Cennet Çiçekleri’nin Terbiyesi
Cennet Çiçekleri’nin Terbiyesi
Şebnem: Efendim, bu sohbetimizin mevzuu, anne-baba ve çocuk ilişkileri
üzerine olsun istiyoruz. Arzu ederseniz önce çocuklardan başlayalım… Bir
ana-baba olarak çocuğa bakışımız nasıl olmalı?
Osman
Nuri Topbaş: Evvelâ şunu ifade etmelidir ki,
çocuklar, bizlere ilâhî birer emanet ve öz varlığımızdan teşekkül etmiş kıymet
filizleridir. Duygulu gönüllere göre; evlerin ilk seâdet mûsikîsi, doğan
çocukların gönüllere huzur veren sadâları ile başlar.
Hadîs-i
şerîflerde beyan buyurulduğu vechile çocuklar, "cennet çiçekleri",
"kalb meyveleri", "ilâhî ihsân ve rızıklar"dır.
Bu
itibarla çocuklar, Rabbimizin ne güzel lutuf ve ihsânıdır. İlk çocuğumuz
dünyaya geldiğinde ana-baba olmanın taze hatırası hiç unutulur mu?
Onların
gülüşlerindeki zevk ü safâ ışıkları cennet parıltılarına benzer. Bir anne için
en güzel meşgale onu yetiştirmek ve terbiye etmek, topluma armağan etmektir.
Emek verilip yetiştirilen sâlih evlâtlar, âhırette anne: baba ile cehennem
arasında perde olacaktır.
Hülâsa
çocuklar, âilenin seâdet meyvesi, zevc ve zevce arasında en köklü râbıtadır.
Şebnem: Çocuk terbiyesine nereden başlamak lâzım? Dayak bir terbiye
çeşidi midir? Âilenin çocuk terbiyesindeki rolü ve dikkat etmesi gereken
hususlar nelerdir?
Osman
Nuri Topbaş: Çocuk terbiyesine, evvelâ
ana-babanın terbiyesinden başlamalıdır. Zîrâ bu yüce terbiye, mürebbî sıfatını
kazanabilen olgun anne ve babaların gerçekleştirebileceği bir eğitimdir.
Şâirin:
Kendisi
muhtâc-ı himmet bir dede,
Nerede
kaldı gayriye himmet ede!
Diye
tavsif ettiği sınıfa giren anne ve babaların evlâtlarına verebileceği terbiye
ne olabilir ki?
Hele
bugün bazı ailelerde görüldüğü gibi rahatı için çocuk istememek; bundan daha
vahimi, masumları ana karnında iken hayatî bir zarûret olmadan aldırmak,
asrımızın bir cinâyetidir. Bir yılan bile yumurtalarını emin bir şekilde
saklar, onları muhâfaza eder. Nesillerini koruma duygusu içinde çırpınan
hayvanlar karşısında, kâinâtın en yüksek varlığı olan insanın bu şefkat ve
merhamet hislerinden mahrûmiyeti pek acıdır…
Kısacası
çocuk terbiyesi, evvelâ anne-babanın yüreğindeki çocuk sevgisinden
başlamalıdır. Onları Allâh'ın bir emaneti olarak sevmeli; bu sevgiyi de, dünya
ve âhiret seâdetini kazanmaya vesile kılmalıdır. Bilhassa çocuklar ile daha
yakından alâka fırsatına sahip olan anneler, göz nûru yavrularını terbiye
hususta sahabî hanımlarını misâl almalıdır. Şöyle ki:
Hazret-i
Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in terbiyesinde nümûne anneler hâline
gelen sahabî hanımlar, Rasûlullâh Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'i görmekte geciken
ve uzun zaman görüşmeyen evladlarını îkâz ederlerdi. Nitekim Huzeyfe Radıyallâhu
Anh birkaç gün Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'i görmediği için annesi onu
azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatır:
Annem
bana sordu:
"-
Peygamber Efendimiz'le en son ne zaman görüştün?"
Ben
de:
"-
Birkaç günden beri onunla görüşemedim." dedim.
Bana
çok kızdı ve fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:
"-
Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Sallâllâhü Aleyhi Vesellem Efendimiz'in yanına
gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem bana, hem de sana
istiğfâr etmesini ondan taleb edeyim." dedim. (Tirmizî, Menâkıb, 30; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, V, 391-2)
Bu
terbiye istikametinde çocuklarımızı havaîliklerden, haşarılıklardan, israftan
korumamız gerekir.
Onlara
güzel isim koymalı, Kur'ân'la tanıştırmalı, küçük yaşta kendilerine Rabbe kul olabilmenin,
bilhassa namaz kılmanın zevkini; minicik, tozlanmamış ve kirlenmemiş yüreğine
muhtaca infak etmenin sevincini tattırmalıyız. Bu hususlarda yanlış
davranışlardan, yâni bencilliği palazlandıracak menfiliklerden âzamî derecede
kaçınmalıyız. Çünkü çocuklar, birer videokaseti gibi anne ve babalarındaki
bütün davranışları hiç süzmeden olduğu gibi taklit ederler. Meselâ infakla
alâkalı bir kötü davranışın çocuğun saf dimağını nasıl kuşatacağını tasavvur
etmek için şöyle bir hâdise üzerinde düşünelim:
Bir baba, kapıya gelen yaşlı,
hasta ve perîşan durumdaki bir muhtacı küçük kızının yanında azarlıyordu. Kızı
da yaşının saflığı içerisinde:
"-
Babacığım, niye bu zavallının kalbini incitiyorsun?" diye sordu.
Katı
kalbli baba:
"-
Bakma sen bunlara kızım! Böyleleri başkalarına yük olmaktan utanmazlar!
Ellerine geçince de har vurup harman savururlar. Bunlar bizden daha
zengindirler." dedi.
Kapıya
gelen kişi, çok fazla ihtiyaç sahibi olduğundan olacak:
"-
Allah rızası için…" diye istemeye devam edince baba iyice öfkelendi ve:
"-
Defol artık utanmaz!" diye bağırdı…
Bu
hâdise karşısında küçük kız, ilk zamanlar acıma hissi ile dolu olsa da
babasının bu tavır ve sözlerine şâhid ola ola yetiştiği için büyüdüğünde hiçbir
muhtaca yardım etmeyen, üstelik onları duymayan, hissetmeyen, onların ıstırapları
karşısında ürpermeyen bir kimse hâline gelmez mi?
Bu
itibarla merhum pederim Musa Efendi Kuddise Sirruh, bir muhtaca bir şey takdim
edeceklerinde bazen küçük çocukların eliyle verir, onların infaka alışmasını
temin ederlerdi. Bir defasında mühim bir hizmet için bağış toplanırken
gözlerini hemen yanı başında duran yedi-sekiz yaşlarındaki bir çocuğa tevcih
etmiş bakıyordu. Bu bakışlardan habersiz çocuk, büyüklerindeki infak seferberliği
heyecanını hissetmiş olacak ki, küçük kalbinin büyük edâsı ile elindeki az
miktardaki bozuk parayı yardım sandığına uzattı. Bunu gören Musa Efendi Kuddise
Sirruh, o çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı, güzel iltifatlarda bulunduktan
sonra latîfeli bir şekilde:
"-
Âferin evlâdım, deminden beri seni gözledim. Eğer bir şey vermeseydin bu dedeni
üzmüş olacaktın!.." dedi.
Bunlar,
çocukların büyüklerinin tavır, davranış ve ahlâklarını nasıl pürüzsüz bir ayna
gibi yansıttıklarını ne güzel anlatıyor.
Diğer
taraftan hadîs-i şerîflerde kız çocukları daha çok hizmet ve itinaya muhtaç
oldukları için erkek çocuklarından farklı olarak tavsiye olunmuştur.
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Bir
kimse üç kız çocuğunu yetiştirip terbiye eder de onları evlendirirse ve onlara
iyilikte devam ederse, o kimseye cennet vardır." (Sünen-i Ebî Dâvûd)
Bu hadîs-i şerîf, çocuklara ve
hâssaten kız çocuklarına nasıl muâmele edileceğini bildiren mübârek bir
beyandır.
Çocuk
eğitiminde bilhassa dikkat edilmesi gereken husus ise, dayak meselesidir. Bu,
aslâ kabul edilemeyecek yanlış bir davranıştır. Kötü alışkanlıklar kazanmasın
diye çocuğa caydırıcı usuller uygulanabilir, ancak bunların arasında dayak aslâ
olmamalıdır. Çünkü o, istikbâlin gencini korkak ve ürkek, yahut da arsız ve
yüzsüz bir hâle getirir. Kaldı ki Hazret-i Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem,
değil bir insanın, hayvanın bile sertlik ve dayakla terbiyesini yasaklamıştır.
Nitekim henüz binmeye alıştırılmamış bir deveyi Hazret-i Âişe'ye hediye olarak
verdiğinde binmeye sertlikle alıştırılmaması için şu îkazda bulunmuştur:
"Ey
Âişe! Yumuşak huyluluk bir şeye girdi mi, onu mutlaka tezyin eder; eğer bir
şeyden de çıkarıldı mı, onu da mutlaka kusurlu kılar."
Şebnem: Efendim, Hazret-i Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in
çocuklara muâmelesinden sizi etkileyen bazı örnekler alabilir miyiz?
Osman
Nuri Topbaş: Hazret-i Peygamber Sallâllâhü
Aleyhi Vesellem, çocuklara daima derin bir muhabbet gösterir; onları öper,
okşar; mübârek parmaklarını tarak yaparak onların saçlarını düzeltirdi.
Çocuklara muhabbet göstermeyenlerden hoşlanmaz; onları kabalık ve katılıkla tavsîf
buyururdu.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu
anhâ-'nın rivâyet ettiğine göre bir defâsında Hazret-i Peygamber Sallâllâhü
Aleyhi Vesellem, torunlarını severken ziyâretine İslâm'ın merhamet, şefkat,
nezâket ve inceliğinden uzak bir bedevî geldi. Rasûlullâh Sallâllâhü Aleyhi
Vesellem'in çocukları ziyade sevmesine hayret ederek:
"-Yâ
Rasûlallâh! Siz çocuklarınızı öper (sever) misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp
okşamayız" dedi.
(Allâh'ın
evlât nîmetine karşı bedevînin duygusuz ve duyarsızlığı, Allâh Rasûlü Sallâllâhü
Aleyhi Vesellem'i müteessir etti.) Bedevîye:
"Allâh
senin gönlünden merhamet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne
yapabilirim!.." (Buhârî, Edeb, 22)
dedi.
Hadîs-i
şerîfin muktezâsınca bir Müslüman gönlü, Allâh'ın emânetleri karşısında
muhabbet, şefkat ve merhametle dolu olarak şefkat ve muhabbeti nasıl ve nereye
tevzî edeceğinin idrâki içinde olmalı ve yaşamalıdır.
Bir
defasında da Hazret-i Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem, üzerine küçük
abdestini yapan torununu:
"-
Sen nasıl Rasûlullâh'ın üzerine küçük abdest yaparsın?" diye pataklamaya
kalkan Ümmü Fadl'a:
"-
Çocuk bu, yapar!" diyerek yumuşak bir üslûpla mânî olmuştur.
O,
mübârek kucağında torunları olduğu hâlde namaza durur, secdede iken torununun
mübârek sırtına çıkması üzerine secdesini uzatırdı. Çocuğa müdahale etmek
isteyenlere:
"-
Bırakın, çocuk hevesini almış olsun!" buyururdu.
Yine
o Varlık Nûru, Hazret-i Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem, bir çocuk
ağlaması duyduğunda namazı kısa keserdi. Bir defasında evinde namaz
esnasındayken çocuk ağlaması üzerine namazını kısa tutmuş ve ev halkına:
"-
Onların ağlamalarının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?" buyurmuştu.
On
yaşından itibaren on yılını Hazret-i Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in
hizmetinde geçiren Enes Radıyallâhu Anh anlatır:
"Rasûlullah'a
tam on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile: "Öf!" demedi.
Yaptığım
bir şeyden dolayı: "Niye böyle yaptın?" diye azarlamadığı gibi,
yapmadığım bir şey sebebiyle: "Şöyle yapsan olmaz mıydı?" da
demedi."
Bu
itibarla Rasûlullâh Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in yüce huzurunda yetişen
çocuklar bambaşka güzellik ve firâset ile müzeyyen olmuşlardır. Buna bir misâl
kabîlinden Sehl bin Sa'd Radıyallâhu Anh'ın şu rivâyeti pek ibretlidir:
Rasûlullâh Sallâllâhü Aleyhi
Vesellem Efendimiz'e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu
esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı
kimseler oturuyorlardı. Efendimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem sağındaki çocuğa
kâbına varılmaz bir incelik ve nezâketle:
"-
Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?" buyurdular.
O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya lâyık şu büyük cevâbı
verdi:
"-
Yâ Rasûlallâh! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!"
Bunun
üzerine Sevgili Peygamberimiz Sallâllâhü Aleyhi Vesellem mübârek ellerindeki
içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
Bu
hâdise, Hazret-i Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in çocuklara verdiği
değeri göstermesi ve karşılıklı muhabbet akışları bakımından pek mühimdir.
Şebnem:
Hazret-i Enes gibi çocukluğunu
Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem Efendimiz'in terbiyesinde geçiren başka
sahâbîler de mevcut mudur? Onlardan da birkaç örnek verir misiniz?
Osman
Nuri Topbaş: Tabiî, böyle birçok sahabî var.
Bunların başında daha çocuk yaşlarda îmân eden Hazret-i Ali geliyor elbette.
Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in amcazâdesi olan Hazret-i Ali,
Efendimiz'in mübârek terbiyelerinde sadrını irfanla doldurdu. İlmin kapısı
oldu. Kıyamete kadar devam edecek bir tasavvuf silsilesinin başlangıcını teşkil
etti.
Kardeşi
Cafer Tayyar Radiyallahü Anh’da, Peygamber muhabbetinin bambaşka bir misâli
idi.
Rasûlullâh
Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in Kızı Fatıma Radiyallahü Anha, ümmetin seyyidesi
oldu. Daha küçük yaşlarda iken gösterdiği yüksek davranış ve mübârek babasını
sahiplenişi dolayısıyla "babasının annesi" vasfını aldı. Oğlu
Hazret-i Hasan Radiyallahü Anh, şerîflerin, Hazret-i Hüseyin Radiyallahü Anh de
seyyidlerin sertâcı oldu.
Mus'ab
bin Umeyr Radiyallahü Anh, âilesinin bütün servetini reddederek Allâh Rasûlü Sallâllâhü
Aleyhi Vesellem'in yanını tercih etti. İslâm yolunda fedâkârlık ve
diğergâmlığın eşsiz bir numûnesi hâline geldi. Allâh Rasûlü Sallâllâhü Aleyhi
Vesellem'e olan muhabbeti, onu bu uğurda can vermeye kadar götürdü.
Üsame bin Zeyd Radiyallahü Anh,
yirmi yaşlarında iken Peygamber Sallâllâhü Aleyhi Vesellem tarafından İslâm
ordusunun kumandanı tayin edildi.
Peygamber
Sallâllâhü Aleyhi Vesellem'in dizi dibinde yetişen çocuklardan sayabileceğimiz
daha pek çokları var, ancak bu anlattıklarımız birer misâl kabîlinden kâfîdir
herhâlde…
Şebnem:
Efendim izin verirseniz biraz da
zât-ı âlînizin çocukluk yıllarından konuşmak isteriz. Meselâ o yıllardan kalan
unutamadığınız hâtıralar var mı?
Osman Nûri Topbaş: Her insanın
çocukluğundan pek çok hâtırası vardır. Bunlardan bazıları insanda derin izler
bırakmıştır. Ben de üzerimde pek çok tesir bırakan birtakım hatıralarımdan bahsetmek
isterim.
Erenköy'de
geçti çocukluğum. O zamanlar evlerin etrafı bahçelikti. Ayrıca alt katlarda bir
misafir salonu bulunur ve samîmî, canlı ziyaretler olurdu. Hususiyle
Ramazanlarda verilen iftarlarla dolup taşardı.
İftara ayrı ayrı günlerde ve
farklı meslek ve gruptan insanlar çağılırdı: Bir gün arabacılar, bir gün
işçiler, bir gün çöpçüler, bir gün esnaf, bir gün hoca efendiler vesaire davet
edilirdi. İftardan sonra kendilerine "diş kirası" diye yaygınlaşmış
olan bir hediye takdim edilirdi. Bu hediye, bazen elbiselik bir kumaş, bazen de
muhatapların durumuna göre bir miktar para olurdu. Teravih namazından sonra
çaylar içilir, her grup kendi dünyası üzere sohbet ederdi. O demler, kalblerin
kaynaştığı ve birbirleriyle te'lif olduğu en güzel vakitlerdi.
Çocukluğumda
dikkatimi çeken hususlardan biri de komşular arasındaki güzel münâsebetlerdi.
