İmam-ı Busayri Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin Kaside-i Bürde’si

     İmam-ı Busayri Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin Kaside-i Bürde’si

 

İmam-ı Busayri Rahmetullahi Aleyh Hazretleri Tarafından Peygamber Efendimiz İçin Yazılan Kaside-i Bürde

Bu Kasidei Bürde İslâm âlimlerinden biri olan İmam-ı Busayri hazretleri tarafından yazılmıştır. İmam-ı Busayri Hazretleri felç hastası olduğu halde, peygamber efendimiz hakkındaki meşhur kasidesini yazmıştır.

 

Rüyâsında Râsûlullaha okumuş, Peygamberimizin çok hoşuna gitmiş, Mübârek hırkasını çıkarıp, İmama giydirmiş ve İmamın bedeninin felçli olan yerlerini mübârek eli ile sıvamış, sonrasında imam uyanınca, bedeninin sağlam olduğunu görmüştür. Hırka-i Saâdet de üzerinde idi. Bunun için, bu kasideye Kaside-i Bürde denildi. Bürde; hırka, palto demektir. Kıymetini bilen hastalara da okunmaktadır. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden çok daha uzundur.

 

Kasîde-i Bürde, 10 kısımdır:

1- Râsûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem efendimize olan sevgisini bildirmektedir.

2- Nefsin kötülüğünü anlatmaktadır.

3- Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem’i övmektedir.

4- Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem’in dünyayı teşrifini anlatmaktadır.

5- Râsûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in duâlarının hemen kabûl olduğunu bildirmektedir.

6- Kur’ân-ı Kerîm övülmektedir.

7- Mîrâcı anlatmaktadır.

8- Râsûlullah sallallahü Aleyhi Vesellemin cihadları anlatılmaktadır.

9- Allah’ü Teâlâ’dan af ve mağfiret ve Râsûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem den şefaat istemektedir.

10- Râsûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in derecesinin yüksekliği bildirilmektedir.

 

Kaside-i Bürde’den

 

Peygamber efendimiz, güneş gibidir bilin!

O’ndan ziya bulmakta, nücûmu Râsûllerin.

 

Arap olan olmayan bilcümle insanların,

Efendisidir, hem de yüzü suyudur cihanın.

 

Hazret-i Muhammed’in kerem yağmurlarından,

Bir damla almak ister, bilcümle Peygamberân.

 

Hudutsuzdur, zâtının fazilet ve kemâli,

Mümkün değil anlatmak, dil ile kemâlini.

 

Selem ağaçlarını mı, ordaki dostları mı andın ki birden

Gözbebeğin kanlandı, gözyaşın aktı kırmızı kırmızı...

 

Yoksa bir yel mi esti kâzime yönünden;

Yoksa eden dağı’nın üstünde, kapkaranlık gecede

Şimşek mi çaktı?

 

Gözlerine ne oldu ki, “dur ağlama” desen çoşar ırmak olur;

Ya kalbine ne dersin, “yetiş huzur” dedikçe artar acısı gamı...

 

Aşk gizli kalır mı kimseden, niçin aldatır kendini insan?

Gönül yanıp dururken, gözden akarken çeşme gibi gözyaşı...

 

Aşk olmasaydı döker miydin gözyaşını böyle taze toprağa?

Gözün uykudan kaçar mıydı, andığında ban ağacını, alem dağını...

 

Âşık inkâr etse ne çıkar, gerçek şahitler var:

Yaşa batık gözler, sararmış yüz, zayıf ten ve göz çukurları...

 

Aşktan değil de neden bu peki, bir yanağında kırmızı gül;

Bir yanağında sarı gül döküntüsü, izi;

Kızılırmak, yeşilırmak yatağı...

 

Evet, yârin hayali gelip beni birden uyandırdı;

Sevgi, zaten gelir gamlarla, mahveder vücut hazlarını...

 

Aşkım sebebiyle bana dil uzatan, utanır mıydın ki bilseydin,

Yanık aşklarıyla meşhur özr oymağı gençlerinden daha mazurum, beterim hakçası...

 

Gizlenir gibi değil ki bu sır, işte sen de öğrendin;

Şimdi, de diyeceğini, kat by derde bir dert de sen...

Zaten yok sonu yok başı...

 

Öğüdünü esirgemedin sağol benden ama;

Tutamadım onları, çünkü tutuktur zaten sevenin kulakları...

 

Yaşlı adama, ağarmış saça, utanmadan; “yalan söylüyorsun” dedim...

Nasıl inkâr, itham edilebilir oysa ağaran saçın beyazlığı?

 

Günaha batık nefs, öğüt mü dinler!

Kendi karanlığına gömülmüş ak saç, nasıl ışıtsın bu karanlığı?

 

Güzel fiillerle bir şölen hazırlayamadı nefsim;

Misafirse sessiz, ihtişamsız apak çıkageldi, karşılayan bile olmadı...

 

Bilseydim ki, yok bende bir karşılama gücü bile,

Siyaha boyadığım bir panonun ardına saklardım kendimi ve bu sırrı...

 

Kim çeker benim nefsimi bu hoyratlık alanından?

Çılgın atları zaptedip dört döndüren süvariler gibi tıpkı...

 

Günah işleye işleye günahı bitireyim dersin belki içinden...

Boş hayal! Yemek vücudu arttırır, günah da günahı...

 

Nefs memedeki çocuktur, vaktinde kesmezsen sütten,

Koca adam olur da, hâlâ emzik ister, arar sütü mamayı...

 

Nefsine sen hâkim ol! O olmasın sana hâkim;

Çünkü nefs neye hâkim olursa, onu ya öldürür, ya soldurur hâsılı...

 

Nefs sürüsü bırakırsan yayılır her yöne; görmeli gözetmeli;

Otu çok tatlı gelen yaylalara yaymazlar koyunları...

 

Nefsin tattırdığı hazzın çoğu semm-i katildir;

Ağuyu altun tasta bal içre sunarlar, bunlar onun suç ortağı...

 

Açlığın ve tokluğun hilelerinden koru kendini,,

Evet açlığın da... Çok açlık, tokluktan da zararlı...

 

Gözünden yaşlar boşalt ki, ne haramlar doldurmuştun vaktiyle...

Ve sığın tövbe gölgelerine, odur en serin hurma altı...

 

Şeytana ve nefsine uyma! Baş kaldır, isyan et!

En akla yakınmış gibi gelen sözlerini bile dinleme, deş ve bul püf noktalarını...

 

Bazen hasım kılığındadır, bazen hısım, bazen hakem,

Düpedüz hilekârdırlar, ne hakemi, ne hasımı, ne hısımı!

 

Allah’ım sen affet bizi! Bizzat söyleyip te tutamadığımız sözlerden...

Ki andırır kısırların nesliyle öğünmesini tıpkı...

 

Sana “yap!” Dedim ama ben yapmadım onu;

Sana “yol işte bu yoldur” dedim ama nefs, beni o yola bırakmadı...

 

Üstüme borç olan namazı kıldım, orucu tuttum; ama o kadar...

Ölüm, evet ölüm göz önündeyken bir parçacık arttırmadım onları...

 

Kendime zulmettim, ihmal ettim geceleri ihya sünnetini...

Can verdi gecelere namazla o, öyle ki, şişerdi ayakları...

 

Boş midesinin üstüne taş kor, derisini büzüp düğümler,

Çekilen karnına kuşak bağlardı; yine azalmazdı açlığa sabrı...

 

Altundan ulu dağlar nefsine sundular da kendilerini,

Reddetti o, gösterdi onlara gerçek ululuğu ve gerçek altını...

 

Zühd ve takvasını arttırdı, eksiltmedi o dağlarca zarûret...

Ne denli olsa da yok edemez ihtiyaç, insandaki temizliği, pırıltıyı...

 

Dünya ne oluyor ki, o ona muhtaç olsun...

Dünya o’na muhtaç ki, onun için değil midir varoluşu, yokluktan çıkışı?

 

Bu dünyanın ve öte dünyanın, göze görünür- görünmez yaratıkların,

Acemin, arabın, bölük bölük bütün insanlığın Hz. Muhammed’dir başı...

 

Bir eşi yoktur o’nun emir ve nehiy peygamberliğinde;

“Evet” i tam evetti, “hayır” ı tam hayırdı...

 

Her yönden hücum eden korkunun türlüsünden

Ancak o sevgili kurtarabilir bizi, o’nun merhameti, o’nun şefaati...

