Sehl Bin Abdullah Tüsterî Rahmetullahi Aleyh
Sehl
Bin Abdullah Tüsterî Rahmetullahi Aleyh
Evliyânın
büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed’dir. 200 (m. 815)’de doğdu. Dayısı Muhammed
bin Süvâr’ın sohbetlerinde yetişti. Hacca gidince orada Zünnûn-i Mısrî’yi gördü
ve ona talebe oldu. Tasavvuf ehlinin büyüklerinden ve müctehidlerinden olup,
zamanının sultânı, hakîkatin delîli idi. Az yemek, az uyumak, çok ibâdet
yapmak, riyâzet ve kerâmette eşi yoktu. 283 (m. 896)’de Basra’da vefât etti.
Kendisi
şöyle anlatır: Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Süvâr gece
ibâdet eder, ağlar ve bana: “Sehl yat uyu, kalbimi meşgûl ediyorsun” derdi. Ben
ise onu yine gözetlerdim. Öyle bir hâl aldım ki, dayıma, “Bana garîb bir hâl
oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum” dedim. “Oğlum bu hâlini kimseye
söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defa (Allahü teâlâ benimledir,
beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!” buyurdu. Bir süre sonra, buna devam
ediyorum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devam
ediyorum, dedim. Onbir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık
buldum. Bir sene geçince, dayım bana: “Sana öğrettiğimi iyi muhafaza et ve hep
o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhırette mükâfatını alırsın”
buyurdu. Yıllarca devam ettim. Sonra dayım bana: “Sehl, Allahü teâlânın
kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle bil, günah
işlemezsin” buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur’ân-ı kerîmi öğrendim.
Yedi yaşında iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. Oniki yaşında
iken, bir mes’eleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra’ya gitmek istedim.
Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan’a
gittim. Habîb İbni Hamza’ya sordum. O cevaplandırdı. Yanında fazla kalmadım
ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster’e geldim. İbâdet, riyâzet ve
mücâhedeye koyuldum.
Ömrünün
sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve
ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Birgün zikirden
bahsederken: “Allahü teâlâyı hakkıyla zikr eden, ölüyü diriltmeği kast ederse,
dirilir” dedi ve elini önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa
kalktı.
İmâm-ı
Yâfiî, Sehl bin Abdullah Tüsterî’nin bir talebesinden şöyle nakleder: Sehl bin
Abdullah’a otuz sene hizmet ettim. Gece veya gündüz yatıp uyuduğunu görmedim.
Sabah namazını yatsının abdesti ile kılardı. İnsanlardan ayrılıp, Basra ile
Abadan arasındaki bir adaya gitti. Bunun sebebi de şu idi. Bir sene hacdan
dönen birisi, bir kardeşine, “Ben Sehl bin Abdullah’ı Arafat’ta vakfede gördüm”
dedi. Kardeşi o kimseye, “Arefeden önceki gün, ben onun yanında idim” dedi.
Diğeri ise, “Ben Sehl’i Arafat’ta vakfede gördüm. Yalan söylüyorsam karım boş
olsun” dedi. “Kardeşi kalk, gidip kendisine soralım” dedi. Kalkıp yanına
geldiler. Hâdiseyi anlattılar ve bu yemînin hükmü nedir? dediler. “Niçin böyle
şeyler konuşuyorsunuz? Allahü teâlâ ile meşgûl olun” deyip, hacıya döndü ve:
“Hanımından boş değilsin ama, gördüğünü kimseye anlatma” buyurdu.
Sehl-i
Tüsterî hazretleri, Basra’da bir gün parmağını sarmıştı. Bu durumu gören
birisi: “Niçin parmağını sardın?” diye sorunca,” Ağrıyor da onun için” diye
cevap verdi. Bunu soran kimse bir müddet sonra Mısır’a gitmişti. Burada
Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu
ona da sordu. “Niçin parmağını sardın?” “Falan zamandan beri ağrıyor, o
sebepten sardım” diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: “Ben o zaman anladım ki,
Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasına
uymak için parmağını sarmıştı.”
Bir
yolculuğunda abdest almak istedi. Suyu yoktu. Üzüldü. O anda birisi, içi su
dolu yeşil bir ibrik getirdi, önüne koydu ve gitti.
Bir
Cum’a namazından önce evine bir kimse geldi, içeride büyük bir yılan gördü.
Durakladı. Sehl-i Tüsterî hazretleri, “İçeri gir! Kişi, yer yüzündeki yılandan
bu kadar korkarsa, âhıretteki yılanlardan daha çok korkması lâzım değil mi?”
buyurdu. Sonra yılanı tuttu. Beni başka bir odaya aldı. “Kişi dünyâda
yılanlarla arkadaşlık edebilirse, mezarda diğer yılanlar, çıyanlar ona
dokunmaz” buyurdu ve “Cum’a namazı kılar mısın?” buyurdu. O zât, “Câmi ile
aramız bir günlük mesafedir” dedi. Sehl hazretleri onun elini tutup, hemen
câmiye getirdi. O kimse dedi ki: Birlikte namaz kıldık. Sonra çıktı. Câmiden
çıkanlara bakıp: “Lâ ilahe illallah diyen çoktur, ama ihlâs sahipleri azdır”
buyurdu.
Birgün
müslüman olmayan biri yoldan geçiyordu. Sehl hazretleri talebelerine onu
gösterip, buyurdu ki: “Bu adamda müslümanlık alâmeti var!” Aradan birkaç sene
geçtikten sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât ettiler. Talebelerinden biri
hocasının mezarını ziyâret ederken, o adam da yakından geçiyordu. Hocasının
sözleri hatırına gelerek hemen yanına vardı. Ona hocasının kendisi hakkındaki
sözlerini anlattı. Bunun üzerine o adam dedi ki: “Gel Bakalım! Mezarına
varalım. Bana müslüman ol desin, ben de müslüman olayım!” Beraberce kabre
vardılar. O anda kabirden şöyle bir ses işittiler: “Ey falan! Cehennem
ehlinden, Cennet ehli daha üstündür!” Adam bu sözü işitince, şehâdet getirip
müslüman oldu.
Talebesi
Abdurrahmân bin Ahmed: “Efendim, abdest alınca ekseriya uzuvlarımdan akan su,
altın ve gümüşten bıçak oluyor” deyince, Sehl hazretleri: “Bilmez misin ki,
çocuklar ağlayınca, meşgûl etmek için ellerine silâh verirler” buyurdu.
Sehl
hazretlerinin yanına köse bir adam geldi. Sakalının gelmesi için duâ istedi.
Sehl hazretleri buyurdu ki: “Ey genç! Elini yüzüne sür, elini yüzüne sür!” Bu
sözü bir kaç defa tekrarladılar. Adam söyleneni aynen yaptı. Hemen o dakikada
eline bir tutam sakal geldi.
Kendisi
anlatıyor: “Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarayı çağırıp hepsini
onlara dağıttım. Kimde alacağım varsa, onları da bağışladım. Ondan sonra da
Kâ’be’ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime: “Ey nefs! Artık, iflâs
ettin. Benden isteyeceğin hiçbir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey
bulamayacaksın” dedim.
Küfe
şehrine uğradığında, nefsi, balık ile ekmek istedi. Her ne kadar bu isteği
yapmamaya çalıştı ise de, nefsinin arzusu çok şiddetli idi. Nefsimi Mekke’ye
kadar incitmeyeyim, diye düşündü. Şehirde bir un değirmenine rastladı.
Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı.
Değirmenciye yaklaşarak, “Bu iş için ata günde ne kadar kira veriyorsunuz?”
dedi. Değirmenci, “Günde iki akçe ödüyoruz” deyince, bu işi bir gün de ben
yapayım. Bana da bir akçe verir misiniz?” dedi. Değirmenci buna râzı oldu.
Akşama kadar, nefsine eziyet için dolabı döndürdü. İşi bırakınca ona bir akçe
verdiler. Gidip onunla balık ekmek aldı ve nefsine; “Her ne zaman benden birşey
isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da
mâkul isteklerini yerine getiririm” dedi.”
Ölüm
döşeğinde yatarken Sehl bin Abdullah’a bir zât: “Efendim, senden sonra minbere
kim çıksın?” diye sorunca, Sehl-i Tüsterî ( radıyallahü anh ) gözlerini açıp,
Şâdıdil adındaki bir kâfirin adını söyledi. Etrâfındakiler, “Şeyhin aklı
gitmiş, bu kadar müslüman âlim varken yerine bir kâfiri geçirdi” diye
söylerlerken, Sehl-i Tüsterî, “Başımda kavga, gürültü etmeyiniz. Vaktim azdır.
Gidin bana Şâdıdil’i çağırın, gelsin” dedi. Şâdıdil gelince, “Yâ Şâdıdil, iyi
dinle, üç gün sonra minbere çık ve müslümanlara va’z et. Bu sana vasıyyetimdir”
dedi. Sehl-i Tüsterînin vefâtından üç gün sonra, ikindi namazından sonra, başında
kâfir nişanesi, belinde zünnar olmak üzere, Şâdıdil minbere çıktı. Ey
müslümanlar, ey Sehl-i Tüsterî’nin talebeleri, bana bir vakit şeyhiniz, “Ey
Şâdıdil, zünnarı çıkarıp atma zamanı gelmedi mi? demişti. İşte bugün emrini
yerine getiriyorum” dedi. Daha sonra sorgucu ve zünnarı çıkarıp attı. Dili ile
Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Cemâat bunu görünce ve o sözleri
duyunca ağladılar.
Sehl-i
Tüsterî hazretleri vefât edince, insanlar cenâze namazı için toplandı. O
şehirde bir yahudi vardı. Yaşı yetmişi aşmıştı. İniltileri duyunca, ne oluyor
diye dışarı çıktı. Cenâzeye doğru bakınca yanındakilere, “Benim gördüğümü siz
görüyor musunuz?” dedi. Ne görüyorsun dediklerinde, “Gökten” inip, cenâze ile
giden kimseler görüyorum” dedi ve ardından Kelime-i şehâdet getirip müslüman
oldu.
Şöyle
naklederler ki: Sehl-i Tüsterî bir talebesinin yanında, “Basra’da velilik
derecesine ulaşmış bir fırıncı var” diye söylemişti. Talebesi bunun üzerine
Basra’ya gidip, fırıncıyı görmüştü. Fırıncı, fırınlarda âdet olan, saçını ve
sakalını ateşten korumak için, yüzüne peçe bağlamıştı. Bunu gören talebe
aklından, “Şayet bu zât velîlik derecesine ulaşmış olsaydı, ateşten bu kadar
sakınmazdı” diye geçirdi. Sonra selâm verip bir suâl sorunca, fırıncı: “Önce
beni küçümseyip horladığından, artık sözümün sana faydası olmaz” dedi.
Kendisi
anlatır: “Rü’yâmda kıyâmet kopmuş, insanları da Arasat meydanında gördüm. Bir
beyaz kuş, topluluğun çeşitli yerlerinden bir kaç kişi alıp, Cennete
götürüyordu. Bu ne kuşudur? dediğimde, aniden havada bir kâğıt peydah oldu.
Kâğıdı elime alıp açınca üzerinde, “Vera’ kuşu dedikleri işte budur” diye
yazdığını gördüm.
Yine
kendisi anlatır: “Birgün çölde giderken, başında sarık ve elinde âsâ bulunan
pîr-i fâni bir zâtın gelmekte olduğunu gördüm. “Galiba kâfileyi kaçırmış” diye
aklımdan geçirdim ve cebimden para çıkararak, ona: “Gideceğin yere ulaşıncaya
kadar bununla idâre et” dedim. Daha sonra bu zât elini havaya kaldırınca, eli
altınla doldu ve bana: “Sen cebinden alıyorsun, ben ise gaybden” dedi ve
kayboldu. Kâ’be’ye varınca tavaf esnasında o zâtı gördüm. Bana: “Ey Sehl! Bir
kimse Kâ’be’nin cemâlini görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâ’be’yi tavaf
etmesi lâzımdır. Fakat her kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için, nefsini
ayakları altına alırsa, Kâ’be’nin onu tavaf etmesi lâzım gelir” dedi.
Sehl-i
Tüsterî bir gün bağdaş kurup oturmuş ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde,
“Aklınıza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim” dedi. Bu durumu görenler,
“Daha evvel siz böyle yapmazdınız, şimdi ne oldu?” diye sorduklarında, “Üstâd
hayatta olduğu müddet zarfında, talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır” dedi.
Bu günün Zünnûn-i Mısrî’nin ( radıyallahü anh ) vefât ettiği gün olduğunu daha
sonra öğrendiler.
Sehl-i
Tüsterî hazretlerinin yanına yırtıcı hayvanlar da gelirdi. Yanında sakin ve
rahat dururlardı. Halk bunun için onun evine, “Beyt-üs-Sibâ” ya’nî (Yırtıcı
Hayvan Evi) derdi.
Ebû Ali
Dakkak şöyle anlatmıştır: Ya’kûb bin Leys, doktorların tedâvi edemedikleri bir
hastalığa yakalanmıştı. Ona; senin vâli olduğun bölgede Sehl bin Abdullah
isminde sâlih bir zât vardır. Eğer o sana duâ ederse, Hak teâlânın bu duâyı
kabûl etmesi ümid edilir, dediler. Vâli, Sehl bin Abdullah’ı çağırttı ve “Benim
için Allahü teâlâya duâ et” deyince, Sehl bin Abdullah: “Zindanlarında suçsuz
insanlar yatarken, senin için yaptığım duâ nasıl kabûle mazhar olur?” dedi.
Bunun üzerine vâli zindanda yatan bütün suçluları salıverince, Sehl bin
Abdullah “İlâhi, bu zâta ma’siyet ve musîbetteki zilleti gösterdiğin gibi,
tâattaki izzeti de göster, onu dert ve sıkıntıdan kurtar” diye duâ etti. Vâli,
hemen iyileşti ve Sehl bin Abdullah’a çok mal vermek istediyse de, bunu Sehl
hazretleri kabûl etmedi. Arkadaşları arasında, “Keşke bunu alıp fakîrlere
dağıtsaydı” diyenler oldu. O, yolda çakıl taşlarına bakınca, hepsi mücevher
hâline geldi. Arkadaşlarına bunları göstererek, “Böylesi bir ihsâna nail olan
kimse, Ya’kûb bin Leys’in malına muhtaç olur mu hiç?” diye buyurdu.
Sehl-i
Tüsterî’nin bir çocuğu vardı. Çocuk ne zaman annesinden yiyecek isterse, annesi
ona “Bunu Allahü teâlâdan iste” derdi. Bunun üzerine çocuk secde için yere
kapanırdı. Bu arada annesi çocuğun istediklerini hazırlar, gizlice yanına
koyardı. Çocuk annesinin bunu hazırladığını bilmezdi. Onun için Allahü teâlânın
dergâhına dönerdi. Birgün annesi evde yokken çocuğun canı birşey istedi. Her
zamanki gibi secdeye kapandı. Allahü teâlâ ona lâzım olan şeyi gönderdi. Annesi
geldiğinde duruma şaşırdı. “Yavrucuğum bu nereden geldi?” diye, sorunca çocuk,
“Her zamanki yerden” diye cevap verdi.
Sehl-i
Tüsterî hazretleri, bir gün talebelerinden birine bir iş buyurunca talebesi,
“Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için yapmam” dedi. Bunun üzerine
sohbetinde bulunanlara dönüp, “Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müddetçe, bu
yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan başkasını görmeyecek şekilde halk
senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs gözünden düşmeli ve halkın kendisinde
gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir. Herşeyi Hakdan görmelidir” dedi.