Komşu, komşuya akrabâ muâmelesi yapardı. Biz çocuk olarak komşularımızı
akrabâlarımızla karıştırırdık. Varlıklı komşular, muhtaçlara bir muhabbet ve
şefkat kucağı hâlindeydi. Mahalle sâkinleri, elbirliği ile muhtaçların,
gariplerin ihtiyaçlarını giderir ve yetim kızların çeyizlerini hazırlardı.
O
zamanlarda verem salgın hâldeydi. Antibiyotikler yoktu. Verem hastaları daha
ziyâde çamlık yerlerde tedavi görürlerdi. Mahalleli, bu veremli gençlere büyük
bir şefkat gösterirdi. Çünkü veremli gençlerin tedâvîsi, ancak çamlık yerlerde,
çamları teneffüs ettirerek olurdu. Erken yaşta vefatlara çok rastlanırdı.
Merhametli komşu ve mahalle sâkinleri, onlara kan yapacak gıdalar götürürdü.
Hasta
ziyaretleri, her âilenin birinci işiydi. Ziyârete maddî duruma göre, çorba,
muhallebi gibi ikramlarla gidilirdi. Ziyaretler kısa tutulur, hastanın gönlüne
sürûr verilirdi.
Cenâzeler
de öyleydi. Hatimler, duâlar, hep birlikte yapılırdı. Üç gün cenaze evine yemek
taşınırdı.
Elli
sene evvel buzdolabı çok nâdir bulunurdu. Soğutma için bahçelerdeki kuyulara
testiler salınırdı. Buzdolabı olan âileler de akşamüstü komşularına buz ikrâm
ederlerdi. Bu ve benzeri ikrâmları da bilhassa çocuklarla gönderirler, onlara
küçük yaşta diğergâmlık, yardımlaşma ve hizmet eğitiminin zemini hazırlanırdı.
Çocukluğumda
Erenköy sâhili boştu. Denizle karanın birleştiği yerlerde yaklaşık iki metre
kadar kumsallık saha olurdu. Orada çocuklarla kumdan evler yapardık. Bir müddet
sonra da aramızda anlaşmazlık çıkar ve birbirimize: "- Sen benim yerime
geçtin!: Hayır, asıl sen benim sınırıma girdin!" diye çekişirdik. Sonra
bir dalga gelir ve paylaşamadığımız o kumdan evlerimizi dümdüz edip giderdi.
Bu
hâtıralar, bugün şunu düşündürüyor ki, küçüklükle büyüklük arasında ancak bir
derece fark vardır. Yaş ilerledikçe insanı, farklı ve akıl almaz ihtiraslar,
boş telâşeler kaplıyor. Ancak neticede hepsi de bir son nefes depremi yahut
dalgası ile son buluyor…
Çok
ibretlidir ki, bu kadar ilâhî tanzîme âmâ olanlar için hayatın sonu, ne fecî
bir aldanıştır.
Çocukluk
zamanımızda mahallemizin en çok heyecan duyduğu ân da, ezân-ı Muhammedî'nin
aslî şeklinde okunmasına müsâade edildiği gün oldu. Herkes o gece erkenden
kalkarak sabah ezanını bekledi. O gece sanki bir bayram sabahına hazırlık
gecesiydi. Hattâ annem de akşamdan bize:
"-Bu
sabah ezan okunacak; erkenden kalkalım da o ânı kaçırmayalım!" diye
tembihlemiş, ev halkı değişik bir heyecan iklîmine girmişti.
Sanki
o sabah, Hazret-i Bilâl'in Kâbe'de ilk ezanı okuyuşundaki mânevî hissiyat ve
heyecan bürümüştü gönülleri. Bâd-ı sabâ, onun Medîne'deki ezan sedâlarını da
aksettiriyor gibiydi. Çünkü ezan, milletimiz için bambaşka bir şevk ve
hasretti… Nitekim bazen, Türkiye dışına çıkınca da bu hasreti hep yaşıyoruz.
Vatana dönerken de insanın yüreği apayrı bir sürur ve heyecana garkoluyor.
Allâh; Kur'ân, ezan ve bayrağımızı, vatanımızı ve milletimizi her türlü
tehlikelerden korusun. Şerirlerden muhâfaza eylesin… Âmîn!..
Şebnem: Çocukluğunuzda sizi derinden etkileyen şahsiyetler oldu mu?
Osman
Nuri Topbaş: Beni çocukluk yıllarımda en çok
etkileyen bilhassa iki kıymetli şahsiyet vardır: Annem ve babam... Buna
ilâveten de elbette güzel bir çevre…
Annem,
ufak yaşlardan itibaren bizlerin gönül âlemine çok kıymetli hazîneler yığan
melek ruhlu ve mübârek bir şahsiyet idi. Bize her vesileyle Allâh dostlarının
muhabbetini telkin eder ve firâseti ile gönül bahçelerimizde nûrânî güzellikler
yeşertirdi. Onun, kardeşimi dünyaya getirdikten sonra, yâni iki evlâdının
hizmetine ve diğer meşgalelerine rağmen hâfız olması, bana hak yolunda gayret
ve Kur'ân aşkı bakımından çok te'sir etmiştir.
Babam
ise; Allâh aşkı, vecdi, îmân, ihlâs, takvâ, güzel ahlâk, vakar vesâir
hasletleriyle her bakımdan benim için âbide bir şahsiyetti. Duygu derinliğine
sahipti. Yüksek ufukların insanıydı. Meselâ o zaman İmam-Hatipler yeni
açılmıştı ve mezun olanlar için hiçbir dünyevî istikbal yoktu. Fakat babam,
büyük bir sevinçle bizi İmam-Hatip Lisesi'ne kaydettirdi. Son sınıfı da yatılı
okuttu. Tatil günlerinde bize câmîleri, Topkapı Sarayı'nı ve diğer tarihî
yerleri gezdirir; seviyemize göre ecdadımızın, dîne, îmâna, vatana ve millete
yaptıkları hizmet ve fedâkârlıkları anlatırdı. Bizlere, onlara lâyık bir nesil
olmayı telkin ederdi. Zaman zaman büyük hocaefendileri ziyâret ettirir;
onlardaki nezâket, hassâsiyet ve terbiyeyi dimağımıza işlerdi. Numûne gönül
insanlarını tanıtırdı.
Babamın
fakir-fukarâya olan sevgisi ise, engin bir deryâ gibiydi. Onlara yapacağı bir
hizmeti, kabul ettikleri zaman bir teşekkür edası içinde olurdu. Maddî bir
hediye vereceğinde onu zarif zarflar içerisinde takdim ederdi. Hattâ zarfların
üzerine: "Kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim!" ibaresini yazardı.
Bu hâl, Yaratan'dan ötürü yaratılanları severek onlara nezâket ve zerâfetle
davranmanın tabiî bir neticesiydi. Annemle birlikte hastalara yemek yapıp
hastahanelere götürürlerdi. O çocuk yaşta bu merhamet tezâhürleri, rûhumu ben
farkında olmadan bir nakış gibi işliyordu. Velhasıl annem ve babam benim için
büyük bir rahmet ve bereket olmuşlardı.
Çocukluğuma
âid bana ayrıca tesir eden birçok hâdise ve hatıradan en mühimleri daha ziyade
İmam-Hatip Lisesi'nde okuduğum yıllara rastlar. Hele derslerimize gelen
hocaefendiler açısından çok talihli idik. Çok değerli ve unutulmayacak sîmâlar
tanıdık. Bunlardan:
Celâleddin
Öktem hoca, yetmiş yaşında, felçli bir kimse idi. Buna rağmen bir arkadaşımızın
kolunda sınıfa gelir; 25'lik bir delikanlı heyecanıyla ders anlatırdı…
"Yaman
Dede" mahlası ile mârûf Abdülkadir Keçeoğlu, on dakîka Farsça gramer
anlattıktan sonra iki mesnevî beyti okur ve bütün ders ağlaya ağlaya onları
şerh ederdi. Gözlerinin altı havuz gibi çukurlaşmıştı. Gözyaşlarını oraya döküp
oradan da yüzünden aşağı sızdırırken ayrı bir rûhâniyet tevzî ederdi. Gönlü
Peygamber muhabbetiyle bambaşka doluydu. O günden bugüne birçok şey geldi,
geçti. Ama onun bizim rûhumuzda askseden vecdinin izi kaldı. Yazdığı meşhur
na'tinden: "Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!" derken
bir sonbahar gazeli gibi titreyip bahar şebnemleri gibi ağlaması, hâlâ
gözlerimin önündedir…
Diğer
bir hocamız, sabah 07:00'de gelir, çorbalarımızı koyardı. Başka bir hocamız,
sofrada kalmış bir ekmek parçası görse kimseyi azarlamadan: "Bak evlâdım,
bu nîmeti bulamayan nice muhtaçlar var. Nîmete hürmet eder ve şükredersek,
Allâh daha çok artırır. Ancak onun kadrini bilmezsek, elimizden alınır."
diye tatlı tatlı nasîhatler ederdi.
Diğer
bir hocamız, hüsn-i hat dersi verirdi. Ancak talebelerin kamış ve mürekkebini
kendisi getirirdi.
Bir
diğeri, yatakhanede geceleyin dolaşır, üstü açık olanların üzerlerini örterdi.
Bazı
hocalarımız da, son dersi müteâkib, derslerde geride kalan talebelerin
eksiklerini telâfî için ilâve ders yaparlar ve her talebenin daha iyi yetişmesi
için bitmez bir heyecanla emek sarfederlerdi.
Hocalarımızın
bize en çok öğretmeye çalıştığı husus ise, cânı ve malı kullanmayı bilebilmenin
dersi idi. Bu dersi, fiilî davranışları ile sergilerlerdi.
O günlerden bugüne aradan kırk
yıl geçti. Ancak o günlerin güzel insanlarından bize aksedenler hâlâ silinmedi.
Lâhûtî ve bereketli izleri, akıl ve gönlümüzde hâlâ canlı ve müessir…
Dolayısıyla o demleri güzelleştirenlere her vakit duâ hâlindeyim… Cenâb-ı Hak
hepsinden râzı olsun!.. Lâkin sıra şimdi bugünleri ve yarınları
güzelleştirmekte… Bu da bizlere düşüyor. Allâh Teâlâ cümlemizi buna muvaffak
kılsın!..
Şebnem:
Efendim, bir de bugünlere
gelirsek, acaba bugün çocuklarımızı ne gibi tehlikeler beklemektedir? Bu
tehlikelere karşı anne-babaların mes'ûliyeti nedir?
Osman
Nuri Topbaş: Bugün çocuklarımızı bekleyen
tehlikelerin başında onların mâneviyattan uzak yetiştirilmeleri gelmektedir.
Yâni sadece dünyaya dönük bir eğitim neticesinde uhrevî pencerenin kapalı
kalması... Yâni kalbî hayatın zaafa dûçâr olması… Bilmek gerekir ki, uhrevî
haslet ve güzelliklerle yeşermeyen bir nesil huzur bulamaz; çantası diploma
tomarları ile dolsa bile... Toplumda nesil enkâzının sayısız hazin misâlleri
vardır. Bugün pek çok kötü alışkanlıklar var. Bilhassa narkotiğin pençesinde
can verenler, kadınlık haysiyetinin korunmayıp gittikçe küçük yaşlara doğru
zehrini akıtan iffet zedelenmesi… Bunlar evlâtlarımızı hangi tehlikelerin
beklediğini daha iyi gösteriyor. Bunu görürsek, çözümün de, sînelere îmân ve
onun yüce ahlâkını yerleştirmekle mümkün olduğunu daha iyi anlarız. Vahyin nûru
ile tanışmayan kalbler hakîkî seâdeti nasıl bulabilir? Bu hususta İstiklâl
şairi M. Âkif'in şu yüksek hassâsiyeti içinde olmalıyız:
Îmândır
o cevher ki ilâhî ne büyüktür,
Îmânsız
olan paslı yürek sînede yüktür…
Dînî
mevzularda cehâlet, pek korkunç bir karanlıktır. Zîrâ kişi bilmediğinin düşmanı
olur. Dinden uzaklaşmak rûhânî duygulardan mahrûmiyete sebep olur ve vicdan
ufkunu daraltır. İç ve dış nûrları söndürür. Kitap ve sünnetin ince
hikmetlerinden, rûhânî aydınlığından mahrûm eder. İnsana, Hâlık tarafından
lutfedilen cevherleri kaybettirip kişiyi et ve kemik doldurulmuş bir deri
torbaya döndürür ki, bu da, insanı yalnız menfaatini düşünür hâle getirir.
Dînî
terbiyenin ihmâli, maddeyi putlaştırma illetini doğurur ki, o da dinden
uzaklaşmanın temel sebeplerindendir.
Maddeyi
putlaştırma, bir felsefe değil, zavallılıktır. Hikmet değil, illet ve
zulmettir. Mânevî duyguların uyuşturulması, ölmeden evvel taş ve toprak altına
gömülmesidir.
Beşeriyetin
insan olma haysiyetine kavuşabilmesi için Kur'ân-ı Kerîm'in îkâzlarına gönül
vermek îcâb eder.
Allâh
Celle Celâlühû bizlere en büyük nîmetini şu şekilde bildirmektedir:
"O
Rahmân ki, Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı da tâlim etti. (…)
Göğü
yükseltti ve dengeyi koydu. (Sen bu dengeyi bozma!)" (er-Rahmân, 1-4,7)
Cihânı,
ilâhî ölçüler ve mîzanlarla donatan Rabbimiz, kâinât ölçü ve nizâmından başka,
Kur'ânî mîzanlar ile de bildiriyor ki; dünyada olduğu gibi ölüm ötesinde de
mîzanlar vardır. Dünya ve âhiret, hep mîzanlarla doludur.
Hayat
ve ölüm, ayrı ayrı, hassas ve şaşmaz mîzanlardır. Her hâlimizin ölçüler içinde
olması, gelecek nesle de ibâdet, hâl, davranış ve bir ahlâk numûnesi olması
zarûridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Kim
zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu
görür." (Zilzâl Sûresi, 7-8)
Cihan,
ilâhî ölçü ve mîzanlarla donatılırken, Kur'ân bize mîzanlar sergilerken,
gelişigüzel yaşayıp bu ilâhî ölçülerin dışında bulunanların hâli ne müthiş ve
hazin bir gaflettir.
Rahmân
sûresindeki bu âyetin ışığında, evlâtlarımıza yaratılış sırrını, Kur'ân'ı ve
kulluğu en güzel şekilde anlatmak ve öğretmek zarûrîdir.
Kısacası çocuklarımız, âyette
buyurulan kâinattaki ilâhî denge ve âhengi bozmayan güzel ve şerefli
mevkilerini koruyacak bir kıvamda eğitilmelidirler. Hiç şüphesiz bu da; âile
ocağında, anne ve babanın mahâretli gönüllerinden tecellî edecektir.
Böyle
bir tecellî ise, çocuğunun istikbâlini ciddî olarak düşünen anne ve babaların
mahsûlüdür. Tabiî sadece bugüne ayarlı bir istikbal değil, aynı zamanda sonsuz
seâdete uzanan ebedî bir istikbâli kastediyoruz. Maâlesef bugün adına istikbal
denilerek yalnız günü kurtarma yolunda evlâtlarımızın yarınları tehlikeye
atılıyor. Nice yanlış işler, hep: "Ne yapalım; yavrumuzun istikbâli daha
önemli!" bahâneleriyle evlâtlarımızı Hak katında günâha ve isyana
sürüklüyor. Oysa:
Biz
yavrumuzu ne kadar mânevî duygularla yetiştirirsek o nisbette Cenâb-ı Hak onun
istikbâlini parlak eyler. Osmanlı'nın yirmi dört milyon kilometrekare
genişlemesinin sırrı, bu keyfiyetten kaynaklanmaktadır. Yine zor zamanlarda
Allâh'ın yardım etmesi de, buna bağlıdır. Çanakkale ve İstiklâl Savaşı
zaferleri de bu hakîkatin bir bereket ve tecellîsidir.
O
hâlde çocuklarımızı alabildiğine Kur'ân ahlâkı, tefekkürü, istikâmeti üzere
eğitmek sûretiyle kendisine, âilesine, daha önemlisi vatanına ve milletine
sahip olacak hayırlı evlât olarak yetiştirmek mecburiyetindeyiz. M. Âkif,
mısralarında bu hâli ne güzel îzâh eder:
Sahipsiz
olan memleketin batması haktır,
Sen
sahip olursan bu vatan batmayacaktır…
Bu
da, ifade ettiğimiz gibi herkesten önce anne ve babaların birinci vazîfesidir.
Bilmelidir ki, Çanakkale ve İstiklâl harbi gibi nice büyük zaferler, zâhirde o
zaferlerde rol oynayan kumandan, gâzî ve şühedânın eseri olduğu gibi diğer bir
yönden de onları yetiştirip kınalayarak vatan müdafaasına gönderen anne ve
babaların zaferleridir.
Şebnem:
Efendim, bu güzel
hasbihâlinizden dolayı candan teşekkürlerimizi arz ederiz.
Osman
Nuri Topbaş: Ben de teşekkür ederim.
Yorumlar
Yorum Gönder