Bugün Değilse, Ne Zaman?
Öğretmen Leman Hanım bir
sohbette anlatmıştı: “Öğretmen okulunu yeni bitirmiştim, tayinim yapıldı,
göreve başladım. Gençtim, tecrübesizdim. Bazı fizikî üstünlüklerim, bende bir
gurur, bir kibir duygusu uyandırmıştı. Kendimi çok beğeniyor, gizli gizli bir
hayranlık duygusu duyuyordum. Bir gün dersten çıkmış, öğretmenler odasına
gitmiştim. Çayımı yudumluyordum. İçeriye odacı girdi, bana doğru yürüdü… Ve
“Efendim” dedi, “Müdür bey sizi çağırıyor.” Sebebini sordum, “Bilmiyorum
efendim” dedi, hiç oralı olmadım. Odacı uzaklaştı, biraz sonra bir başka odacı
geldi. Aynı şekilde müdür beyin çağırdığını söyledi, iyice canım sıkılmıştı. “Gelmiyorum”
dedim. “Müdür bey bir hanım öğretmeni nasıl ayağına çağırabilir?” Odacı sesini
çıkarmadan gitti. Biraz sonra içeriye müdür bey girdi. Emekliliğine on beş gün
kalmıştı. Yaşlanmış, biraz beli bükülmüştü. Büyük bir saygı ve incelikle:
“Kusura bakmayın sizi rahatsız ettim, ders çizelgesini hazırlıyordum, müsait
günlerinizi soracaktım.” Söyledim, yine aynı edep, incelik içinde uzaklaştı. O
olaydan sonra, aradan otuz yıl geçti. Bir gün hazırlanıp okula gittim, artık görevimin
son günlerine gelmiştim, emekli olmama on beş gün kalmıştı. Sınıfa girdim, çok
soğuktu, soba yanmamıştı. Öğrencilerin elleri soğuktan renk değiştirmişti.
Canım sıkıldı, mümessili çağırdım; “Git,” dedim, “Hasan Efendiye haber ver,
soba yanmamış, hepimiz üşüyoruz, gelsin bir an evvel yaksın.” Biraz sonra
mümessil biraz mahcubiyet içinde, biraz korkarak içeri girdi. “Öğretmenim”
dedi, “Hasan Efendi gelmiyor, kocaman kadın, sobayı yaksın diyor.” İyice canım
sıkılmıştı, sınıftan başka bir öğrenciyi gönderdim, gelmesini söyledim. O öğrenci
de aynı cevabı getirdi. Fevkalade öfkelendim, sınıftan çıktım, Hasan Efendi’ye
doğru yürüdüm, öğrencilerim de beni takip ediyorlardı. Hasan Efendi koridorda
sigarasını yakmış, ayak ayak üzerine atmış, keyif çatıyordu. Durumu kendisine
anlattım, Hasan Efendi aynı cevabı verdi, doğrusu küstahlığın bu kadarına
tahammül edemezdim. Birden sinirlerim boşaldı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başladım. Hasan Efendi, hâlâ istifini bozmuyordu. Bazı öğrenciler durumu okul
müdürüne anlatmışlar; müdür bey geldi, “Hoca hanım” dedi, “Bu durumda ders
yapamazsınız, hemen taksi çağırayım, lütfen evinize gidiniz. Derse bir nöbetçi
arkadaşımız girer” dedi.
Eve geldim, bir süre de
evde ağladım. Sonra elimi yüzümü yıkadım, düşünmeye başladım. Mademki her
olayın bir sebebi vardı, bunun sebebi acaba ne olabilirdi? Acaba dedim, ben dün
bir insanı mı kırdım, incittim? Dün, evvelki gün, geçen hafta, geçen ay derken
yavaş yavaş otuz yıl öncesine kadar gittim. Birden utançla başım önüme
eğilmişti, otuz yıl önce çocukça bir davranışla emekliliğine on beş gün kalan
müdürümü incitmiş, kalbini kırmıştım; şimdi tarih tekerrür ediyordu. Aslında
olayda şaşılacak, hayret edilecek hiçbir şey yoktu. Bu bir tabiat kanunuydu,
insan ne ekerse onu biçecekti. Yerimden kalktım, abdest aldım, iki rekât namaz
kılarak tövbe ettim, Allah’ımdan, Yüce Peygamberimden, müdür beyin ruhundan af
diledim. Bağışlanma diledim.
Sabahleyin giyindim,
okulun yolunu tuttum. Baktım Hasan Efendi okulun yüz metre ötesinde ellerini
kavuşturmuş, başı önünde mahcubiyet içinde duruyordu. Beni görünce, “Hoca hanım”
dedi, “Sizden özür diliyorum, beni affedin, dün gece üzüntümden uyuyamadım,
ağladım, ben nasıl böyle bir terbiyesizlik yaparım diye dövündüm, ne olur beni
affedin. Müsaade edin elinizi öpeyim, eğer elinizi vermezseniz ayaklarınızdan
öperim” dedi. Ürperdim, gözlerim doldu, önce ben Allah’ımdan, Peygamberimden,
merhum müdürümün ruhundan özür dilemiştim. Şimdi Hasan Efendi benden özür
diliyordu.”
Bu hikâyeyi kırk yıl kadar
evvel öğretmen Leman Hanım’dan dinlemiştim. Üzerinde hâlâ düşünüyorum. Yarabbi
hayatta, olaylar arasında nasıl akıl almaz bir bağlantı vardı. Profesör Eva
Hanım: “Ben” diyordu, “Çayımı içerken, çay fincanının tabağa vurmasından çıkan
ses, çok kısa bir zaman sonra galaksilerden duyulacak.” Hayatta her şey, her
şey ile rabıtalı idi. Otuz yıl evvelki çirkin bir davranış, otuz yıl sonra
cevabını alıyordu. Yaptığımız her davranış, söylediğimiz her söz, kafamızdan
geçen her düşünce, hayat sahnesinde ebediyen yerini alıyordu. Hayatta boş,
anlamsız hiçbir şey yoktu. Yerine göre, bir tebessüm dünyayı dolaşıyordu.
Yerine göre, bir insanın kalbinden doğan asil duygular ve düşünceler, bir
şahsın, bir ailenin, bir şehrin, bir milletin uyanmasına sebep olabiliyordu.
Ben söylerim, yaparım, ederim kimin ne haberi olacak diyenler, kendi
kendilerini aldatıyorlardı. Rahmetli hocam Doktor Münir Derman sohbetlerinde
sık sık “karıncadan dostun olsun” derdi. Şu kâinat sahnesinde, bir insanın en
büyük başarısı, bir insanın gönlüne girebilmektir. Hele bu insan bir Allah
Dostu olursa… Büyük Yunus “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyordu.
“Aşk gelicek, cümle eksikler biter” diyordu. İnsanoğlundan sâdır olan en küçük
bir müspet hareket bile muhakkak bir başka güzel hareket olarak karşısına
çıkar. İnsanları sevmek ve onlara hizmet etmek, yardımcı olmak ne güzel bir
olaydır. Bazen toplu iğnenin ucu kadar yapılan bir iyilik, bir insanın nice
sıkıntılardan, felâketlerden kurtulmasına sebep olabilir. Şu hayat sahnesinde
hiçbir şey kaybolmuyor. Fizik bilginleri büyük bir çalışmanın içindeler, belki
bir süre sonra Hannibal’in Alpleri aşarken söylediği söylev, Napolyon’un
Waterloo’daki konuşması özel âletlerle dinlenebilecek. Hayat defterini hep
olumlu sözlerle, güzel ve ince davranışlarla doldurabilenler ne bahtiyar insanlardır.
Çünkü mânâ âleminde görülecek olanlar, bu dünyada iken söylediklerimizin,
yaptıklarımızın sonuçlarından başka nedir? Bizatihi bu dünya hayatı, bir sırat
köprüsü gibi değil midir? Henüz yaşıyorken, elimizde imkân varken, neden
imkânlarımız nispetinde açları doyurmayalım, fakirleri sevindirmeyelim,
ıstırap çeken insanların gözyaşlarına ortak olmayalım? Neden hastaların ziyaretine
gitmeyelim, yalnız insanlarla beraber olup, onlara dost, arkadaş olmayalım? Ne
bekliyoruz? Bugün değilse ne zaman?
Sabri Tandoğan-Gönül
Sohbetleri
Yorumlar
Yorum Gönder