 

Kim döndüyse sesine, koşup yapıştıysa o’nun eteğine,

Yapışmış oldu kopmaz bir ipe, hiç kopmaz ve tam kurtarıcı...

 

İçiyle ve dışıyla, ahlak ve yaradılışta üstündür,

Öbür peygamberlerden bile;

Hiçbirinin ilmi, keremi o’nu geçemedi, o’nunkine ulaşamadı...

 

Ve hepsi umar ve bekler, Allah’ın Râsûlundan;

Denizinden bir avuç su;

Yağmurundan bir damla su yollamasını...

 

Dururlar huzurunda hepsi yerli yerinde...

Kimi ilminden bir nokta,

Hikmetinden bir hareke bir kısmı...

 

Peygamber ruhu alıp peygamber vücudunu,

Mükemmel peygamber olunca,

O’nu sevgili edindi seve seve insan yaratan, insan ören rabbi...

 

Üstünlüğünde eşit ve ortak yoktu o’na kimse;

Güzelliğiyse parçalanmaz bölünmez bir bütündü, ne çıkacak,

Ne eklenecek bir şey vardı...

 

Hristiyanların kendilerine gelen Râsûl için dediklerini dememek şartıyla,

Öğ öğebildiğin kadar... Yücelt yüceltebildiğince o hakk kahramanını...

 

Korkmadan istediğin ölçüde şerefi bağla o’na;

İstediğin ölçüde o’nun değerlilik hakkını tanı...

 

Erginliğine yok son ki, orada durup,

Dil, cesaretini bulsun, o’nu anlatmayı...

 

Mucizeleri bile gerçeğinin yanında sönük kalır;

Yoksa ismi anılınca çürüyen kemikler bile canlanıp ayağa kalkmalıydı...

 

Aklın yetişmeyeceği tekliflerle etmedi bizi imtihan;

Bizi sevdiğinden elbet... Biz de hemen inandık o’na...

En ufak şüphe bize yaklaşmadı...

 

O’nun gerçeğine ermekte cümle âlem âciz kaldı;

Uzak âciz kaldı, yakın âciz kaldı, acz çepçevre sardı dört yanı...

 

Güneş küçük sanılır uzaktan bakılınca;

Göz dayanmaz amma, çıplak gözle bakıldı mı...

 

İnsan nasıl bu yerde anlar o’nun gerçeğini,

Ki rüyada görsen o’nu, sana yeter ömür boyu

Bu mutluluk ve o’nun nurdan bakışları...

 

İnsanlığın bilip bileceği şu, bilgilerinin sonu şudur ancak;

O insandır ve yaratılmışların en iyisi, en güzeli, en hayırlısı...

 

Ve peygamberlerin halka gösterdiği mucizeler,

O’ndandı, o’nun nurundandı, o’nun habercisi, o’nun öncü ışıklarıydı...

 

Çünkü o erdemlik güneşi, öbür peygamberlerse yıldızlardır,

O yıldızlar ki; güneşten aldıklarıyla aydınlatırlar karanlıkları...

 

Gel gör ki, rabbim o’na neler verdi, nasıl süsledi o’nu...

Ahlâkını güzellikle sardı, müjdeyle, güler yüzlülükle benek benek noktaladı...

 

Latifliği bir çiçek, dolunay şeref ve değeri...

Cömertliği bir deniz, yardımı zamandır tıpkı...

 

Tek başına bir yerde, o’nu görsen, heybetinden

Sanırsın arkasında asker, asker,asker... Bir ordu gizli, bir ordu saklı...

 

O’nun tebessümünden ve konuşmasındandır sanki;

Sedefte saklı inci, inciler hep sedefte saklı...

 

O’nun toprağının kokusundan daha güzel var mı koku?

Ne mutlu o kişiye ki koklamış, öpmüş ola o toprağı!

 

Doğuşu açıklar bize her yönden her açıdan o’nu...

Başlangıcı da iyi o’nun, sonu da...

Hoştur doğuşu ve batışı...

 

O doğum günü ki, iyi farkına vardı iran, indiğinin

Kendisi için korku, kendisi için ceza, kendisine cehennem âzabı...

 

Göçtü, darmadağın oldu kisra’nın saray duvarları o gece...

