyid Sünneti Hazretlerinin dergâhına yerleşti. İrşad vazifesini buradan sürdürerek doğuyu ve batıyı aydınlatıp Halvetî yolunun Şabaniyye Kolunu inşaâ etti. Hz Pir; Nakşi, Kadiri, Halveti'yi cem edip birleştirerek, cehri ve hâfi olarak Şabaniyye'yi kurdu.
Hz Pîr evlenmemişlerdir. Mürşidi İnsü Can, Mürşidüs Sakaleyn denmesi de insanlara ve cinlere Mürşid ve Pîr olmasındandır. Yetiştirdiği sayısız zattan 360 kişiye hilafet vermiştir. Bunlar dünyanın her tarafına Halveti yolu Şabaniye kolunu götürmüşlerdir. Afrika, Mısır, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Makedonya’da günümüzde bile devam etmektedir

4 Mayıs 1569 (H. 976) yılında gün doğarken Âhirete irtihal etmişler, medrese yıllarından arkadaşı olan ve tarikatın İstanbul ayağını idare eden Süleymaniye vaizi Şeyh Muharrem Efendi cenazesini yıkamış ve namazını kıldırmışlardır.
Türbesine Kethûda Ömer Bey başlamış Şeyh Ömer Fuadi Hz’leri 1614’de tamamlamıştır. Bu mübarek türbe günümüzde gece ve gündüz ziyaret mekanıdır. Pîr Hz ‘nin kerametleri çoktur, Asa Suyu diye bilinen Zemzem suyu kerameti Türbesinin avlusunda kaimdir.

Şaban ı Veli Hz'leri Kastamonu’ya vazifeli olarak ilk geldiğinde Kastamonu’da oturan ermişlerden İsa Dede dervişlerine “Kemâl sahibi bir boyacı geliyor” yola çıkıp karşılayın buyurdu. Dervişler, Derbend-Suluk mevkînde beklediler. Hz. Pîr onların yanına geldiğinde musafahalaştılar. –“Nerden gelip nere gidiyorsun” diye sorduklarında –“Hak’dan geldik Hak’ka gideriz” diyerek kendini gizledi. Dervişler İsa Dede’ye hehalde bahsettikleri zatın gelmediğini söylediler. İsa Dede Hz Pîr’i bilmiş ve boyacı diye tanıtmış, sırrını açığa vurmamıştı. O’nun hali böyleydi. Hep gizlenmeyi severdi.
Bir gün dervişlerden biri, Efendim sırtınızdaki aba epeydir kirlendi müsaade edin de yıkayayım dedi kimseye hayır demeyen Hz pir, olur buyurdu ve abasını dervişe verdi. Hizmetli derviş abayı yumak için leğene koyunca aba suyun etkisiyle dağıldı ve parçalandı. Hz pir gülümseyerek “Üzülme zaten biz bu dünyaya üryan geldik, üryan gideceğiz.” buyurması meşhurdur.

Şa'bân-ı Velî, dünyaya hiç meyletmezdi. Takvâ ve verâ ehli idi. Haramlardan şiddetle kaçar, hattâ şüpheli korkusu ile mübahların bile fazlasını terk ederdi. Zamanlarını bir dakika boşa geçirmezdi. Vaktini ibâdet ve insanlara faydalı olmakla geçirirdi. Kendisine sığınanları boş çevirmezdi. Dîn-i İslâmı yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını ve Ehli beyt sevgisini herkese anlatmakla vaktini değerlendirirdi. Dînin emirlerini yapmayan ve yasaklarından kaçınmayanlara ziyâdesiyle nasîhat ederdi. Getirilen hediyeleri, kendisi zâhiren çok fakîr olduğu halde, hepsini muhtaçlara, yetimlere dağıtırdı. Halkın arasında Hakk'ı anardı. Görünüşte insanlar arasında bulunurdu, fakat kalbi ile hep Allahü Teâlâyı hatırlar, hakîkî sahibinden biran bile gafil olmazdı. Yaptığı duâlar, kabûl olurdu.

Talebelerinden Muhyiddîn Usta anlattı: Bir gün hocamız Şa'bân-ı Velî hazretlerinin huzûrunda idik. Ilgaz yolundan bir kimse geldi ve hocamızın elini öptükten sonra; “Efendim! Yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yani taşı kaldırdık, tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve; “Yetiş ey Şa'bân-ı Velî hazretleri!..” diye imdât istedik. O anda bir el, değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi, getirip yerine koydu. İşte, orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el, aynı eldir.” dedi.

Talebelerinden Mehmed Efendi anlattı: “Şa'bân-ı Velî hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiğim sıralarda, onun pek çok kerâmetlerini gördüm, hâllerine şâhid oldum. Horasan evliyâsından biri, talebelerinden hâl ehli olan birkaçına; “Anadolu’da derecesi yüksek, pek kıymetli bir velî yetişti. Arzu ettiği an melekler âlemini seyretmektedir. Siz de ziyaretine gidiniz. Onun feyz ve bereketine, teveccühlerine kavuşunuz.” buyurdu. O talebeler de Anadolu’ya doğru yola çıkıp Kastamonu’ya yaklaştılar. Bu sırada Şa'bân-ı Velî, iki talebesine bir ayna verip; “Horasan dervişlerinden üçü ziyaretimize gelmektedir. Aynayı bu gelenlere veriniz.” buyurdu. Aynayı alan iki talebe, Horasanlı dervişleri karşılamaya çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, emânet olan aynayı gelenlere verdiler. Horasanlı dervişler aynaya baktıklarında, içinde Şa'bân-ı Velî’nin tebessüm ederek kendilerine baktığını gördüler. Bu hâle hayret ettiler ve; “Bize bu kâfidir. Göreceğimizi gördük, Şa'bân-ı Velî’nin teveccühlerine kavuştuk.” diyerek Horasan’a döndüler.”

Şa'bân-ı Velî’ye bir gün fakir bir kimse gelerek; “Efendim! Fakirim. Bir merkebim vardı, o da öldü. Şimdi ne ile çocuklarımın geçimini temin edeceğim? Ne olur duâ buyurun da, Cenâb-ı Hak beni nâmerde muhtaç etmesin.” dedi. Şa'bân-ı Velî de, ellerini açarak bu fakir için Allahü Teâlâ’ya yalvardı. O sırada bir atlı, yedeğinde bir katır ile Şa'bân-ı Velî hazretlerinin huzûruna varıp; “Efendim! Bu katırı size hediye etmek niyetiyle tâ memleketimden geldim. Lütfen kabul buyurunuz.” dedi. Şa'bân-ı Velî, yanında duran fakîre dönerek; “Ey fakîr! Allahü Teâlâ’nın sevdiklerine olan bağlılığın ve muhabbetin sebebiyle, Cenâb-ı Hak sana, merkebin yerine daha güçlü bir katır ihsan etti. Nimetinin şükrünü bil ki, daha da çoğaltsın.” buyurdu ve katırı fakire teslim etti. Katırı getiren kimse, bu işe şaşırıp kaldı ve hayretinden; “Suphanallah” deyince, etraftakiler; “Niçin hayret ediyorsun?” diye sordular. O kimse de; “Bu katırı yarın getirecektim. Lâkin içime, hayırlı işi geciktirme, diye bir düşünce geldi. Bunda bir hikmet var diyerek acele ettim.” dedi.

Kürekçi Mustafa isminde, Şa'bân-ı Velî’yi çok seven biri anlattı: “Birisine bin iki yüz akçe borcum vardı. Onu ödemek için çok çalıştığım hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse de, zaman zaman gelip parasını istiyordu. Ben her defâsında; “Biraz daha mühlet ver.” diyordum. Bu durumun böyle devam etmeyeceğini anlayınca, bir velînin kabrine giderek; “Yâ Rabbî! Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum kadar dünyalık ihsân eyle!” diye duâ eyledim. Oradan ayrıldıktan sonra, aklıma Şa'bân-ı Velî hazretleri geldi. Huzûr-i şerîflerine vardığımda yanında kimse yoktu. Beni görünce, oturduğu minderin altını işaret ederek; “Bunun altındakileri al!” buyurdu. Elimi uzatıp, bir miktarını aldım. Hepsini almadığımı görünce, bana; “Hepsini al. Hak Teâlâ oradakilerin hepsini senin için gönderdi.” buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldım. Sonra benim için el kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bunu darda koyma.” diye duâ etti. Huzurundan ayrıldım. Tenhâ bir yere vardığımda paraları saydım, tam borcum kadardı. Çok sevindim. Hemen gidip borcumu verdim. O günden beri hiç kimseye borçlanmadım, elhamdülillah.”