Sehl-i
Tüsterî bir talebesine, “Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Allah! demek için,
bütün gücünü harca” dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye
devam etti. Sonra Sehl-i Tüsterî “Buna geceleri de devam et” dedi. Talebe buna
devam ederek, devamlı Allahü teâlâyı zikr eder bir hâle sahip oldu. Birgün
evinin bahçesinde ağaçtan düşen bir dal parçası başını yardı. Başından akan
kanın, yere damlayan her damlasının “Allah” ismini yazdığı görüldü.
Bedbahtlığın
alâmeti olan şeyler nelerdir? diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: “İlmi olup,
onunla amel edememek, ameli olup, ihlâslı olmamak. Bunun alâmeti de ibâdet ve
hizmetleri zorlukla yapmak ve Hak teâ’ânın verdiğine râzı olmayıp, başka şeyler
peşinde koşmaktır. Bedbahtlığın diğer bir alâmeti de, Allahü teâlânın
dostlarının sohbetine kavuşamamak ve onlardan hüsn-ü kabûl görmemektir.”
Sehl-i
Tüsterî hazretlerinde, romatizma ve basur hastalıkları vardı. O getirilen
hastalara duâ ederdi. Duâ ettiği kimseler iyi olurdu. Ebû Nasr-ı Terşizî bir
gün âlim zâtlardan birine, “Sehl, başka hastalara duâ ettiği ve kendisi velî
olduğu hâlde, niçin bu hastalıklar kendisinde vardır?” diye sorunca, o zât;
“Sehl velîdir. Velîliği de o hastalıktan dolayıdır. O bu hastalığın Allahü
teâlâdan geldiğine inandığı için, hastalığın kendisinden gitmesi için duâ
etmez” dedi.
Birgün
Sehl-i Tüsterî’ye, “Günde bir defa yemeğe ne dersin?” diye sorduklarında: “Bu
sıddîkların yeme tarzıdır” dedi. “İki öğün yemeğe ne dersin?” dediklerinde; “Bu
mü’minin yeme tarzıdır” dedi. “Üç defa yemeğe ne dersin? dediklerinde, cevâbı
biraz ağır oldu. Buyurdu ki: “Bütün âfetlerin başı, doyuncaya kadar yemektir.”
“Haram
yiyenin yedi uzvu günaha girer. Helâl yiyenin uzuvları da ibâdette olur.” “Tam
helâl; kazanırken, Allahı hiç unutmadığın şeydir.” “Takvâsının doğru olmasını
isteyen, bütün günahlardan el çeksin.” “Kırk gün ihlâslı olan, dünyâda zâhid
olur, kerâmeti görülür.”
“Bizim
yolumuzun esası altı şeydir: Allahın kitabına sarılmak, Resûlullahın sünnetine
uymak, helâl yemek, insanları incitmemek, yasaklardan uzak durmak, hakkı ve
borcu ödemede acele etmek.”
“Allahü
teâlâyı unutmaktan büyük günah yoktur.”
“Eğer
Musa ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetinden, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât
bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi.”
“Hakîkî
îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, helâl
yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye
kadar devam etmeğe sabır etmek.”
“İşin
esâsı üç şeydir: Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak,
her işi yalnız Allah için yapmak.”
“İbâdetin
en kıymetlisi, nefse uymamaktır.” “Kalb arş, göğüs ise kürsîdir.”
“Âlimin
üç ilmi var. Biri ilm-i zâhirîdir. Bunu herkese açıklar. Diğeri ilm-i bâtındır.
Bunu ancak ehline açıklar. Üçüncüsü, kimseye anlatılması caiz olmayan bir
ilimdir ki, bu ancak kendisiyle Allahü teâlâ arasındadır.”
“İnsanların
mübtelâ olduğu belâ ve musibetlerin en büyüğü; ne âhıret, ne de dünyâ işiyle
meşgûl olmayıp, boş oturmaktır.”
“Kulun
Allahü teâlâya şükretmesi, O’nun kuluna verdiği ni’metlerle, O’na isyan
etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları Allahü teâlânın kuluna olan lütuf ve
ni’metleridir.”
“İnsanoğlunu
şu iki şey mahvetmiştir: İzzet arzusu, fakîrlik korkusu.” “Makamların en
üstünü; kötü bir huyu, iyi bir huya çevirmektir.” “Harama bakmaktan sakınan
kimse, hiç göz ağrısı görmez.”
“Allahü
teâlâdan başka yardımcı, Resûlullah efendimizden başka delîl, takvâdan başka
azık, sabırdan başka amel asla yoktur.”
“Sâdık
olan kimseye Allahü teâlâ bir melek gönderir. Bu melek namaz vakti gelince, o
kimseye namaz kılmayı hatırlatır, uyuyorsa uyandırır.”
“Kibir
bulunan kalbte, havf (korku) ve recâ (ümit) bulunmaz.”
“Korku,
men edilenden uzak durmak; ümid, emredileni yapmak için koşmaktır.”
“Fütüvvet,
sünnete tâbi olmaktır.”
“Zühd,
kulların Allahü teâlâya yönelmeleridir.
“Açlık
için üç yer vardır. Tabiat açlığının yeri akıl, ölüm açlığının yeri fesad,
şehvet açlığının yeri isrâftır. Birincisi düşünceyi yok eder, ikincisi fitneye,
üçüncüsü isrâfa yol açar.”
“Nefs,
şu üç halden başka hâlde olmaz: Ya kâfir, ya münâfık veya ikiyüzlü olur.” “Her
kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur.”
“İnsanların
“Lâ ilahe illallah” ifâdesine kalben i’tikâd edip dil ile söylemeleri ve buna
fiilen vefa göstermeleri lâzım gelir.”
“Allahü
teâlânın, insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur: “Kulum! Hiç
insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni
kendime da’vet ediyorum fakat sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben
dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrar
ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzûruma gelince mazeret olarak ne
söyleyeceksin?”
“Kıyâmet
günü, az yemenin mükâfatını hiçbir amel karşılayamaz.”
“Ticârette
ihsân altı türlüdür. 1) Müşteri, fazla ihtiyâcı olduğu için çok para vermeye
râzı olsa bile, çok kâr istememelidir. 2) Fakîrlerin malını fazla para ile
almalı, onları sevindirmelidir. 3) Müşteriden para almakta iki türlü ihsân
olur; fiyatta ikram edilmeli, peşin verdiği fiyatla, veresiye de vermelidir. 4)
Borç ödemekte ihsân, istemeye vakit bırakmadan vermektir. 5) Alışveriş ettiği
kimse pişman olursa, yapılan satışı geri çevirmektir. 6) Fakirlere veresiye
vermek, ödeyemediği hâle gelirse, alacağını istememeyi niyet etmektir. Borçlusu
ölünce helâl etmektir.”
“Allahü
teâlâ rûhları yaratıp, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” kelâmına, evet
dediğimi, ayrıca annemin karnında bulunduğum zamanki hâlimi hatırlıyorum”
“Açlığın
çilesini çekenin çevresinde, Allahü teâlânın emriyle şeytan dolaşamaz.”
“Cehâletten daha büyük musîbet yoktur.”
“Son
Peygamber Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi
sınıf insan vardı: Krallar, ziraatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar,
ticâretle meşgûl olanlar, san’atla meşgûl olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü
teâlânın elçisi sevgili Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bu sınıflardan hiçbirini
başka bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü teâlâya itaate, takvâya, ilme
çağırdı, insanlara şöyle buyurdu: “Allah bütün bu varlığı insan için, insanı da
Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ ni’metlerini Allahü teâlâya itaat
için kullanan hem dünyâyı, hem de âhıreti kazanır. Bunun tersini yapan kimse
ise, hem âhıreti, hem de dünyâyı kaybedecektir.”
----------------------------------
1)
Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh. 189
2)
Tabakât-üs-sûfiyye sh. 206
3)
Nefehât-ül-üns sh. 119
4) Tam
İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 22, 554, 639, 715, 1063
5)
Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 113
6)
Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh. 429
7)
Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh. 182
8)
Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh. 90
9)
Risâle-i Kuşeyrî sh. 138
10)
Keşf-ül-mahcûb sh. 242
11)
İslâm Ahlâkı sh. 73
12)
Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh. 2705
Yorumlar
Yorum Gönder