Küçük Hafız Kız
Küçük Hafız
Kız
İlkokulu bitirip kursa gelmişti.
Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda:
"Fatma", dedi. Hiç de çekinmeyen bir tavırla... Ve ekledi:
"- Eğer hafız
yaptırmazsanız kayıt yaptırmak istemiyorum".
Böyle tehdit edercesine
konuşması onu yaşından daha olgun gösteriyordu.
Tebessümle:
"- Korkmayın küçük hanım
siz isteyin hafız da yaparız, hoca da..." O küçük gözlerinin içi parıldadı
birden.
Annesi:
"- Hoca Hanım! Kusuruna
bakma hele sen, ille de hafız olcam der de başka bir şey demez. Bizim köyün
hocasından duymuş. Peygamberimiz hafız olanlara cennette taç giydirilecek demiş
herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya köylü kafası, biz de bu kadar duyduk
anladık. Bu da çocuk işte!".
"- Tabi teyze ne demek,
keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa... Siz hiç
merak etmeyin kızınız önce Allah'a sonra bize emanet." Kadıncağız elime
yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm. Gözleri
yaşardı.
"- Hoca Hanım! Bu eller,
gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık!".
"- Estağfurullah teyze!",
dedim. “O ahirette belli olur.”
Bu konuşmadan sonra kaydını
yaptığımda Fatma'nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm.
"- Küçük Kız, nasıl
kalacak, uzun zaman buralarda..."
Zaman ilerledikçe Fatma'nın
edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun
arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada
bir bana gelip soru soruyordu.
Bir gün:
“- Hocam hafız olmak için
Kur'an'ı bitirmek mi lazım" diye sordu.
Ben de:
“- Tabii ki hepsini
ezberleyeceksin ki "Hafız" adını alacaksın!".
Bu cevabıma çok üzülmüş
gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki... Teşekkür etti ve döndü arkasına
gitti. Derslerim arasında onlara sürekli Kur'an ezberlemekle işin bitmeyeceğini
mutlaka içindekileri uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum. Talebelerden
biri:
“- Hocam" dedi.
"- Fatma’nın annesi ona
abdestli olmayanın hafızlara dokunamayacağını söylemiş doğru mu?" diye
sordu.
“- Çok ilginç doğrusu. Maşallah!
Dedim.
"- Osmanlı zamanında
atalarımız Kur'an'a ve hafıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış!" dedim.
Çok hoşlarına gitmişti bu iş.
Hepsi adeta kendilerini ulaşılması zor, kasa içindeki altın gibi görüyorlardı.
"- Görsünler" dedim
içimden, bu yaşta buralara gelmişler. Allah'ın kelâmını ezberliyorlar, onlara
fazla görmem bunu.
Bu arada Fatma ara sıra
rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma'nın morali ve
sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini iki kez aksatınca sordum.
"- Ne oldu yoksa anneni mi
özledin?"
“- Hayır", dedi.
“- Neden moralin bozuk? Sık sık
ta hasta oluyorsun" dedim.
"- Yanlış anlamayın,
inanın ki annemi özleyip te gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum.
Allah'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem bana ahirette hesabını sormaz
mı?"
Bir şey diyemedim. Suçlu bile
hissettim kendimi. O küçük kalpte bu ne imandı? Ya Rabbi! Onu hayranlıkla
izliyordum.
Bir gün çok rahatsızlandı.
Doktora götürmek zorunda kaldık. Birçok tahlillerden sonra arkadaşım olan
doktor hanım:
“- Hoca Hanım derhal bu
talebeyi ailesinin yanına gönder!" dedi.
Şaşkınlıkla:
"- Neden?" diye
sordum.
Bana:
“- Belki üzülecek hatta
inanmayacaksın ama bu talebe "KANSER". Adeta başımdan aşağı kaynar
sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastaneden ayrılırken
Fatma'ya hiçbir şey diyemedim. Oysa anlamış gibi bana sorular sorup dikkatimi
dağıtmaya çalışıyordu.
Kulağıma eğilerek: "Hocam!"
dedi.
"- Azrail insanların
canını alırken nasıldır?"
Ağlamamak için zor tutum
kendimi:
“- Güzel bir surettedir, mü'min
kullara…", dedim
Sevindi, sanki mırıldandı:
"- Belki hafız olamam ama
Elhamdülillah mü'minim." diye. Şimdi anlamıştım, bana önceden sormuş
olduğu soruyu.
Demek ki hastalığını biliyordu.
Hafız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü
şimdi anlamıştım.
Birkaç gün sonra eşyalarını
hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine
gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek:
“- Bana kızmadınız değil mi?
Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız!",
“- Ne demek! Nasıl kızarım sana!”
dedim.
"- Hem sonra, sakın üzülme
hafızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar
zümresinden yazmıştır, inşallah!", dedim, Öyle sevindi ki! Sarıldı boynuma…”
“- Gerçekten ben şimdi hafız
sayılır mıyım? Anne bak duydun değil mi?"
Ya Rabbi bu ne aşktı. Rabbimin
hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu. Böylece
Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra
ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup
almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini
yazıyordu.
Bir gün sabah namazından sonra
telefon çaldı. Fatma’nın annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaklı bir sesle:
“- Hoca Hanım Fatma'yı uğurladık.
Rica etsem bir hatim okur musunuz?"
Deyince ben de dayanamadım
ağlamaya başladım. Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan:
“- Size ölmeden önce şunu
söylememi istedi…" dedi.
Hıçkırarak…
"- Anneciğim hocama söyle,
Azrail söylediğinden de güzelmiş.".
"- Ey Rabbim; senin kelâmın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelâmına “SIMSIKI” sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?"
Yorumlar
Yorum Gönder