Murâd Halîfe ismindeki imâm, bir gün Şa'bân-ı Velî’yi ziyarete geldi. O sırada Şa'bân-ı Velî câminin bahçesinde talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Murâd Halîfe, bir müddet onların yanına oturup sohbeti dinlemeye başladı. Dinledikçe, Şa'bân-ı Velî hazretlerinin büyüklüğünü anlıyordu. Bir ara Şa'bân-ı Velî’nin mübârek başını câminin kubbesi yüksekliğinde gördü. Hemen varıp, Şa'bân-ı Velî’nin dizinin dibine oturdu ve elini öpmeğe başladı. Talebelerden biri yavaşça; “Bu adam ne yapıyor? Durup dururken hocamızın elini öpüyor.” deyince, yanındaki kalp gözü açılmış olan talebe de; “Eğer hocamızın mübârek başının Arş-ı âlâya değdiğini görse, zevkten helâk olurdu.” dedi.

Şa'bân-ı Velî, zaman zaman şehrin kenarında bulunan bir ulu çınar ağacının yanına gider, ağacın kovuğu içine oturarak Allahü teâlâyı zikreder, mahlûkları hakkında tefekkür ederdi. Bir gün, böyle ağacın kovuğunda tefekkür edip otururken, bazı kimseler gelip Şa'bân-ı Velî’yi çağırdılar. Tefekkür etmeyi bırakıp gelenlerle beraber şehre giderken, arkalarında bir gürültü koptu. Geriye döndüklerinde, koca çınar ağacının da peşlerinden geldiğini gördüler. Bunun üzerine Şa'bân-ı Velî; “Ey yaşlı çınar! Daha gelme, yerinde kal!” buyurunca, köklerini sürükleyerek gelen ağaç, olduğu yerde kaldı.

Talebelerinden Ömer Füâdî Hz’i anlattı: Teyzemin başı çok ağrıyordu. Bu baş ağrısı için gitmedik doktor, içmedik ilâç bırakmadık. Kimden ne ilâç duyarsak onu deniyorduk. Fakat netice hiç değişmiyordu. Bir gün Şa'bân-ı Velî’ye gittik, durumu anlattıktan sonra duâ istedik. “Kur’ân-ı kerîmin her harfinde bin derde bin devâ vardır. Ondan şifâ aramayan şifâya kavuşamaz.” buyurdu ve bir Fâtiha-i şerîfe okudu. Oradan ayrıldık, eve gelirken teyzeme ağrısını sorduğumda; “Elhamdülillah hiçbir ağrı ve sızı kalmadı.” diyerek Şa'bân-ı Velî’ye duâ etti.

Şa'bân-ı Velî Hazretleri ömrünün son günlerinde rahatsızlandı. Hastalığının son günlerinde talebelerini başına toplayarak, ayrı ayrı nasihatlerde bulundu. Her biriyle vedalaştı. Helalleşti. Son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Kastamonu’nun Hisarardı civarındaki türbesine defnedildi. Vefâtı için şu mısrayı târih düşürdüler:

“Eyledi Şa'bân Efendi azm-ı dildâr-ı can!”
Türbesindeki kitâbede de şu beyt yazılıdır:
“Sarıl gel, dâmeni ihsânına sen Şeyh Şa'bân’ın,
Harâbından geçip ma’mûr-u-âbâd olmak istersen.”

Derdime Çâre

Şa'bân-ı Velî, bir sene kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı. İçerde nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler kat etmek için uğraştı. O sıralarda hac mevsimiydi. Kastamonulu bir kimse, hac vazifesini yapmak için Kâbe-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım edecek bir yakını yoktu. Beraber geldiği kimseler, Mekke’den ayrılıp memleketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı.

 Memleket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı bir gün, yanına bir zât geldi. “Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?” diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: “Kâbe’nin Hanefî mihrâbı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu araştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini gizlerse de, sen ısrarla; “Derdime çâre!..” de. O hacı; “Peki” diyerek, Hanefî mihrâbına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı Şa'bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa'bân-ı Velî’yi göremedi.

 Bana bildirilen herhâlde budur diyerek, sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa'bân-ı Velî’yi görünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; “Beni memleketime götürmek Allahü Teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre...” diye yalvardı. Şa'bân-ı Velî; “Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız.” buyurdu. Hacı da sır saklayacağını bildirince, Şa'bân-ı Velî, namazdan sonra kimsenin bulunmadığı yerde görüşerek; gözlerini yummasını ve açmamasını söyledi. O zât sonunda; Allahü Teâlâ’nın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa'bân-ı Velî’nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek memleketine gelmişti.

PEŞTAMAL; Günümüzde de Şabanı Veli Hazretlerinin birçok kerameti halk arasında anlatılır. Bunlardan meşhur olan biri de hamamdan peştemalin kaybolması hikayesidir, Şabanı Veli Hazreleri hamama gider yıkanır. Hamamdan çıktıktan sonra hamamcılar peştemali bulamaz ve, Şaban Veli Hazretlerini suçlarlar. “Bu ihtiyardan başka bu peştemali kimse almaz” derler. Bir aracı koyarak; Şabanı Veli Hazretlerinden peştemali sordururlar. Şabanı Veli Hazretleri ise “Peştemali ben almadım, peştemalinizi filanca inek yemiştir.” Der. Hamamcılar Şabanı Veli Hazretleri’ne inanmazlar ve ineği keserler. İneğin midesinde peştemali bulurlar. Kendisine inanılmadığını gören Şabanı Veli Hazretleri de duruma canı sıkılır ve “Hamamınız batsın” deyiverir. Allah’ın hikmeti hamam batar ve yere doğru çöker. Hamam bugün hala Nasrullah Cami çapraz karşısında çökük vaziyette durmaktadır.

SEYYİD SÜNNETİ HZ: Seyyid Yahya Şirvanî Hz 'lerinin halifelerinden Seyyid Ahmed Sünneti Hz'leri Hisarardı semtindeki dergâhta birçok kimseyi manevi olarak yetiştirdiği halde irşad postunda kimseyi bırakamadığı için üzülürdü. Böyle üzüntülü bir zamanında Hızır As. yanlarına gelerek “Ey Seyyid Ahmed üzülme bir süre sonra zamanın sahibi bir zat gelip makamınıza oturur. Dergâhınızda irşadı devam ettirir” buyurmuş. Gerçekten de Seyyid Sünnetî Hz’den 40 küsur yıl sonra Hz Pîr onun yerinde gelip irşada başlamışlardır.

Seyyid Sünnetî Hazretlerinin mübarek kabri caminin kıble tarafındadır. Şeyh Şaban’ı Veli Hazretlerinin Türbesi onun ayakları istikametinde olup elli altmış metre ileridedir. Bir keresinde sel gelip Seyyid Sünneti Hazretlerinin kabrini ayakucundan yarıya kadar açtı. Görüldü ki Seyyid Sünneti Hazretlerinin mübarek cesetleri olduğu gibi duruyor ve ayakları toplanmış Hz. Pîr’e saygıdan dolayı çekilmiş vaziyette. Bu hadiseyi Kastamonu halkı görmüş ve hâlâ konuşulmaktadır.
Hz. Pîr Şeyh Şaban’ı Velî Külliyesi ve Türbesi Kastamonu Hisarardı Mevkînde ziyarete açıktır. Bu Külliyede kendisinden sonra gelen birçok Postnişinler hazire içerisinde yer almakta olup, bu Camiyi ve Külliyeyi yaptıran Ömer Fuadî Hz'leri de burada bulunmaktadır. Ayrıca Ömer Fuadî Hz’i bir de menâkıb hazırlatıp Hz Pîr’i ve O’nun yolunu anlatmıştır. Şâbaniyye Kolunun Şubeleri: Karbaşiyye, Bekriye, Sümmâniyye, Feyziyye ve Çerkeşiyyedir.

Halveti Yolunun Doğuşu

Halvetîlik, İslam Dünyasında ve Osmanlı’da en yaygın tasavvuf yolu olarak bilinir.

Hazar Denizi’nin güney batısında bulunan Geylân bölgesindeki Lâhcan’da doğup büyüyen Siraceddin Ömer el Halvetî, İbrahim Zahid Geylâni’nin halifesi olarak Harizm’de irşad faliyetlerinde bulunan amcası Âhi Muhammed Halvetî’ye intisab etmiş, vefatından sonra onun yerine geçmiştir.1378 (H780) Ömer el Halvetî amcasından gördüğü ve benimsediği Halvet, yalnızlık, ilâhi aşk ve heyecan, zikri gizli yapması gibi özel halleri onların Halvetî ismiyle anılmasına sebep olmuştur. Ömer el Halvetî kırk defa üst üste erbain çıkarmış ve Halvetiyye’nin ilk pîri olmuştur.(vefatı 1349 h.750)

Ömer el Halvetî Hoy, Mısır, Hicaz gibi bölgelerde vazifeli olarak bulunmuş, daha sonra Tebriz’e geçmiş ve irşad faaliyetlerine burada devam etmiştir. İbrahim Zahid Geylani’nin diğer halifesi Sadreddin Erdebîli’den Safeviyye, Safeviyye‘den Bayramiyye, Bayramiyye’den Celvetiyye doğmuştur. Ömer el Halvetî’den ise Halvetiyye yolu doğmuştur.

Daha sonra Azerbaycan bölgesinde Yahya Şirvanî Hz nin Halvetiyye’yi yeniden inşası ile, Halveti yolu Peygamberimizden günümüze kadar aynı ile aktarılmış, Azerbeycan’dan Anadolu’ya geçmiş Anadolu’dan Balkanlar, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Sudan, Habeşistan ve Güney Asya’ya kadar yayılmıştır. Halvetiyye İslam dünyasının en yaygın tasavvuf yolu olmuştur.

Halveti yolu, Anadolu ve İstanbul’a dört ana koldan girmiş ve her tarafa yayılmıştır. Birincisi Yahya Şirvani’nin halifelerinden Dede Ömer Ruşeni’nin kurduğu (vefatı 1487 h.892) Ruşeniyye kolu; Ruşeniyye’den Gülşeniyye ve Sezaiyye şubeleri doğmuştur. , İkincisi Cemâleddin Aksarayi el Halvetî’nin kurduğu (vefatı 1494 h. 899) Cemaliyye kolu; Şâbaniyye, Sünbüliyye, Nasuhiyye, İbrahimiyye, Assaliyye, Bahşiyye, Karabaşiyye, Çerkeşiyye şubeleri doğmuştur.Üçüncüsü Şemseddin Ahmed Marmaravi’nin kurduğu (vefatı 1504 h.910), Ahmediyye kolu; Cerrahiyye, Mısriyye, Ramazaniyye, Buhariyye, Raufiyye, Cihangiriyye, Sinaniyye, Uşşakiyye şubeleri doğmuştur. Dördüncüsü Şemseddin Ahmed Sivasi’nin kurduğu(vefatı 1597 h1006 ) Şemsiyye kolu. Bir de Cemaleddin İshak Karamani’nin kurduğu (vefatı 1527 h.933) Karamaniyye kolu vardır.

Halvetî yolunda nefsin kötülüklerden arındırılması esastır. Bunun yolu dille, kalple, ruhla ve sırla yapılan zikirdir. Tasavvufta önem verilen az yeme, az uyuma, az konuşma, inziva, zikir, fikir, mürşide gönülden bağlılık, Halvetîliğin başlıca esaslarındandır. Müşahede mertebesine ulaşmak için mücahede şarttır.

Ahmediyye Kolunun Mısriyye Şubesinin Kurucusu Niyazi Mısrî şîrlerinde,Muhyiddin Arabînin “Vahdeti Vücud” görüşünden etkilendiği görülür.Halvetî yolu genel olarak bu görüşü benimser ve destekler.

Her ne kadar Halveti Tarikatı'nın kurucusu Ömer Halveti olsa da Halveti Tarikatı'nın genişleyip yayılmasını sağlayan Pir-i Sani Seyyid Yahya Şirvani Hazretleri olmuştur... Çünkü Halvetilikte ilk defa halifeler yetiştirip, başka memleketlere gönderen O’dur. Yahya Şirvani Hz’i, etrafında on bin kadar mürid toplayıp onları yetiştirerek tarikatın yayılmasında, öncülük etmiştir. Halveti Tarikatı'nın kollara ayrılması Yahya Şirvani'den sonra başlamıştır. Halveti silsilesinde ehlibeytin ve özünde "ehlibeyt" sevgisinin olması, tarikatın en önemli özelliklerindendir.

Halvetî yolu dünyada olduğu gibi Anadolu ve İstanbul’da da en yaygın tasavvuf yoludur. Görüldüğü üzere diğer birçok büyük tasavvuf yolları ve kolları Halvetî den ayrılmıştır.1925’te Tekke ve Zaviye kanunu çıkmış ve resmi rakamlara göre İstanbul’da kapatılan tekke ve zaviyelerin dağılımı şöyledir. Halvetî 89, Nakşî 65, Kadirî 57, Rufai 35, Celvetî 22, Mevlevi 5, Şâzelî 3, tekkeleri var idi. Bu tesbitten anlaşılacağı üzere Halvetî diğerlerinden çok ve ağırlıkta idi. Zahirde ise ismi gibi gizli ve az bilinen bir yoldur.

Halvetiliğin Mahiyeti

Halvetîlik, Kur’an ve Sünneti esas alan bir tasavvuf yoludur. Ehli Sünnet vel Cemaat mezhebi içerisinde yer almakta olup, Edillei Erbea(dört şer’i delil) denilen kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas ölçülerini kendine ilke edinmiştir.

Halvetîler; Kuranı Kerimi kendine rehber edinen, Peygamberimizin Sünneti dışında bir hayat ölüçüsü tanımayan, her işinde Allah rızasını gözeten ve kazanmaya çalışan kardeşlerdir. Halveti mensupları özünde ve sözünde ehlibeyt sevgisiyle yoğrulmuş ve bu sevgiyi her şeyden aziz tutmuşlardır.

Resulullah Efendimizin, Hz Ali Efendimize, Allah’a giden yolların en yakını olarak “Lâ ilâhe illâlah) cehri (açıktan) zikrini verdiği ve tasavvuf yolunu açtığı bütün kaynaklarda vardır. Hâfi (gizli) olan zikirleri de Hz Ebubekir Efendimiz yoluyla tarif etmişlerdir.

Altun Silsilede 21.sırada yer alan İbrahim Zahid Geylâni Hz “ne kadar, ”Tarikî Aliye” ismiyle, sadece ”Tevhid” esmasıyla gelmiş, İbrahim Zahid Geylâni zamanında yedi esmaya çıkarılmıştır. Lâ ilâhe illallah, Allah, Hu, Hak, Hay, Kayyum, Kahhar.

Halveti yolu nefis terbiyesine dayalıdır. Nefis yedi başlı canavara benzetilip her başına bir esma konulmuştur. Halveti Yolu’nun dersi 100 istiğfar, 100 Selavat ve Resulüllah Efendimizden başlayarak büyüklere bağışlayıştan ibarettir. Esma okunmasında adet yoktur.

1) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.199
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1147
3) Menâkıb-ı Şa'bân-ı Velî
4) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.381
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.364
6) Anadolu Evliyaları, Nezihe Araz

(Alıntı)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Uzun Ömür İçin Dua

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)