Şeyh-ül Ekber Muhyiddîn ibn Arabî Kaddesallahu Sırrıhulaziz
Şeyh-ül
Ekber Muhyiddîn ibn Arabî [Kaddesallahu Sırrıhulaziz]
On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs'te ve Şam
taraflarında yaşamış büyük velîlerden. İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup,
künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur.
Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem'in
kardeşi Abdullah bin Hâtem'in neslindendir.
1165 (H.560) senesinde Endülüs'teki Mürsiyye kasabasında
doğdu. 1240 (H.638) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'da olup sevenleri
tarafından ziyâret edilmektedir.
Küçük yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i
Arabî, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye'ye gitti. Pek çok âlimin
ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile
dikkatleri çekti.
Muhyiddîn-i Arabî pekçok ilimleri tahsîl etti. Filozof
İbn-i Rüşd'le görüştü. 1194 (H.590) senesinde Endülüs'ten ayrılarak Tunus'a,
1195'de Fas'a gitti. Karşılaştığı birçok âlimle sohbet edip, ilim meclislerinde
bulundu. 1199 senesinde tekrar Endülüs'e dönüp Kurtuba'ya geldi. 1201 senesinde
tekrar Endülüs'ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus'a geçti. Hacca giderken
Mısır'a uğradı. Oradan Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine
getirdi. İki yıl kadar Mekke'de kalıp, Medîne-i münevvereye geldi ve sevgili
Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti.
Endülüs'te, Fas'ta, Tunus'ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede
kaldığı zamanlarda hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir
ve Ebü'l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb
gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp,
onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde
yetişti.
Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük
âlim oldu. Tasavvufta, Ebû Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû
Abdullah Temim, Ebü'l-Hasan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin
rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu. Mekke'de
bulunduğu sırada
Fütûhât-ı
Mekkiyye adlı eserini yazdı.
Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün
en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'yı yanına çağırarak;
"Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok
sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin."
buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-iArabî'ye,
hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri,
zamânında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen
belli başlı büyük âlimlerden oldu.
Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti.
Konya'ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü.
Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği
halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden
olan Sadreddîn-i Konevî'nin hocası ve üvey babası oldu.
Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin
hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî'ye giydirdi.
Konya'da bir müddet kaldıktan sonra Haleb'e giden
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya'ya döndü. Aynı sene
içinde Sivas'a, oradan da Malatya'ya gitti. 1230 senesinde Şam'a giderek oraya
yerleşti.
Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî'nin hâl, makam ve ilim
bakımından pek yüksek olduğunu kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû
Medyen Magribî ona; "Âriflerin Sultânı" demişdir. Şeyh Safiyyüddîn
bin Ebû Mensûr onun hakkında; "O, şeyhdir, imâmdır. Hem de tam kâmil ve
hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan sâhiplerinin başında saymak lâzımdır.
Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve
bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak
"Hârika" diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun
gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun
da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryâsında pek uzun
kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda
vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek
ona lâyıktır." derdi.
Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır:
"Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından
istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü."
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya
yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım.
Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu
manzarayı, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını
tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı
bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi.
Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak
değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine
doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de
Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri
vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak
selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O
neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır
aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman
görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.
"Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere
seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz
kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de
gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana
gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz
konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri,
yerdeki seccâdeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra
üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm
olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için
yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri
işitince insâf edip müslüman oldu."
Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli
bir ev bağışlamıştı. İbn-i Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün bir fakir
gelip dedi ki: "Allah rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri de buyurdu ki: "Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu
sana vereyim. Senin olsun." Böyle söyleyip, evi o fakire verip terketti.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, İmâm-ı Gazâlî'ye muhabbet ve
bağlılığından, Şam'da Gazâliyye Medresesinde çok oturur, İmâm-ı Gazâlî
hazretlerinin eserlerini okurdu. Bir gün müderris derse gelmedi. Muhyiddîn-i
Arabî orada idi. Fakîhler kendisine; "Efendim, bugün bize dersi siz
veriniz." deyip ısrâr ettiler. O da; "Ben Mâlikî mezhebindenim. Mâdem
ki çok ısrâr ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz" buyurdu. İmâm-ı
Gazâlî'nin fıkha dâir Vesît kitabından bir yer gösterdiler. Muhyiddîn-i Arabî
onlara ders verdi, uzun uzun îzâh ve açıklamalar yaptı.
Bir kimse, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğüne
inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi
kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü.
Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı
Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî'yi
evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler
gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin
başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet
okuyan bu kimse, af ve magfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey
yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin
Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi
kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim."
Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet
etti: "Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i
muazzamada, Kâbe'nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun
söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-i
Arabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini gördüm."
Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibni Arabî yolda
karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra
Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn-i Arabî hakkında ne dersin?" buyurdu
ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-ul aktab ve gavs'dır."
İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki:
"Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."
"Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular.
Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların
rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla
onların yanına giderek" buyurdu.
Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri kendinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdu ki:
"Ey
nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi
ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir rehber ,
bir mürşid lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere
gideceksen, sana bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, huzûrunda,
edebli ol. Sakın hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve
onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin
huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice
anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyânı veya başka bir
hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için
uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme. Mürşidini seveni sen de sev
ve ona yardımcı ol.
O zâta, hiçbir işinde îtiraz etme. "Bunu niçin böyle
yaptın? " deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin
oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken onun
önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı
hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak
ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin
zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble
dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle.
Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada
bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına
verme.
O zâtın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar,
talebelerini denerler. Onunla berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o
zâta karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu
hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni cezâlandırmadığını görürsen, bil ki o
seni denemektedir. O zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği
yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme.
Şâyet seninle istişâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu
söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac
olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.
Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat
et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde
hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyân içerisinde geçen ömrün
için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır.
Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin
bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle
beş vakit namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.Abdesti en güzel ve
şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi,
abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile
yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû
içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ
ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını,
kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını,
en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin
nîmetlerini müşâhede etmek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun.
Resûlullah'a salâtü selâm oku.
Namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur.
Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön.
Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû'dan
kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile
yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce
üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.Acıkmadıkça yeme. Yemeği
doymadan bırak. Fazla su içme. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Lokmayı
ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfeyi oku. Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd
ü senâda bulun."
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri velîlik yolundaki yüksek
derecesini ifâde ederek buyurdu ki:
"Allahü teâlâ bana öyle nîmetler ihsân etti, bildirdi
ki, istersem kıyâmete kadar gelecek bütün velîleri, kutubları, isim ve
nesebleriyle bildirebilirim. Fakat bâzıları inkâr ederler de, mânevî
kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."
Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın
çalışma tekniğini bildirdi.Edison'u (1847-1931) dahi "Üstâdım" demek
mecbûriyetinde bıraktı. Fâtih SultanMehmed Hanın İstanbul'u fethedeceğini,
Yavuz SultanSelîm Hanın Şam'a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.
Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli
eserinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar."
buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir
grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır." dedi.
Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî'ul-âhir ayının 28.
Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam'da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti.
Sâlihiyye'de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için
kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam'a geldiğinde;
"Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." sözünün ne
demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin
üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i
Arâbî'nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim
ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada
küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya
tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, onu çok seven bir
hizmetçisi vardı. Onun vefâtından sonra gece gündüz ağlardı. Bir gece
hizmetçinin kapısı açıldı. İçeriye Muhyiddîn-i Arabî sağlığındaki hâliyle
girdi. Hizmetçisine; "Ağlamayınız." diyerek onu teselli etti.
Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf
ediyordu. O esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve
kendi kendine; "Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey."
dedi. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün
cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye
çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir
an aklı durur gibi oldu. Ter içinde kaldı. "Bugün biraz rahatsızım,
konuşamayacağım." dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; "Yâ Rabbî! Ne
gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi."
diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn-i Arabî'yi
gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu.
Muhyiddîn-i Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı
çalındı. Gördü ki, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri karşısında durmaktadır.
"Buyurun." deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn-i Arabî onun
özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi,
kendisine iâde olundu.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri her işini Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak için yapardı. Allahü teâlânın rızâsına ve mârifet-i
İlâhiyyeye kavuşmak için İslâmiyete tam uymak gerektiğini belirtirdi.
"İslâmiyetin
emirlerinden bir emri yapmayanın mârifeti sahîh değildir." buyururdu.
Muhyiddîn-i Arabî; "Ârifin niyeti, maksadı olmaz"
buyuruyor. İslâm âlimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: "Allahü
teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir.
Çünkü, derd ve belâların sevgiliden geldiğini, O'nun dileği olduğunu
bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini
özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu
için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O'ndan gelen her şeyi
de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı,
düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini,
acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları
vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen
işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb
olmaktadır."
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hadîs ilminde
sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki:
"Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı
görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden
kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle
berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum."
Dört
mezhebin âlim ve ârifleri, Muhyiddîn-i Arabî'yi hep medhetmişlerdir. İmâm-ı
Şa'rânî El-Yevâkit vel-Cevâhir'inde ondan uzun uzun bahsetmekte, Şeyh Abdülganî
Nablüsî ve Ârif-i billah Seyyid Mustafa Bekrî, onun için ayrı birer kitap
yazmışlardır. Abdülganî Nablüsî'nin eseri Er-Redd-ül-Metîn alâ Müntakıs-il-Ârif
Muhyiddîn, Seyyid Mustafa Bekrî'nin eseri, Es-Süyûf-ül-Haddâd fî A'nâki
Ehl-iz-Zendeka vel-İlhâd'dır. Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ,
İbn-i Hacer Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid
Abdülkâdir Ayderûsî, İbn-i Kemâl Paşa, Kâmûs sâhibi Necmüddîn Fîrûzâbâdî hep
onu medh etmişlerdir.
Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden
olan İbn-i Kemâl Paşa hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle
cevap vermiştir: "Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri
peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru
yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ'ya, O'nun Ehl-i beytine ve
dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olanEshâbına salât ve selâm olsun. Ey
insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı,
Muhammed bin Ali ibniArabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir
mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok
talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî'yi inkâr eden
hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve
bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip,
kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir.
İbn-i Arabî'nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve
Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından
mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer'i Nebevî'ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir
ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül
ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması
gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
"Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz
ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur" (İsrâ sûresi: 36). Allahü teâlâ
doğru yola götürendir."
İmâm-ı
Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabî kitabında, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü
vesîkalarla isbât etmektedir. Ebüssü'ûd Efendi fetvâlarında da, ona dil
uzatılamayacağı yazılıdır.
Bununla berâber, îmân, îtikâd ve ibâdet bilgilerine tam
vâkıf olmayanların ve tasavvufun inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i
Arabî'nin kitaplarını okumaları ve sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defâ
zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki velîlerin ve âlimlerin bâzıları da, onun
sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca vahdet-i
vücûd bilgisi ve mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla berâber, nihâyetin
nihâyeti değildir.
Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri, 1230 (H.627) senesinde Şam'da iken, bir gece mânâ âleminde
Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap tutarak;
"Bu Füsûs-ül-Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için
muhteviyâtını açıkla." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî de Sevgili
Peygamberimizin mânevî işâretine uyarak, emir ve ilhâm ile, kitabın ihtivâ
ettiği hususları ne eksik, ne de fazla yazdı. Bu kitapta kısa bir başlangıç
vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere aleyhimüsselâm, bir hikmet verildiği
bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu kitabın
kırktan fazla şerhini yapmışlardır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, evliyâ-i ârifînin en
büyüklerinden olduğu gibi, zâhir âlimlerin de büyük imâmlarındandır. Sultan
Melik Muzaffer Behâüddîn Gâzî'ye icâzet (diploma) verdiği, Câmiu Kerâmât isimli
kitapta bildirilmektedir. Yine aynı kitapta, üstâdlarının isimleri uzun uzun
yazılıdır. Bu kitapta, yazdığı eserlerden iki yüz otuz dört tânesinin ismi
bildirilmekte, hepsi bu icâzette yazılmış bulunmaktadır. Eserlerinden bâzıları
şunlardır: Fütûhât-ı Mekkiyye, Et-Tedbîrât-ül-İlâhiyye,
Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye. El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm
Tirmizî, Füsûs-ül-Hikem, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal'in-Na'leyn,
Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât,
Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ'lâm bi-İşâreti
Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma'rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ
Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet,
İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i
Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb,
Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Tercümân-ül-Eşvâk, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm,
Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl, Muhâdarât-ül-Ahrâr ve
Müsâmerât-ül-Ahyâr. Buhârî, Müslim, Tirmizî'nin eserlerini muhtasar hâle
getirmiştir. Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl,
Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk. El-Vahy, El-Ma'rifet,
El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A'râf, Mü'min, Müslim ve
Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ'câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur'ân".
Sözleri
Doğrudur
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır
aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır: "Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs
Mürsi hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği
hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu
söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü
nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra;
"Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur.
Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu
anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için
Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz
şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim."
Allah Emrederse
Ateş Yakmaz
Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu
felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her
şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde
ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar,
İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl
olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm
edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü
teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Biz de: Ey ateş
İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır." dedi.
Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle
iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve
Muhyiddîn-iArabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu
görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş
ve ellerini ateşe sok!" deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin
tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin
yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir." buyurdu. Filozof onun bu
kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Kazdığı
Kuyuya Düştü
Evi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın
olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir
gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden
biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı.
Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında,
ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu."
1)
Tenbîh-ul-Gabî
2)
El-A'lâm; c.6, s.281
3)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.40
4)
Lisân-ül-Mizân; c.5, s.311
5)
Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.190
6)
Kâmûs-ül-A'lâm; c.5, s.4, 233
7)
Fevât-ül-Vefeyât; c.3, s.435
8)
Zeyl-i Ravdateyn; s.170
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.118
10)
Mîzân-ül-İ'tidâl; c.3, s.659
11)
Nefehât-ül-Üns; s.621
12)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.188
13) Tabakât-ül-Müfessirîn;
c.2, s.202
14)
Et-Tefsîr vel-Müfessirûn; c.2, s.407
15)
Tabakât-ı Evliyâ; s.469
www.zamandayolculuk.com’dan
alıntıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder