Allah’a Şükretmek
Allah’ü
Teâlâ’ya Şükretmek
1-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Her
kim, sağlımı yerinde mal ve namus güvenliği içinde ve o günlük yiyeceği yanında
sabahlarsa, sanki bütün dünya onunmuş gibi, Allah'a şükretsin.”
2-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Kim,
(amalık, topallık, kötürümlük gibi ) belaya müptela olan birisini görüp de
Allah'a, bana sıhhat verdin diye hamd ederse, her türlü belalardan korunur.”
“Allah'dan
korkun ve münafıkların kaçışından kederlenmeyin. Ta ki, şükretmiş olasınız.”
“Eğer
küfre dalarsanız şüphe yok ki, Allah sizden müstağnidir; (hiç bir şeyinize muhtaç
değildir). 0 kadar var ki kullar küfrüne razı olmaz. Eğer şükreder de imana
gelirseniz, sizin hesabınıza ona razı olur.”
“Allah
size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini
tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.”
“Allah
âyetlerini size böyle açıklıyor ki, şükredesiniz.”
Soru:
Hamd ve şükür ne demektir?
Cevap:
Alimlerimiz hamd ile şükrü farklı şekillerde açıklarlar. Bunlara göre hamd,
zahirî (görünür) amellerdendir. Meselâ dille Allah'ı tesbih etmek ve Kelime-i
tevhid getirmek gibi. Şükür ise batinî (iç) amellerdendir.
3-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Emniyet
ve sağlık, insanların çoğunun değerini bilemedikleri iki nimettir.”
4-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“İnsanların
Allah'a en çok şükredeni, insanlara teşekkürü en çok edenleridir.”
5-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Altın
ve gümüş, Allah’ın yaratmış bulunduğu madenlerin arasında (Para gibi,) değer
taşıyan bir madendir. Kim, bu madenlere konup, şükredip Allah’ın huzuruna
gelirse,(kıyamet gününde) her isteği yerine getirilir.”
6-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Şükredip
yiyip içen kimse, sabredip ( nafile ) oruç tutan kimsenin kazandığı sevabı
kazanır.”
7-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“İmanlı
kişilerin yaptığı işler sevindiricidir. Çünkü imanlıların her işleri
hayırlıdır. Ve böyle hayırlı işler müminlere mahsustur. Zira mümine bir servet
verilirse ona şükreder ve bu davranışı onun hakkında hayırlı olur, şayet
mü'mine bir sıkıntı isabet ederse ona da sabretmesini bilir ve yine onun
hakkında hayırlı olur.”
8-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Müslümanların
işine şaşıyorum: Müslümanın başına bir musibet isabet ederse o ona sabreder. Ve
bu hal onun için hayırlı sonuç doğurur. Ona hayırlı bir servet isabet ettiği
zaman da ona da sabreder ve bu da onun hakkında sonuç itibariyle hayırlı olur.”
Şükür;
Allah'ın verdiği nimetleri yerinde kullanmaktır.
Şükür;
gizli-aşikâr bütün azalarla tüm yaratıkların gerçek sahibi olan Allah'a itaat
etmektir.
Şükür;
Allah'a yürekten saygı besleyerek çirkin günahlardan kaçınmaktır.
Şükür;
nimeti verene hürmet ve saygı duymak, ona karşı küfran-ı nimette bulunmamaktır.
“Allah
ne dilediyseniz hepsini size vermiştir. Eğer Allah’ın bunca nimetini birer
birer saymaya kalkışırsanız bitiremezsiniz. Gerçekten insan pek zâlim ve
nankördür.”
9-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Hülasa
müslim, ağzına götürdüğü lokmaya varıncaya kadar her şeyden sevap kazanıyor.”
10-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Gerçekten
ümmetimden biri pazara gidip de yarım veya üçte bir altına bir gömlek aldığında
( Allah’ım bunu sen bana verdin ) diye hamdü sena ederse, giyeceği gömlek
dizlerine inmeden Cenab-ı Hak o kulunu mağfiret eder.”
11-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Ey
ümmetim, dünyalık bakımından sizden aşağı derecede olanlara bakın, dünyada
sizden üstün olanlara bakmayınız. Bunu yapmak sizin için çok salim bir yoldur.
Çünkü: Böyle düşünmekle hem Allah'ın size verdiği nimetleri hakir görmemiş hem
de böyle düşünmekle nimetin kıymetini daha iyi anlamış olursunuz.”
12-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Hz.
Allah buyurur ki: Gerçekten ben cin ve insandan büyük bir haber vereceğim.
Yaratan benim, o başkasına ibadet eder, rızkı ben veririm, o yine bir
başkasına şükreder.”
13-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Allah'a
şükreden bir kalb onu anan bir lisan, din ve dünya işlerinde sana yardım eden
Salih bir zevce ( eş ) alsın, kıymet verip sakladıkları her türlü servet ve hazineden
daha da hayırlıdır.”
14-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Şükrünü
eda edeceğin az bir mal, şükrünü eda edemeyeceğin kadar çok bir maldan daha
hayırlıdır.”
Açıkça
gözler önüne serilmektedir ki, Ulu Allah'ın bahsetmiş bulunduğu kuvvet ve
imkânları, kötü yolda kullanmaktan kaçınmak, gerçek nimet sahibi olan Allah'a
karşı şükür borcunu ödemektir. Daha başka bir deyimle kişi, sahip olduğu her
türlü kuvvet ve imkânın kendisine Allah’ü Teâlâ tarafından verilmiş bulunduğunu
bilmeli, bu yüzden de bu kuvvet ve imkânları nimeti verenin, kullanılmasını
dilemediği yerlerde kullanmamalıdır. İşte kişioğlunun böyle hareket edişi
nimeti veren gerçek sahibine (Allah'a) karşı şükür etmek demektir.
15-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Allah’ü
Teâlâ’ya, verdiği nimetlerinden dolayı hamd etmek, o nimetin elden çıkmamasını
sağlar.”
16-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“İçinizden
birisi servet, evlat bakımından kendisinden üstün olana baktığı zaman, (ona
gıpta etmemek için ) derhal kendisinden bu nimetler bakımından aşağı durumda
olan birisine baksın.”
17-
Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem buyuruyor ki:
“Her
kim yeni bir elbise bulup giyince, giydiği elbise vücudundan aşağı doğru indiği
zaman: (Bu elbise ile hayatımı süsleyen ve avrat yerlerimi kapayan Allah’ü
Teâlâ’ya hamd olsun ) der ve elbiseyi eskittiği zaman da başkasına tasaddük
ederse o kimsenin ölüsü ve dirisi Allah’ü Teâlâ’nın emniyetinde olur. Ve bu kimse
Allah’ü Teâlâ’ya yakın olur.”
Soru:
Şükreden mi, yoksa sabreden mi daha üstün derecelidir? .
Cevap:
Bu konuda çeşitli görüş ve fikirler vardır. Fakat benim kanaatıma göre,
şükreden gerçekten sabır da ediyor demektir. Aynı şekilde, sabreden kimse
şükür de ediyor demektir. Açıkçası sabırla şükür iç içe girmişlerdir.
Çünkü
şükreden kimse şüphesiz bir takım çile ve sıkıntılarla yüz yüze gelecek ve
bunlara karşı sabır gösterecek, var gücüyle dayanacak. Şükür, nimeti veren
gerçek sahibine, isyan tanımaz şekilde hürmet ve saygı göstermek demek
olduğuna göre, içinde bu manâ saklıdır. Çile ve sıkıntılara karşı dayanıklılık
göstermemek, nimeti veren gerçek sahibine isyan tanımaz şekilde hürmet ve saygı
duymamak demektir. Böylesine bir durumda ise kişioğlu şükretmiş sayılmaz.
Sabır,
sırf Allah’ü Teâlâ’ya hürmet ve saygı beslemek kasdiyle belâ ve musibetlere katlanmak,
dayanıksızlık göstermek demektir ki, bu da nimeti veren gerçek sahibine,
açıkçası Ulu Allah’ü Teâlâ’ya karşı isyana kalkışmaya engel teşkil eder. Buna
göre belâ ve musibetlere karşı sabır gösteren, bu dayanıklılığı ile nimete de
kavuşuyor demektir.
'“Allah’ü
Teâlâ şükredenleri daha iyi bilen değil mi?”
Bu
Allah’ü Teâlâ kelâmının daha geniş manası şudur:
Ben
şanı yüce Allah’ü Teâlâ nimetimi, onun kadru kıymetini bilene veririm. Nimetin
kadr ve kıymetini ise ancak ona yürekten istekli olanlar ve onu her şeyin
üstünde tutanlar bilir. Bu da şekilde ortaya çıkar. Nimete gönülden istekli
olanlar, nimeti tin elde edilmesi için didinip çırpınır ve bu yolda
karşılarına çıkacak olan her türlü sıkıntı ve çilelere katlanırlar; ellerine
geçirdikten sonra da bunu kendilerine bahşeden Ulu Allah'ına karşı şükür
borcunu yerine getirirler ve bu nimeti aziz bir emanet olarak kabul ederler.
Böyle
kendilerine verilen sayısız nimetleri takdir edenler, garip ve zayıf
kimselerdir. Böylesine kimselerin nimetimin kadr ve kıymetini bilecekleri
ezelde benim bilgim içindeydi.
O
yüzden bu kimseler benim nimetlerime daha lâyıktırlar. Sizin mal ve servet
sahibi oluşunuzun, soylu ve rütbeli kimseler olmanızın bir kıymeti yoktur.
Benim
katımda malın, servetin, soyluluğun, makam ve rütbenin hiç bir değeri yoktur;
siz ise soya sopa, makam ve rütbeye değer veriyor; onlarla övünüp
gururlanıyorsunuz. Tekrar ifade edeyim ki ben bunlara hiç, ama hiç kıymet
vermem. Yine siz azgın nefsinizin kötü havasına kapılmış gidiyorsunuz.
Peygamberlerimin size bildirmiş bulunduğu aydınlık dine karşı tereddüt
besliyor, ona yan çiziyorsunuz. Demek oluyor ki, sizin yanınızda benim hak
dinim önem taşımıyor, gönüllerinize gerçeğin aydınlığını yansıtmıyor.
Halbuki
hak yolun yılmaz yolcuları böyle midir? Sizin küçük görmeğe çalıştığınız bu
kişiler, benim aydınlık saçan dinimi gönüllerinde en ufak bir şüpheye yer
vermemecesine kabul ederler, öğrenme zahmetine katlanırlar, bu uğurda canlan
bahasına da olsa çetin bir mücadeleye girişirler.
Ya
Allah’ü Teâlâ’ya yönelenler! Onlar tüm gayret ve çabalarını azgın nefislerinin
kötülük işlemesine engel olmaya harcarlar. Bu gayeyle de nefislerini disiplin
ve terbiye altına alırlar; bütün şartlarını yerine getirerek iki rek'at namaz
kılabilmek umudu ile tüm hareketlerini kontrol ve baskı altında bulundurlar.
Yine hiç değilse ömürlerinde bir kerecik olsun, samimi ve katıksız bir gönülle
Allah’ü Teâlâ’ya yalvarıp yakarabilmek için yorulmaz bir gayret sarf ederler.
Bir anlık da olsa Allah’ü Teâlâ’ya saf bir yürekle duada bulunmaları onlar
hesabına nimetlerin en büyüğüdür. O yüzden uzun müddet bu hasret anının gelip
çatmasını beklerler ve bundan da asla usanç duymazlar.
Öylesine
kimseler de vardır ki, dindar olduklarını söylerler veya öyle gözükürler.
Fakat bir lokmalık menfaat söz konusu olduğu zaman iş değişiverir. O zaman
dinlerini de dindarlıklarını da bir lokmalık menfaat karşılığında satarlar. Bu
tip kimseler sağa sola, ileri geri boyuna konuşurlar; dinimizin şiddetle yasak
ettiği boşuna konuşmama prensibine ayak uydurmazlar. Yine bu kişilerin Allah’ü
Teâlâ rızası uğruna bir saatlik olsun, uykularından vazgeçtikleri görülmüş
değildir. Aslında onlara göre bu nevi bir hareket, büyük bir nimet ve saadet
değil, sadece basit bir davranıştır.
“Dileseydik
o kişiyi ayetlerimizle yüceltirdik. Fakat o, yeryüzüne (dünyaya) sarıldı ve
nefsinin havasına uydu. Onun hali tıpkı üstüne varıp kovsan da, kendi haline
bıraksan da, dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Sevgili kulum, artık
sen onlara bu kıssayı anlat. Anlat ki belki iyice düşünürler.”
Bu
âyetlerle dile getirilmek istenen manayı, dana çok açıklığa kavuşturmak
istersek, şu şekilde gözler önüne serebiliriz:
Biz
şanı yüce Allah’ü Teâlâ, o kulumuza öylesine büyük ve erişilmez nimetler
bahşettik ki, bu sayede o, büyük rütbelere yükseldi; yüksek derecelere
kavuştu, bizim katımızda değer kazandı. Fakat ne yazık ki bu kulumuz bizim bu
nimetlerimizin kadrini bilmedi; geçici ve aldatıcı dünyaya gönül kaptırdı, onun
küçük ve düşük nimetleri peşinden koştu nefsinin havasına uymayı, bizim ulu
nimetlerimize erişmeye tercih etti. Tüm dünyanın bile bizim en ufak bir
nimetimize denk ve eş olamayacağını; onların nazarımızda sivrisineğin kanadına
eş bir değer bile taşımayacağını takdir edemedi.
Sonra
ne oldu? Ne olacak, hiç. O bu kötü hareketi ve yanlış düşünüşü ile ikramla
hakareti, zilletle şerefliliği ayırt edemez bir durum içine düşmüş oldu.
Tıpkı, bütün nimeti, bütün yiyeceği bir lokma ekmek veya bir parça kuru kemikten
ibaret olan köpek gibi. -Ki köpeğe göre kendisinin de bir taht üzerine
çıkartılması ile bir pislik yığını üzerinde oturtulması arasında hiç bir fark
yoktur. Köpek bunların hangisinin yüksek, hangisinin düşük bir seviye olduğunu
takdir edemez. Çünkü şuuru yoktur. Burada Önemli olan, köpeğe bir lokma
ekmeğin veya bir parça kemiğin verilip verilmemesidir. -İşte tıpkı bunun gibi
bu kulumuzda gayretsizlik göstererek kendisine verdiğimiz nimetin kadir ve
kıymetini bilemedi; şükür borcunu yerine getiremedi.
İşte
ey saadet yolcusu, âlimler ilimlerini dünyalık mal ve servet biriktirmek uğruna
sattıkları, âbidler kötülük emreden nefislerinin havasına uydukları zaman, bu
düşük ve âdi hizmetçi durumuna düşerler Çünkü ulu Allah’ü Teâlâ, onlara ilim
vermiş, dini ve din hükümlerini öğretmiş, sonra zevklerin en büyüğünü veren
ibadet nimetini bahsetmiştir. Böyle olduğu halde onlar bu üstün nimetin kadri
kıymetini bilmezler de, gönüllerinde barındırdıkları dünya sevgisini Allah’ü
Teâlâ sevgisinden üstün tutarlarsa elbette ki en küçük duruma düşmüş
olacaklardır.
Ulu
Allah’ü Teâlâ kullarına, türlü türlü muvaffakiyetler bahşeder; onları çeşitli
belâ ve musibetlerden korur. İbadet ederek ve-hizmet vererek, hizmet ve ibadet
nurları ile süslenip bezenmelerini temin eder. O ulu, çoğu zaman kullarına
merhamet nazarıyla bakar.
Bu
nimetleri daha da çoğaltabiliriz. Hatta melekler bile Ulu Allah’ü Teâlâ'nın
kullarıyla övünürler; Allah’ü Teâlâ katında onlar adına şefaat edebilme
haklarını kullanabilirler; Onları efendiler derecesine yükseltebilirler. Öyle
ki o melekler Allah’ü Teâlâ’ya yalvarıp yakardıkları vakit, hemen bu temiz
seslerine cevap verilir; dilediklerine kavuşturulurlar; hatırlarından geçen bir
şeyi dilleriyle söylemeden daha Allah’ü Teâlâ verir.
Açıkça
görülmektedir ki insanlar nice nice nimetlerle donatılmışlardır; Allah’ü Teâlâ
bütün nimetlerini onlar için yaratmış ve onların emrine vermiştir. İşte
insanların Allah’ü Teâlâ karşısındaki durumu budur. Şimdi düşünelim. Bu durumda
olan insanlar, kendilerine verilen o üstün nimetlerin kıymetini bilmeseler de,
geçici şehvetlerine ve dünyalık zevklerine dalsalar, ne olur?
Ne
kadar alçalmış ve küçülmüş olurlar değil mi? Kaldı ki Ulu Allah’ü Teâlâ’nın
kullarına vermiş olduğu nimetler sadece bu dünyadakilerden ibaret değil öbür
dünyada da sunacağı sayısız ve rengârenk nimetleri vardır.
Ulu
Allah’ü Teâlâ’nın bahşettiği rengârenk nimetlerin kadri kıymetini bilmek, bu
nimetlerin karşılığında şükür borcunu yerine getirmek, dolayısı ile ebedi olan
öbür dünya hayatını kazanmak her fâniye nasip olmayan erişilmesi güç büyük bir
nimettir, işte gerçek kula düşen ve yaraşan bu büyük ve erişilmesi güç olan
nimete kavuşmaktır. İslâm davasının kahraman yiğitleri olan Peygamberler, bu
büyük nimete kavuşmanın ve kavuşturmanın lekesiz mücadelesini verdiler.
“Eğer
bütün insanlar kâfirliğe imrenecek bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı
(ki öyle bir durumda gelecekleri muhakkaktır.) O çok esirgeyici elan Allah’ü
Teâlâ’ya küfredenlerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri
odalarının kapılarını ve üzerlerine oturup yaslanacakları tahtları da hep
gümüşten yapardık.”
Geçici
dünya hayatının geçici ve aldatıcı güzellikleri, çılgın zevk ve eğlenceleri,
kadınlı içkili ziyafetler Allah’ü Teâlâ katında hiç bir değer taşımazlar.
Bunlara kafir de erişebilir, câhil de, ahlâksız da kavuşabilir, zındık da! Dünyalık
nimet ve servetlere herkes kavuşabilir. Ama unutmamak gerekir ki bunlar
değersiz nimetlerdir. Değersiz nimetlere ise kimler kavuşur? Ancak değersiz
kişiler. Bazen insanlıkta en yüksek noktaya, en üstün dereceye ulaşmış bir
kişi, bu basit bir dünya nimetinden mahrum kalırken küfrün doruğuna çıkmış
nâra atanlar, ahlaksızlık ve cahillik içinde bocalayanlar varlık ve bolluk
içinde yüzerler; bütün dünyalık nimetler emirlerine amadedir. Ama bu onların
hayrına mıdır? Hayır.
Bu
konuda söylenecek söz çoktur; hatta o kadar çoktur ki daha binlerce sayfa
yazılsa gene de biteceğini sanmam. Üstelik de vermeğe kalkışsak bile, yazmamız
gereken binlerce sayfalık bu bilgi, sadece denizden bir damladır. Varın şimdi
siz bu konunun derinliğini tasavvur ediniz. Bakınız Ulu Allah’ü Teâlâ sevgili
Peygamberimize bu konuda ne buyurmaktadır:
“Ey
Muhammed! İşte biz sana da böylece emrimizle Cebrail'i gönderdik. Sen vahiyden
önce kitap nedir, insan nedir, bilmezdin. Fakat biz o vahyi bir nur kıldık ki,
kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştiririz. Şüphesiz ki sen de
göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah’ü Teâlâ’nın yolunu, doğru yolu
göstermektesin. İyi bilin ki bütün işler sonunda dönüp dolaşıp Allah’ü Teâlâ’ya
varacaktır.”
“Ey
Muhammed! Allah’ü Teâlâ’nın sana lütfu ihsanı ve rahmeti olmasaydı, onlardan
bir kısmı seni bile şaşırtmayı kurmuştu. Fakat onlar kendilerinden başkasını
saptıramazlar. Hiç bir hususta sana zarar veremezler. Nasıl verebilirler ki, Allah’ü
Teâlâ sana kitap ve hikmeti indirdi, önceden bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ü
Teâlâ’nın sana olan nimeti büyüktür.”
Ulu
Allah’ü Teâlâ bir kabile topluluğuna şöyle buyuruyor:
“Ey
Muhammed! Onlar İslam’a girdikleri için seni minnet altında mı bırakmak
istiyorlar? Onlara de ki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine sizi
imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder, eğer siz imanınızda sadık
iseniz.”
Bir
gün birisi Peygamberimizin huzurunda, “Allah’ü Teâlâ’ya hamd olsun ki beni
müslüman yarattı.” diye övünür. Bunu duyan Peygamberimiz şöyle der:
“Rabbinin
sana bahşettiği en büyük nimete şükrettin.”
Zûnnûn
Hazretlerine, “İnsanoğlu en çok hangi yüzden gurura kapılır, en çok neye
aldanır?” diye sorarlar. O da, “Eriştiği nimet ve servetler yüzünden mağrur
olur ve en çok da yine onlara aldanır.” diye cevap verir. Ve Zûnnûn arkadan da
şu âyeti okur:
“Sen
artık bu sözü (Kur'an'ı) yalan sayanları bana bırak. Biz onları kendilerinin
bilemeyecekleri bir yoldan yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.”
Marifet
sahipleri bu âyeti şöyle açıklamaktadır:
“Biz
şanı yüce Allah, bol bol nimetler veririz. Bu nimetlere erişenler de onların
sarhoşluğu içinde gurura kapılarak şükür borçlarını yerine getirmeyi unutup
giderler.”
Ey
kardeşim, nimetin bolluğu, onun şükrünü yerine getirmeyi unutturur. Bol bol
nimet içinde, onun şükür borcunu ödemek güçtür. Hatta nimet bollaştıkça şükretmek,
de zorlaşır. Bir nimetten diğerine erişen, bir dereceden diğer bir dereceye
ulaşan kimselerin karşılaşacakları tehlikeler de gitgide artar. Açıkçası
dereceleri yüksek olanların maruz kaldıkları tehlike ve belâlar da büyüktür. O
halde yapılacak şey nedir? Tek çıkar yol şudur: Elde edilen nimet veya dereceyi
kaçırmamak için Allah’ü Teâlâ’ya yalvarıp yakarmak, onun şükür borcunu yerine
getirmek, gafil bulunmamak ve nihayet sonumuzun nasıl ve ne şekilde
biteceğinden emin olmamaktır. Evet, gerçek müslümana düşen ve yaraşan bu türlü
hareket etmektir.
İbrahim
Ethem diyor ki:
Biz
sonumuzun nasıl ve ne şekilde biteceğinden nasıl emin olabiliriz ki, bir yanda
İbrahim Peygamber;
“Rabbim,
bu Mekke şehrini emniyetli kıl. Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak
tut!” demekte; diğer yanda, aynı şekilde Yû-
Ulu
Allah sana Müslümanlığı nasip ettiğine göre şimdi O'nun katında gözde ve
itibardasın; O'na yakansın, O'na kavuşmuş durumdasın. Eğer sana verdiği bunca
nimetlerine karşı şükretmezsen; O'nun gözünden düşebilir, kapısından
kovulabilir ve ondan ayrı kalabilirsin.
Merhameti
bol ve yaygın olan Allah’ü Teâlâ’dan dileğimiz odur ki, bizi kendisinden uzak
düşürmesin.
Buraya
kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak şunları ortaya dökmemiz gerekir. Ey
saadet yolunun yılmaz yolcusu! Bu yedi çetin ve tehlikeli geçidi aştıktan
sonra, sayamayacağın ve aklının alamayacağı kadar bol olan Allah’ü Teâlâ
nimetlerini düşünürsen gerçek ilme ulaşırsın. Basiretin açılır, günahlarından
arınırsın. Bütün engelleri yıkar, zafere erersin.
Artık
senin için nice güzel huylar, iyi meziyetler; nice yüksek mevki ve dereceler
elde edilmiş olur. Önce basiretin açılır, sonra Allah’ü Teâlâ’ya yaklaşırsın.
Eğer dilinle bunca sayısız nimetlerin sahibini, hamdü sena ederek zikreder,
yüreğinde O’na karşı sarsılmaz sevgi ve saygı besler, vücudunla da ibadet
borcunu yerine getirirsen, kâinatın ortaksız yaratıcısına şükretmiş olursun;
hem de bu hareketin seninle günahlar arasına bir yıkılmaz set çeker.
Ey
saadet yolcusu! Bu tehlikelerle dolu çetin geçitleri bir bir aşarak boynuna
borç olan şükür vazifeni de yerine getirirsen, Ulu Allah’ü Teâlâ seni her
işinde muvaffak eder, sana güç kuvvet verir. Umduğundan da daha çok rengârenk
nimetlerle seni donatır. Doğruluk ve nimetin artması gibi iki büyük hazineye
kavuşursun.
Şimdiye
kadar eriştiğin nimetler hiç bir zaman geri alınmadığı gibi, üstelik daha da
artar. Yeni kavuştuğun nimetler de asla kaybolmaz. Artık sen bu noktadan sonra
ariflerden, âlimlerden ve ilmi ile âmil olanlardansın. Ahlaken tertemizsin.
Dünyanın fazilet timsâli kişilerindensin. Hak yolundasın. İçin-dışın bir,
tertemizdir. Geçici ve aldatıcı sonu gelmez arzu ve istekler peşinde koşmazlar.
Herkese
iyiyi, kötüyü, doğruyu, eğriyi gösterirsin. Alçak gönüllüsün. Allah’ü Teâlâ’dan
korkarsın. Tevekkül sahibisin, kader ve kazaya razı olur, belâ ve musibetlere
karşı sabredersin. Hem Allah'tan korkar, hem de rahmetinden ümidini kesmezsin.
İhlâs sahibisin. Yaptığın her ibadeti, her iyiliği yalnız Allah'ın yüce
rızasını kazanmak için yaparsın, Allah'ın senin üzerinde minnet ve şükür hakkı
olduğunu unutmazsın. Kâinatın ortaksız sahibi olan Allah’ü Teâlâ’nın sana
vermiş olduğu sayısız nimetlerine karşı şükredersin. Ve bütün bu haslet ve
meziyetlere sahip olduğun için de Allah'ın yaygın iltifatına mazhar olursun.
İşte bütün bu saydığımız hususları göz önünde tut, ey saadet yolcusu!
Başarı
yalnız Allah’ü Teâlâ’dandır.
Ey
Hak yolcuları! İyi bilesin ki bu yol, uzunluk - kısalık bakımından, yaya olarak
alınan ve alınması da tamamen vücudun güçlülük ve zayıflılık durumuna bağlı
bulunan maddî mesafelere benzemez. Bu yol manevî ve ruhanî bir yoldur, onda
yürüyen de ayaklar ve bacaklar, açıkçası vücut değil, kalb ve kalbin beslediği
fikirlerdir. Kalb ve kalbin beslediği fikirler sağlam bir iman taşıyıp
taşımamasına ve basiret sahibi olup olmamasına göre bu Hak yolu ya alır, ya da
alamaz. Bu hak yolun aslı esası, kişinin gönlünde doğarak bütün varlığını
aydınlığa kavuşturan ilâhî bir nurdur; ilâhî bir nazardır. Kişi o nurla
baktığı zaman, ancak dünya ve âhiret hayatının perdesiz, gerçek yüzünü
seyredebilir. Dolayısı ile kendi öz nefsini de doğru yola sevk eder.
Bazan
kişioğlu bu ilâhî nuru ve ilâhî nazarı yüzlerce yıl arar arar bulamaz. Onun
eserme bile rastlayamaz. Bunun sebebi gayet basittir. Arayıştaki hata,
çalışmadaki kusur ve bilgisizlik.. Bu aydınlık yolu böyle hiç bulamayanlar
olduğu gibi, elli yılda, on yılda, bir yılda.. Hatta Allah’ü Teâlâ’nın yardımı
ile bir anda bulanlar da vardır. Aslında hidayete eriştiren Allah’ü Teâlâ’dır.
Yalnız insan da çalışmak, doğru yolu aramakla mükelleftir. Allah’ü Teâlâ mutlak
hâkimdir. Dilediğini işler, dilediği gibi hükmeder.
Imriül-Kays
diyor ki:
“Arkadaşım
sultanın sarayının kapışım görünce ağlamaya koyuldu. Kendisine dedim ki:
“Dostum,
hükümdar gibi varlık sahibi olamadığımız için sakın tasalanma. Biz de mal ve
servet sahibi olmayı arzu ederiz. Sahip olmadan ölürsek mazur sayılırız.”
Şimdi
aklımızı başımıza alarak iyice düşünelim. Nasıl olur da bir kimse, iki rek'at
namaz kılarak veya bir kaç kuruş sadaka vererek veyahut da birkaç gecesini
ibadetle geçirerek karşılığında ebediyyen saltanat sürmeyi, ebediyen mutlu
olmayı isteyebilir veya kendisine verileceğini umabilir? Arada bir denge var
mı? İmrenilen istenilenin karşılığım tutuyor mu? Hayır, asla!
Değil
böyle bir kaç ibadet ederek birkaç hayır işleyerek karşılığında sonsuz
mutluluğa kavuşmayı istemek veya ummak insanoğlu binlerce ayrı ruh ve bedenden
müteşekkil olsa aynı zamanda dünya gibi milyarlarca yıllık bir ömre sahip
bulunsa bu uzun zaman süresi boyunca da ibadet etse, iyilik
İşlese,
yine de kendisine verilen bunca nimeti hak etmiş olamaz. Bu zaman içinde
yaptıklarıyla dünya ve âhiret kurtuluşuna hak kazanamaz.
Eğer
insanoğlu kıt kanaat işlediği birkaç ibadet ve iyilikten sonra ebedî mutluluğa
erişirse, yani aftan kendisine sonsuz hayatta ebedî saadeti ihsan ederse iyi
bilmek gerekir ki O, büyük bir ganimete konmuş demektir. Bu gerçek böyle
biline!
Hz.
Allah’ü Teâlâ buyuruyor ki:
“Artık
onların yaptıklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı nimetlerden
neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilemez.”
Aynı
konuda sevgili Peygamberimiz de Sallallahü Aleyhi Vesellem şöyle sesleniyor:
“Cennette
gözlerin göremeyeceği, kulakların işitemeyeceği ve hiçbir insanın hatırından
bile geçiremeyeceği renk renk nimetler yaratılmıştır.”
Hz.
Allah:
“Hakikat,
sizin Allah’ü Teâlâ’yı bırakıp taptıklarınız size bir rızık vermeye muktedir
olamazlar. O hâlde rızkı Allah’ü Teâlâ katında arayın. O'na ibâdet edin. O'na
şükredin” buyurmuştur. Diğer âyette de şöyle buyurmuştur:
“Allah’ü
Teâlâ’yı bırakıp taptığınız da sizin gibi kullardır”
Dil
ile şükür de şükür cümlesindendir. Nitekim rivayete göre hatife Ömer b.
Abdülâziz'i ziyaret etmek üzere bir cemaat gelmiş ve bunlardan bir gene söze
başlamıştı Ömer b. Abdülâziz:
“Sen
dur, yaşlı olanınız konuşsun” dedi. Bu genç:
“Eğer
mutlak surette, her iş yaşlıya verilmesi gerekiyorsa senden daha nice yaşlılar
var, hilâfette sana sıra gelmezdi” dedi. Bunun üzerine Ömer:
“O
hâlde konuş bakalım” dedi. Genç:
“Biz
her hangi bir şey'i isteyen veya her hangi bir şeyden korktuğumuz için sizi
ziyarete gelmiş değiliz. Çünkü senin üstün faziletin isteklerimize cevap
vermiş, adaletin bizi korkudan emin kılmıştır. Bizim ziyaretimiz bütün bunlara
karşı bir teşekkürdür. Size dilimizle teşekkür etmeğe geldik, hemen geri
dönüyoruz” dedi. İşte şükrün bütün hakikatini ihata eden mânalarının asılları
budur. Fakat şükür, in'âm edicinin nimetini saygı ile itiraftır, diyen, kalbin
bâzı hâlleri ile dilin işini nazar-ı İtibara almıştır. Şükür, ihsanını' anmak
suretiyle ihsan edeni övmektir, diyen de yalnız dilin işini nazar-ı itibâra
almıştır.
“Şükür,
hürmeti korumağı devam ettirmekle şuhûd minderi üzerinde oturmaktır” diyen de
şükrün bir çok mânalarını bir araya toplayandır ki, yalnız dil ile ameli ortada
bırakmıştır. Hamdûn-ı Kassar, nimete şükrü, nefsini şükürde tufeyli
görmektir, demekle, marifetin yalnız şükrün mânalarından olduğuna işaret
etmiştir. Cüneydî'nin:
“Şükür,
nefsini o nimete lâyık görmemendir” demesi, özellikle kalbin hâllerinden bisine
işarettir. Bütün bu zatların şükür hakkındaki sözleri, kendi hâllerine işaret
olduğu için cevapları da ayrı ayrıdır. Aynı zamanda bunlardan birisinin aynı
Soruya ayrı cevap verdiği de olur. Bu da başka bir hâle intikal etmiş
olmasındandır. Zîra onlar, ancak kendilerine galebe çalan hâllerinden
konuşurlar. Tevfik Allah’ü Teâlâ’dandır. (Alıntı)
Yorumlar
Yorum Gönder