Devleti de, bu duvardan başlayarak yarıldı, çatladı ve dağıldı...

 

Son nefesini verdi, korkudan mecûsi meş’alesi...

Ve yahudi nehri, bilinmeyen bir yere alıp gitti,

Dert yuvası başını...

 

Ve sapık save halkı, her günkü gibi

Su aldıkları göle gittiklerinde;

Bu da nesi? Kurumuş kül olmuş!

Döndüler elleri boş,

Kızgın kudurmuş ve çatlamış dudakları...

 

Sanki doğmuştu ateşte su,suda ateş duygusu!

Tabiat, o gün yoldan çıkmışları, tabiatından çıkararak karşıladı...

 

Sanki, çarpıkların ateşi sıkıldı terledi de sulanıp söndü üzüntüden;

Sularıysa hüzünlerinden ateş gibi kızdı, buharlaştı...

 

Cinler çığlık atarlar, nurlar, saçarlarken havaî fişeklerini

Hak böyle tantanayla çıkıyordu ortaya, hakk’ın sesi ve ihtişâmı...

 

Kör oldular, sağır oldular, felç oldular, muştuları duymadılar,

Haberleri almadılar; görmediler korkutuş yıldırımlarını...

 

bundan sonra o eğri dinimiz belini doğrultup ayağa kalkamaz”

Dediler, haberini verdiler kâhinleri, ozanları...

 

Gökte yıldızların aktığı görülürdü

Ve aynı anda yerde putların devrildiği, yıkıldığı...

 

Ve vahy yolundan çekilip gitti bozgun

Şeytanların şahı; bozgun askeri yerinde kala kaldı...

 

Nasıl ki, ebrehe’nin ordusu dağılmıştı;

İki avuçtan atılanla bir ordu kör olmuş, yere saplanmıştı...

 

Allah dedikten sonra o taşların atılışı

Rabbine yalvarır yalvarmaz balığın karnından atılanın çıkışını andırmıştı...

 

Yemin ederim ikiye bölünen aya,

O’nun kalbiyle ilgili aya...and içerim aya karşı!

 

Ve o hayrı, keremi içine alan mağaraya...

And içerim ki, kafirlerin gözleri içerdeki işıktan kör oldu bakamadı...

 

And içerim ki, muhbir-i sadık mağaradaydı ve sıddık mağaradaydı...

Görmediler ve sandılar ki, orda, kimsecikler yoktu ve olamazdı...

 

Ne bilsinler ki, örümcek o’nun için örmüş ağını...

Güvercin, o’nun için yuva yapmış, yumurta bırakmış uçup durmaktaydı...

 

Allah isterse bir güvercin, bir örümcek ağıyla da korur,

Kat kat zırhı ve yüksek kaleleri aratmaz,

Onlardan müstağni kılar insanı...

 

Ve bir örnek daha:

Çağırınca peygamber, ağaçlar geldi, eğildi huzurunda;

Dallarıyla, kökleriyle yürüdüler; çünkü yok ayakları...

 

Çizgiler çekerek yol ortasına, yazılar yazarak

Güzel yazılar yazarak; dalları budakları...

 

O bulut gibi ki, o nereye giderse üstünde o da oraya gider,

O’na, gün ortasında yakan güneşe karşı gölge yapardı...

 

Dünyanın sıkıntısı binince boğazıma

Hemen sarılır, sığınırım o’na...

O hemen kurtarır bu zavallıyı...

 

İki dünyaya ait hiçbir şey yok ki, o hayır saçan elden

İstemiş olayım da almamış olayım, olmadı...

 

Aklın ermeyince hemen inkâra kalkma rüya vahiylerini;

Belki gözleri uyurdu o’nun ama, kalbi uyumazdı...

 

Nübüvvetiyle o gerçeğin doruğuna çıkmıştı

Nasıl inkâr olunabilir erginlerin rüya durumları...

 

Allah’ın alanı bu. Ne vahiy çalışmakla olur

Ve ne de bir suçtur peygamberin gâibi çizip anlatışı...

 

Bir dokunmakla nice hastayı iyi etti eli

Nice çılgınlık zincirini kırıp mahkûmlarını kurtardı...

 

Kara kıtlık yılları oldu, o’nun duasıyla canlı ve ak

Sanki gecenin oratasında ansızın bir dolunay çıktı...

 

Bulut akıttı durdu suyu öylesine ki, o kurak vâdilerde;

Oldu her sel bir arim seli, her ırmak bir deniz ırmağı...

 

Bırak konuşayım, anlatayım o mûcizeleri:

Geceleri dağlarda yakılan şölen ateşleri gibidir âşikârlıkları...

 

İnciyi işlersen değerlenir şüphesiz;

Ama işlemesen de inci incidir; incilikte farksızdır işlenmişi, hamı...

 

Ama nasıl uzanabilir hayali övüşün o yüceliklere

Ki orda hüküm sürer o davranış ve ahlâkın hârikalar mantığı...

 

Biri kur’an âyetleri: haktır, Allah’tan gelmedir,

Ezelî ve ebedîdir, sonradandır, fakat yoktur öncesi başı...

 

Zamanla kayıtlı değil getirdiği kutsal haber

Son saatten, addan, iremden haber...

Odur mutlak haberlerin saltanatı...

 

Devam edip gidiyor o’nun hükmü. Üstündür

Öbür peygamber mûcizelerine ki, tesirleri ve hükümleri ebedî olmadı...

 

Öyle muhkemdir ki, hamlede yıkar inkârı ve şüpheyi

Tartışma kabul etmez; hâkime hakeme yok ihtiyacı...

 

Kimse karşı çıkamadı o’na. Yeltenmediler değil ama.

Düşmanı, en düşmanı bile o’na sığınmakta buldu var olmayı...

 

Belâgatı, düşmanının davasını uzaklara fırlatır:

Kötü niyetlinin elini hareminden ırakta tutmaktır zaten yiğide yaraşanı...

 

Kemmiyette anlamlar deniz dalgalarından büyük;

Keyfiyetse, güzellikte ve değerde cevahirden üstün ve san’atlı...

 

Madem okuyunca gözün, gönlün nur doldu, aydınlandı;

Zafer buldun her vakit. Öyleyse bu sağlam ipe iyi yapış, sarıl sıkı...

 

Okuyuşun, korkusundansa alev alev yanan cehennem ateşinin

İtfaiyesi budur yalnız ateşin: yanık yürekle çağırmaktır tek şartı...

 

Sanki o şöyle bir pınar: yüzü simsiyah olan

Gelip bir yıkanmakla bembeyaz olur; budur nur pınarı...

 

Ve o, adalette sırat gibi kıldan ince; hak ve eşitlikte de,

Hassas ve ayarlı mizan gibi, insanlar ve kâinatlar arası...

 

Bakma bilmezlikten gelişlerine, inkarlarına yüreği karaların

Onlar öyle bilir, öyle anlarlar ki... Ama ya kıskançlıkları?

 

Eh! Öyleyse kalksın ağrıyan göz inkâr etsin, göremiyor ya,

Güneşi, gün ışığını; yaralı ağız da, alamadığından suyu, suyun lezzetini, tadını...

 

Çölde hızlı hızlı giden yoksullar; develeri

İz bırakarak giden dilek sahipleri görürsün. Yön tektir; o hayr kaynağının evi alanı...

 

Sen ey, anlayanlar için, bizzat varoluşunla ne büyük işaret ve mûcize,

Nimetin kadrini bilenler için ne büyük nimetsin, ne büyük hakk armağanı...

 

Ne hesabı mümkün, ne kitabı harikalarının

Ve yine de usanmaz insan bir bir anmaktan onları...

 

Kalktın bir gece, kutsal bir yerden kutsal bir yere gittin,

Kapkaranlık gecelerde dolunay nasıl ilerlerse

Alımlı alımlı...

 

Çıktın, boyuna çıktın... Yükseldin kâbe kavseyne kadar,

Ki, daha önce ne kimse çıkmıştı oralara,

Ne de hayal ve ümit etmişti; bırak çıkmayı...

 

Seni öne geçirdi her yerde peygamberler, resuller,

Seni öne geçirip arkada durdular kendileri, hizmet geleneği icabı...

 

Delip yedi kat göğü geçip gittin sen o üstün insanlarla alay alay;

Başlarında sendin, başlarında sallanan sancak senin sancağındı...

