Otuz Sene Okuduktan Sonra İlmin Başını Köylüden Öğrendi


Otuz Sene Okuduktan Sonra İlmin Başını Köylüden Öğrendi

Deli Hüseyin Ağa derler bir adam vardı. Yirmi yaşlarında evlenmişti. Nikâhına gelen hocaların sohbetlerini görüp onlara hayran kaldı. Kendisi de onlar gibi okuyup âlim olmaya karar verdi. Zengin hali vakti yerinde olan Hüseyin Ağa, evlendikten bir- iki gün sonra, karısından izin alıp İstanbul’a" ilim tahsiline gitti. Bütün malını karısına ve anasına bırakan Hüseyin Ağa, İstanbul’da tam otuz sene ilim tahsil etti.

Bu otuz sene içinde köyünü ve gencecik bıraktığı hanımını aklına bile getirmemişti, hafız-ı Kur’an olduğu gibi, Arabi ilimleri de öğrenip tam bir dersiam (üniversite hocası) yetişti.

Otuz sene sonra memleketine gitmeye karar verdi, İstanbul'dan yola çıkıp, o zamanın vasıtaları ile memleketine vardığında, köyüne varmadan akşam olmuştu. Yakın bir köye misafir oldu. Akşam köyün camiinde vaz-ü nasihat etti. Halk birçok müşkülünü, o gece ondan öğrenmek fırsatını buldular. Yatsı namazından sonra, misafir olduğu köylünün evine geldiler. Gece sohbet ederlerken köylü:

— Hoca efendi, otuz sene ilim öğrenmişsin. Birçok mesele hakkında zorluk çekmeden bilgi verebiliyorsun. Sana bir sualim olacak. Ona cevap verebilir misin? Dedi.

Hoca efendi: “Söyle bakalım, bilirsek söyleriz” dedi.

Köylü:

— Söyler misin bana ilmin başı nedir? Diye sordu.

Hoca, bundan kolay ne var. İlmin başı Besmele'dir, dedi. Köylü kabul etmedi. Fatiha’dır, nasara yensuru dur, gibi aklına ne geldi ise saydı ama köylü bu söylediklerinin hiç birisinin ilmin başı olmadığını söylüyordu. En sonunda hoca, köylüden, ilmin başını öğretmesini rica etti. Köylü bunun öyle kolay olmadığını, bunun öğrenilmesi için en az bir sene, kendisinin yanında kalması lâzım geldiğini söyledi. Hoca ne yapsın, otuz sene okuduktan sonra ilmin başını bilmeden köyüne gidemezdi. Bir sene köylünün yanında kalmaya razı oldu. Ara sıra: “Köylü amca zor bir şey değilse şunu söyle de beni burada bekletme” dediyse de köylü bir sene geçmeden öğrenmesinin imkânsız olduğunu söylüyordu. Hoca efendi çiftse çift, çubuksa çubuk bir hizmetçi gibi tam bir sene köylüye hizmet etti. Artık sabredemez olmuştu. Bir sene dolduğu akşam amca şunu akşamdan söyle de rahat bir uyku uyuyayım, dedi ise de köylü, halâ söylememekte İsrar ediyordu.

Sabah oldu... Köylü karısına misafirin yolcu olacağını bir miktar azık hazırlamasını söyledi. Kendisi de Hoca'ya: “Hocam ilmin başı sabırdır” dedi.

Hocanın tepesi atmıştı:

— Bu iki kelime için mi beni bu kadar burada beklettin, kendine hizmet ettirdin. Bir senem bu iki kelime için mi buralarda zayi olup gitti. Sende hiç insaf ve merhamet yok mu? Sen Allah'tan korkmuyor musun? gibi sözlerle söylenmeye başladı. “Ben bunca sene okudum. Sabır hakkında bu kadar Hadîs-i Şerif okudum, ezberledim. Onun ne olduğunu ben senin kadarda mı bilmiyorum,” gibi sözler söylerken köylü duramadı:

— Hocam sen ilmi de biliyorsun, sabrın ne olduğunu da biliyorsun ama, sabretmesini bilmiyorsun. Seninle bu işin başında anlaşmadık mı? Bana kızıp sinirlenmeye hakkın yok, dedi.

Çünkü hakikaten ilmin başı, hatta hatta her şeyin başı sabırdır. “Sabreden derviş muradına ermiş, sabreden selâmeti bulur” gibi sözler hep sabır için söylenmemiş mi idi.

Hoca köylünün yanından ayrıldı. Bir gün sonra da akşam namazı sıralarında köyüne vasıl oldu. Aradan otuz bir sene geçmişti ama Hüseyin Hoca ancak evini bulabilmişti. Evine yaklaştı. Kapıyı çalmadan evvel pencereden baktı ki, içerde hanımı Fatma'nın yanında bir delikanlıdan başka kimse yok. Biraz bekledi, Fatma hanım yanındaki delikanlı ile o kadar samimi ki, bazen dizine yatıyor, bazen Fatma Hanım onun saçlarını sıvazlayarak seviyor. Bu hali bir müddet pencere dibinde seyreden hocanın aklı başından gitti. Otuz sene öğrendiği ilmi, sabır hakkında o kadar ettiği vaz-u nasihati unutup, İstanbul’dan aldığı av tüfeğini hazırlayarak her ikisini de vurup namusunu temizlemeye karar verdi. Tam nişan alıp tetiği çekeceği zaman, sabır için bir sene hizmet ettiği köylü aklına geldi.

“Yahu dedi, bu sabır için bir sene çile çektik. Bir sene sonra ancak, sabrın ilmin başı olduğunu öğrendik. Hele şimdi kalsın bu iş. Bunu nasıl olsa bir müddet sonra Öğrenmek mümkündür” diyerek köy odasına gitti.

Caminin bitişiğindeki odaya varıp selâm verdi. Cemaat gelenin hoca olduğunu kıyafetinden hemen anladılar. Hüseyin Ağa, orada bulunan cemaate köyün yaşlılarından bazı isimler sordu. Onların kimisi ölmüş, kimi ise halen hayatta olmasına rağmen yaşlanmışlardı. En sonunda: “Bu köyde Deli Hüseyin derler birisi varmış, İstanbul'a ilim tahsiline gitmiş, böyle birisini tanıyor musunuz?” diye sorduğunda, böyle birisinin olduğunu, fakat görseler bile tanıyamayacaklarını söylediler.

— O isimde birisi varmış, onun bir de zavallı karısı var. Karısını daha bir günlük gelinken bırakıp gitmiş. O gece hamile kalmış kadın. Bir oğlu oldu. Adını da Ali koydu, işte o Deli Hüseyin'in oğlu, bizim caminin imamıdır. Annesi onu yakın bir köyde okuttu, diye anlattılar.

Hüseyin Hoca'nın aklı başına geldi: “Demek ki, Fatma'nın yanında yatan benim oğlummuş” diyerek kendisine bir sene hizmet ittiği adamın köyüne doğru eliyle göstererek: “Sağ ol-sağ ol...” diye bağırdı.

Cemaat misafiri deli zannettiler. Fakat Hüseyin ağa, oğlunun gelmesini bekleyerek başından geçenleri anlattı ve kendisinin işte o Deli Hüseyin denen adam olduğunu ve İstanbul’a gidip hafız-ı Kur’an olduğu gibi dersiam olarak medreseyi bitirdiğini anlattı.

Oğlu gelip tanıştıkları zaman, köylünün sözünün kıymetini bir kat daha anlıyordu Hüseyin Hoca...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis