İnsanın Üç Temel İhtiyacı
İnsanın Üç Temel İhtiyacı
Osman Nuri Topbaş
Soru: Efendim; “Dünya hayatında insanın
istikbâline tesir edecek en mühim müessirler nelerdir?”
Cevap: İnsan, bu dünyaya üç temel ihtiyaçla
gelir. Bunlar gıdâ, ilim ve terbiye ihtiyacıdır.
Birinci ihtiyaç; gıdâ:
İnsan, varlık âlemine
adım attığı andan itibaren gıdâya muhtaçtır. Doğumundan evvel kordon
vasıtasıyla annenin gıdâsıyla beslenir. Doğduktan sonra bir müddet anne sütüyle
gıdâlanır. Daha sonra da her biri Cenâb-ı Hakk’ın birerlûtfu ve ihsanı olan
çeşit çeşit gıdalarla, nimetlerle hayatiyetini devam ettirir.
Ancak unutmamalıdır
ki;
Bu beslenme ihtiyacı
karşılanırken gıdaların helâl olması, insanın mânevî istikameti için çok mühim
bir vesiledir. Çünkü helâl olmayan,
haram ve şüpheli şeylerle beslenen kişide ibadet şevki ve kulluk aşkı olmaz.
Gönül hantallaşıp duygusuzlaşır. Temâyüller nefsânî arzulara göre şekillenir.
Böylece İslâm ahlâkı ve yüce fazîletler âdeta unutulur.
Yani, kulun mânevî
inkişâfında helâl gıdânın çok mühim bir rolü vardır. Zira Cenâb-ı Hak:
“Ey insanlar!
Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin…” (el-Bakara, 168)
buyurarak helâl, temiz ve nezih gıdâlar ile gıdâlanmamızı istemektedir.
Haram lokmanın,
kalbimize menfî tesirleri hakkında Hak dostlarının pek çok ve mühim ikazları
vardır. Mesela Hazret-i Mevlânâ bu hususta:
“Bu seher benden ilham
kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de
helal lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helal lokmadan doğar. Eğer bir
lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”buyurmuş,
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de bizleri şöyle ikaz etmiştir:
“Haram yemek kalbi
öldürür, helal yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni
âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Hâlık Teâlâ’ya rağbet ettirir.”
Bu gerçeklerden
hareketle dinimiz,beşerî sistemlerden farklı olarak bizlere bir gıdâ rejimi
telkin etmektedir.
Nitekim maddî olarak
bizleri israf ve oburluktan sakındırırken, mânevî olarak da helâl ve harama
dikkat etmemizi ve şüphelilerden uzak durmamızı emreder.
Bu sebeple denilmiştir
ki:
“Kişinin dindarlığı,
gıdâsının helâlliği nisbetindedir.
Birgün Süfyân-ı
Sevrî’nin yanına gelen bir kimse ona şöyle sorar:
“–Efendim! Namazı
birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?”
Hazret, bu soru
üzerine helâl lokmaya dikkat çekerek ona şu cevabı verir:
“–Kardeşim! Sen
ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Gerçi ön safta namaz kılmanın fazîleti
daha çoktur. Lâkin kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada
namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.”
İnsanın karakteri
üzerinde iki büyük müessir vardır. Bunlar:
a. Muhabbet beslediği
kimselerin mânevî durumu.
b. Aldığı gıdânın
helâllik derecesi.Muhabbet beslediğin kimse, yanlış yolda ise seni de yanlışa
sevk eder. Şayet istikâmet üzere ise seni de istikâmet üzere olmaya
yönlendirir. Aynen bunun gibi helal lokma, insanı istikâmet üzere
yönlendirirken haram lokma dainsanı Hak’tan uzaklaştırır.
Bu sebeple gönlümüze,
lâyık olmayan kişilerin muhabbetini koymamakta göstereceğimiz dikkati;
vücudumuza haram bir lokmanın girmemesi hususunda da göstermeli ve Cenâb-ı
Hakk’a şu şekilde ilticâ etmeliyiz:
“Yâ Rabbî, bana
şüphelilerden ve haramlardan kaçınmayı lûtfet. Yâ Rabbî, sevdiğini bana sevdir
ve beni sevmediğinden uzaklaştır, kalbimi koru!”
Bir hadîs-i şerifte,
helâl rızık arayışı içinde olan kimse hakkında şöyle buyrulmuştur:
“Allah Teâlâ, kulunu
helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” (Süyûtî,
Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
Nitekim:
“Kıyâmette ilk
sorulacak sorulardan birisi: «Nereden kazandın ve nereye harcadın?»
olacaktır."
İkinci ihtiyaç; ilim:
İnsan, öğrenme
ihtiyacıyla dünyaya gelir. Diğer mahlûkat ise ilâhî imtihana tâbî olmadıkları
için, Cenâb-ı Hakk’ın onların fıtratlarına kodladığı sevk-i tabiîler
istikâmetinde hareket ederler; dünyadaki fonksiyonlarına göre hayatlarını
yaşayıp giderler. Fakat insan öyle değildir.
İnsan, doğup gelişmeye
başladığı zaman önce eşyayı tanımaya çalışır. Gördüğü her şeyi takibe alır ve
onların hareketlerini dikkatle seyreder. Biraz daha büyüyünce anne-babaya soru
sorma ihtiyacı başlar. Beden ve zihin geliştikçe de bilgilerini artırmaya gayreteder. Bilhassa bu dönemde, kişiye maddî bilgileri
mâneviyatla mezcederek vermek zarûrîdir. Zira mânevî bilgilerle donatılan ve
vicdânî duygularla yetiştirilen fertler, huzurlu bir toplum meydana getirir.
Bunun aksine, menfaatperest bilgiler ve sapık felsefelerle doldurulup ilâhî
hakîkatlerden mahrum bırakılmış fertlerin oluşturduğu bir toplumda ise sosyal
fâciâların önü alınamaz.
Maalesef bugün zâhirî
bilgiye çok ehemmiyet verilerek; “Aman yüksek tahsil alınsın, doktora yapılsın,
birtakım ilmî ve akademik kariyerler elde edilsin.” denilmekte ve mânevî tahsil
göz ardı edilmektedir. Bundan dolayı da öğrenilen o bilgiler âdeta kalbe saplanan bir diken olmaktadır.
Nitekim madde ve mânâ
dengesini gözetmeden, sırf zâhirî bilgilerle verilen bir ilim tahsili, tıpkı
tek kanadı kırık bir kuşun, aç bir kediye lokma olması gibi, büyük bir insan
israfını da beraberinde getirmektedir.
Allah Rasûlü r
Efendimiz, gönüllerde Tâzîm li-emrillah, yani Allâh’ın emirlerini hürmet ve
ihtiram içinde yerine getirmek ve Şefkat alâ halkillah, yani yaratılanlara
Yaratan’dan ötürü şefkat ve merhamet göstermeyi temin etmeyen bir ilim için اَلْعِلْمُ
لَا يَنْفَعُ
/ “fayda vermeyen ilim” buyurmuş ve ondan Allâh’a sığınmıştır. (Bkz. Müslim,
Zikir, 73)
Meselâ hukuk tahsili
gören biri, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde, âdeta zâlim bir cellât
olabilmekte. Tıbbı bitiren bir doktor, şifâ tevzî edeceği yerde insanların
sağlıkları üzerinden haksız kazanç sağlayan bir insan kasabına dönüşebilmekte;
bir organ tâciri olabilmekte. Bu misalleri her sahaya teşmil etmek mümkündür.
Bu sebeple bilhassa ilim yoluna girenler için takvâ, yani Allah korkusu
zarurîdir
Unutulmamalıdır ki,
bütün ilimler, nefsânî arzularını dizginleyerek rûhânî istîdatlarını inkişaf
ettirmiş bir kimse için, Allâh’a götüren en
güzel bir vasıtadır. Çünkü bütün ilimlerin menbaı, Cenâb-ı Hak’tır. Eğer
ilimler kulu Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kulluğa götüremiyorsa, o ilim, kulun
yalnız ziyânını artırır.
İlim, dünya ve âhirete
ait olmak üzere iki kısımdır. Mâneviyattan uzak, dünyevî bilgiler, kişiyle
beraber mezar kenarına kadar gider, lâkin oradan sonrasına geçemez. Mâneviyatla
mezcedilmiş bilgiler ise ebedî bir saâdet kandili olur. Sonsuz ilâhî hakîkatler
karşısında dünyalık cılız bilgileriyle övünüp, mücadeleye girenler hiç düşünmüyorlar
mı ki, ilimlerin temelini teşkil eden akıllarda
Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmıştır. Fikirlerin parıltıları, Allah`ın
iradesiyle meydana gelmiştir.
İlmin nihâî gâyesi,
mârifetullah’tır. Yani bizi yoktan var eden Allâh’ı kalben tanımak ve bilmektir.
Mârifetullâh’ın refâkat etmediği
nefesler, ölüm ötesi istikbâldeki felâketlerin ayak sesleridir.
İnsanın gerçek servet
ve saadeti, Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetidir. Rabbine muhabbet eden O’nu bilir
ve O’na kulluk eder.
Hak katında makbûl
olan bilmek, öncelikle dünyaya geliş ve gidişin sırrını kavramaktır. Bilmek,
ihtiyaca cevap vereni bulmaktır. İnsanın asıl ihtiyacı ise, âyet-i kerîmede
bildirildiği üzere “müslüman olarak can verebilmek”tir.
Bunun içindir ki
gerçek mânâda bilen, mahlûkâtın ve mülkün gerçek sahibini tanır; Yaratan’dan
ötürü yaratılanlara karşı engin bir şefkat ve merhamet kucağı olur.
Bilen, dâimâ Rabbinin
rızâsını ve yakınlığını arar, onun için Allah yolunda fedâkârlık bir lezzet
hâline gelir. Bilen, “nefsin esâreti”nden kurtulmak için rûhânî bir hayat
yaşama gayreti içinde bulunur. Bilen, ilm-i ilâhînin azameti karşısında
hiçliğini idrâk eder. Bilen, aslında
bilmediğini bilir.Bilen, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan
Sâni-i Mutlak’a aklen ve kalben intikâl eder.
Üçüncü ihtiyaç;
terbiye:
İnsan, terbiye
edilmeye muhtaç olarak dünyaya gelir. Çünkü insan dâimâ; ahsen-i takvîm (en
güzel yaratılış ve yüksek istîdat) ile esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı)
arasında bir mevkîdedir. Yani kendisini meleklerden üstün bir yüceliğe
ulaştıracak kâbiliyet ve istîdatlar da fıtratında meknuzdur, hayvanlardan daha
şaşkın bir süfliyâta düşürecek zaaflar da...
Bu sebeple Peygamber
Efendimiz: “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak,
tevhîde meyilli bir şekilde) doğar. Daha sonra ana-babası onu (inançlarına
göre) ya hristiyan, ya yahudî ya da mecûsî yapar.” buyurmuştur. (Buhârî,
Cenâiz, 92; Müslim, Kader, 22)
Akıl keskin bir bıçak
gibidir; ekmek de keser, damar da. Dolayısıyla onun hakka ve hayra
yönlendirilmesi, ancak vahyin muhtevâsında nebevî bir terbiyedengeçmesiyle
mümkündür.
Bu terbiyeden uzak
kalarak kâinattaki ilâhî kudret ve azamet tecellîlerine âmâ kesilen, “dünyaya
gelenin, nereden ve niçin geldiğini;dünyadan gidenin de neden ve nereye
gittiğini” bilmeyen, beşikten teneşire… nihâyet kabir âlemindeki meçhullere…
bir hazan yaprağı misâli şuursuzca savrulan bir insanın durumu ne hazindir!..
Allâh’ın huzurunda
eğilme ihtiyacını duymayan bir kalbin kıymeti ve insanlık şerefi ne olabilir?
Unutmamalı ki fânî günlerin hayatnotları, ebediyet mahkemesinin adlî
dosyalarıdır. Meçhullerle çevrilmiş hayat yolcusunun huzur ve saâdet kapısı,
ancak nebevî terbiyeden nasip
alabilmekle açılabilir.
Bu gerçek dolayısıyla
Cenâb-ı Hak,bu imtihan dünyasında kullarına, nefsin handikapları içinde
kaybolmayıp, ömrü en güzel ve bereketli bir sûrette geçirmek için en büyük
terbiyeciler olarak peygamberleri ikram ve ihsân etmiştir.
Peygamberlerden sonra
takip edilecek en selâmetli yol da, Hak dostlarının yoludur. Zira Hak dostları,
zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, mânevî terbiye ile kalbî merhaleler kat ederek
davranış mükemmelliğine ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bahtiyarlardır.
Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış
zirveleridir. Yine onlar, nebevî ahlâkın fiilî
ve müşahhas numûneleridir.
Kalbin menfî
tesirlerden muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayırlı telkinlere muhâtap kılınması
için, rûhâniyetlerinden istifâde edilebilecek peygamber vârisi âlim ve
âriflerle ünsiyet zarûrîdir. Bu hâl, insanın belli aralıklarla âdeta mânen şarj
olması gibidir. Fazîlet ve gayret ehli
sâlih zâtların hâllerinden ibret alarak gaflet uykusundan uyanmak, her insan için
büyük bir ihtiyaçtır.
Velhâsıl, insanın
ilâhî hakîkatler çerçevesinde güzel bir istikbâl için maddî ve mânevî yapısını
terakkî ettirmesi lâzımdır. Bunun için de yediği gıdânın helâliyetine,
öğrendiği ilmin kendisine faydalı olmasına ve güzel bir terbiye için sâlihlerle
berâber bulunmaya dikkat etmesi zarûrîdir.
Cenâb-ı Hak, bizleri
bütün nîmetlerin kadr u kıymetini lâyıkıyla bilip, ömrünü rızâ-yı ilâhîye
muvâfık amellerle en verimli bir şekilde kullanabilen kullarından eylesin!
Âmîn…
Yorumlar
Yorum Gönder