 

Öyle çıktın, yükseldin ki, yarışanlar kaldı yarı yolda;

Yakınlıkta ilerisi, daha ötesi kalmadı...

 

Bütün makamlar geride kaldı makamından

Çağrıldığın o an, tektin artık nasıl tekse; gök ve kale sancakları...

 

Devşirmek için yemişlerini gözlerden saklı

Bir buluşmanın ve gizliden gizli sırrı...

 

Topladın öğülesi gök çiçekleri, üstünlükleri tek başına;

Aştın bütün menzilleri yalnız, ıssız kalabalıksız, hızlı hızlı...

 

Tayin edildiğin iş nice ulu;

İdrakse ne kutlu sana mahsus nimetler alanını...

 

Günler geçer, geceler geçerdi; gün ne, gece ne bilmezlerdi

Ancak haram ayı geceleri yaparlardı uyku bayramı...

 

Yüzen atlar denizinin üstünden akar asker denizi,

Atlar dalga dalga deniz ileri, çoşkun kahramanları...

 

Onlar ki, koşar Allah’a doğru, yaşar Allah için;

Mahveder, kökünden söküp atar küfrü, şimşekten kılıçları...

 

Ne mutlu sana bana ulu islam milleti, şuurların örgüsü;

Bize yaratan verdi o sağlam, o yıkılmaz yapıyı...

 

Allah, bizi kendisine çağıranı, çağırınca kendisine,

O peygamberlerin oldu, bizse ümmetlerin başı...

 

Bir arslanın nasıl ürkerse koyunlar sesinden, heybetinden,

Öyle perişan etti. O’nun çıkış haberi, inkar yobazlarını...

 

Peygamber terketmedi savaş alanını; düşman,

Çevrilinceye dek göğdelere, kasap çengellerine asılı...

 

Düşmanların gözü hep kaçışta olurdu savaşlarda;

Kol ve bacakları kıskanırlardı, kargaların kapıp kaçtığı...

 

Onlarla kurtuldu yalnızlıktan islam milleti, dini;

Sanki yadellerden döndü, yurdunu buldu, sıla yaptı...

 

Allah, ordusuyla koruyacak, varlık var oldukça o’nu;

O, dul ve yetim, babasız ve sahipsiz olmadı...

 

Her biri bir dağdır savaşta, onlara çarpan, onlarla çarpışanlara

savaş meydanında ne gördün?” Diye sor, düşmanlarına sor onları...

 

Bedire sor, huneyne sor, uhuda sor... Sor bütün savaş alanlarına;

Kesin sonuç alışta, zaferde onlar mı üstündü,

Yoksa kendi işinde veba mı?

 

Kıpkırmızı çıkaranlardır kapkara vücutlara sokup

Yıldırımdan da çabuk, bunlar ak çelik kılıçları...

 

Onlar sanki kâtip, süngüler de kalemleriydi

Ve vücutlarda bir tek harfi bile noktasız bırakmazlardı...

 

Silahla donanmışlardır ve yüzlerinden tanınırlar

Seçilirken ilk bakışta nasıl hemen seçilirse ağaçlar içinde gül ağacı...

 

Her biri silahları içinde saksı içindeki gonca gibi;

Zafer rüzgarları sana armağan eder kokularını...

 

Dağlarda fışkıran çamlar gibi birden zuhur ederler atlar üstünde;

Kolanların ilmeklerin sıkılığı değil dimdik tutan onları, yüreklerin, bileklerin sağlamlığı...

 

Kalpleri, dudakları uçukladı korkudan düşmanların

Ayıramaz oldular kahramanı koyundan, kardan karanlığı,

Kargadan kartalı...

 

Onlara bir ormanda rastlayan aslan bile uslanırdı,

Çünkü beraberlerindeydi peygamberin zaferi ve duası...

 

Yok dostundan tek kişi yardımını görmesin,

Düşmanından tek kişi yemesin tokadını...

 

Dinin kanatlarını gerdi ümmet üstüne;

Gözlerden saklar orman aslan yuvalarını...

 

Ne felsefe, ne mantık durup dayanabildi,

Kur’an’ın karşısında. Fikir gecelerini ışıttı aydınlığı...

 

Yeter sana peygamber mucizesi, okumamışken bilgisi;

O “cahiliyet” çağında, öksüzlük de üste, terbiye ve ahlâkı...

 

O’nu öğer öğerim, yorulmam ve usanmam. Affa sebep umarım;

Şairlikle, devlet memurluğuyla geçen ömrün bütün suçlarını...

 

Boyna bir boyunduruk bunlar: korkulu son hazırlar.

Sürüklediler beni; sanki ben kurbanlık bir deve, onlar ipi halkası...

 

Ah! Çocukluk etmişim; harcamışım kendimi bir ömür boyu:

Bir ömür boyu, toplamış, devşirmişim suç ve pişmanlıkları...

 

Bir de düşün nefsimin ticaret zararını,

Bir an duraklamadan din satıp alan dünyayı...

 

İsmarlama yerine hazır eşya düşkünü;

Parayı peşin alıp yiyen, malı boyuna borçlanan imalatçı...

 

Gerçi günah işliyorum ama dönmüş değilim o’na verdiğim sözden,

Kopar cinsinden değil gönlümün bağı...

 

Söz vermiştir kurtaracaktır, adıyla çağrılanı...

Ve beni o’nun adıyla çağırırlar...

 

Ve insanlık içinde kim olabilir, o’ndan çok sözünde duranı...

 

Yarın hesap gününde tutmazsa o elimden:

Sen benim için de: vay sana!

Hey sonsuz kayan adam, uçurumlar kurbanı...

 

Haşa! O, mahrum etmez yardımından isteyeni;

Koğmaz konu komşuyu, soğuk karşılamaz kendine sığınanı...

 

Düşüncemi, şiirimi o’nu öğme yoluna koyduğum günden beri,

O oldu benim için koruyucular koruyucusu, kurtarıcılar kurtarıcısı...

 

Lütfunu esirgemez en dar elden bile o.

Çünkü: yağmur ihmal etmez çiçeklerle süslemekte

Su tutmaz yalçın dağ uçlarını...

 

Gözüm yok, bu dünyanın parasında pulunda, zerresinde.bu türlü zehirleri...

İki avucunu açıp toplar ancak, herem’in öğücüsü şair züheyr takımı.

 

Ey insanların en iyisi!. En üstünü! Yalnız sana sığınılır,

Herkes için geçerli, kimsenin kurtulamadığı vakit kapıyı çaldı mı...

 

Allah’ın Râsûlü, beni de bürümeye, örtmeğe yeter kurtaran örtün...

Göründüğü o gün, öç alan adıyla yaratıcı...

 

Bu dünya ve öte dünya, senin bağış bolluğundan örnekler;

Levh ve kalem bilgisinin bilgindedir kaynağı...

 

Nefsim! Düşme umutsuzluğa büyük günah işlemişlik yüzünden...

Mutlak bağışlayan yanında, değil büyüğü küçüğünden farklı...

 

Nefsim! Düşme umutsuzluğa büyük günah işlemişlik yüzünden...

Mutlak bağışlayan yanında, değil büyüğü küçüğünden farklı...

 

Günahların büyüklüğüne göre gelir, o ne kadar büyükse o daha da büyük olur,

Umulur ki, dağıtılırken kullara yaratanın acıyışı...

 

Rabbim! Yalvarışlarımı döndürüp çevirme bana geri;

Rahmetinden elverir bir rakam eklemeden, kapama hesabımı.

 

Rabbim! Bu kuluna yardım et, bu dünya ve öte dünyada.

Korkulu olaylar ve durumlarda yok bir parçacık olsun dayanıklığı...

 

Rabbim! İzin ver çözülsün ebedî salavat bulutları bir kez daha...

Boşansın Râsûl üstüne sel sel, sicim sicim “selam! Selam” yağmurları...

 

Ailesi üstüne, arkadaşları ve bağlıları üstüne bir kez daha.

Yaşasın bir kez daha, o sana en yakın, eli açık, gönlü ipekten yumuşak, içleri pırıl pırıl yolunun uluları...

 

Ban ağacının yaprağını, göğdesini titrettikçe tiril tiril bad-ı sâba,

Kızgın çöllerde ürpettiği sürece develeri devecinin şarkıları...

 

Çeviri: Sezai KARAKOÇ - ''islam’ın şiir anıtları"ndan.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis