Sararmış Resim


Sararmış Resim

Çaresiz bir şekilde yatarak ölümü bekleyen bir kadın. Boş, izbe, kömürlükten bozma bir oda. Eşya yok denecek kadar az. Camları kapatan yırtılmış bir perde, kırık dökük olan masanın üzerindeki karton kutuda birkaç tabak, yine birkaç kaşık, çatal, iki tencere bir tava, yerde bir ufak tüp. Mutfak eşyası bundan ibaret. Duvarda çerçeveli, siyah beyaz, kenarları sararmış eski bir resim. Belli ki mutlu bir aile tablosu bu. Anne, baba ve üç çocuk, sarmaş dolaş bir şekilde poz vermişler. Çocuklardan ikisi annesinin kollarında sıkıca kavranmış. Korunmanın himaye edilmenin verdiği güvenle sokulmuşlar annelerine. Büyük çocukta babasının şefkatli kucağında kendinden emin bir şekilde oturmuş.. Hepsinin yüzünde garip bir tebessüm. Yatan Fatma nine’ ye bakarak tebessüm ediyor gibiler. Odanın bir köşesinde ufak bir lavabo. Diğer köşede de eski bir karyola. Asılı olan resimdeki üç çocuğun annesi Fatma nine hastalık ve fakirlikle mücadele ederken çocukları resimden seyrediyorlar annelerini. Minik yüzlerinde ki anlamsız bir tebessüm eşliğinde onları yoklukla yemeyip yediren, giymeyip giydiren, zorluklarla, bin bir türlü sıkıntıyla büyüten, okutan, adam eden ve evlendiren annelerini seyre dalmışlar.

Öksürükten tıkanan Fatma nine güçlükle yerinden doğrulup sızlayan bacaklarının ağrısına rağmen yavaş yavaş masaya tutundu. Düşmemek için gayret gösterirken bir eliyle suyunu yudumluyor diğer eliyle de masadan sımsıkı kavramış vaziyette, titreyen ve derman kalmayan bacakları vücudunu taşıyamaz haldeydi. Suyunu içince tekrar yatağa dönmek onun için o kadar zordu ki. Her basışında bacaklarındaki kemiklerin bir bir kırıldığını düşünüyordu. Dayanılmaz acı içerisinde yatağa attı kendini. Eski olduğundan dolayı gıcırdayan karyolaya oturup karşısında ki resme baktı bir an. Bu resmi her gördüğünde yüreği titriyor, kalbi daralıyor, nefes alamaz hale geliyordu sanki. İster istemez yaşlar, buruşmuş göz kapaklarından, derin çizgiler oluşmuş yanaklarına doğru akıyordu. Her bir çizgi bir acıyı temsil ediyordu sanki. Her acıda bu çizgileri daha da derinleştirmiş, kapanması imkansız hale getirmişti maalesef. Yaşadığı ve unutamadığı her olayın imzasıydı bu çizgiler. Artık iyiden iyiye ışığı sönmüş gözleriyle duvarda asılı duran resme her baktığında yüzündeki çizgilerin daha da belirginleştirdiğini hissediyordu.

Yanında heybetle duran sırdaşı, hayat arkadaşı Hüseyin bey, büyük oğlu Rıza, ortanca oğlu İbrahim ve en küçük oğlu Yakup. O resmin çekildiği yıllar her şey ne kadar da güzeldi. Maddi olarak çok iyi geçinemeseler de, yinede mutluydular. Ufak şeylerle mutlu olabiliyorlar, Rablerine şükür edebiliyorlardı. Geçmiş gözünün önüne geldi Fatma ninenin. Genç kızlığı, anne ve babasını kaybettikten sonra tek akrabası olan teyzesinin yanında sığıntı gibi yaşadığı, horlandığı, azarlandığı, itilip kakıldığı, yediği bir kuru ekmeğin bile hesabını vermek zorunda kaldığı yıllar. Gece sabahlara kadara sessiz sessiz ağlaması, sabah ta hiçbir şey olmamış gibi tüm işlerin üzerine yığılmasını asla unutamıyordu. Teyze çocuklarının onu sürekli aşağılamaları, onların okula giderken boynu bükük bir şekilde ardından bakıp kalması, akşam onlar ders yaparlarken ki tatlı telaşlarını unutması mümkün müydü? Oysa okula gitmeyi, eline aldığı her şeyi okuyabilmeyi ne kadar da çok istiyordu. Teyze çocuklarının kitaplarını eline aldığında yazılarını okuyamamak çok acı veriyordu ona. Eniştesinin bütün ağır işleri ona yaptırması, sürekli hakaret ederek aşağılaması hiç hatırlamak istemediği anlardı onun. Çünkü her hatırladığında gözlerindeki yaşlara hâkim olamıyor, yüreğini derin bir sızı kaplıyordu. Ama hayatı boyunca peşini hiç bırakmamıştı bu hatıralar. Yüreğinin bir köşesi hep buruktu bu yüzden. Her tebessüm etti dakika o kara günler aklına gelince yüzü asılıyordu ister istemez. O yılları yaşamış olarak düşünmüyor,

- Ben yaşamaya evlendikten sonra başladım. O zaman insan olduğumu anladım. Kendimi o zaman doğmuş addettim.

Diyecek kadar da iyi bir eşe sahip olmuştu. Allah onun acısını dindirerek onu kendisini geliştirebileceği bir eşle ödüllendirmişti. Bu şekilde inanıyor, bu şekilde davranıyordu. Rabbine ne kadar şükretse azdı. Teyzesi ve eniştesi onun evlenip yanlarından gitmesini hiç istememişlerdi. O gittiğinde evdeki işleri kim yapacak, kimi azarlayarak hor göreceklerdi? O, ısrar edince zar zor razı olmuşlardı. Evleneceği kişinin fakir olması onun için hiç önemli değildi.

- Çalışıp kazanırız. Allah sağlık, sıhhat ve iman versin hepsi olur inşallah diyerek bunun önemsiz olduğunu vurguluyordu çoğu zaman. Hiç kimsenin desteği ve hiçbir eşyaları olmadan sade bir şekilde evlenip bir göz odada yaşamaya başlamışlardı. Birbirlerine destek olarak yaşamlarını sürdürürken birinci çocukları Rıza dünyaya geldiğinde mutlulukları bir kat daha fazlalaşmıştı. Bu arada eşi ufak bir dükkân açarak ticarete atılmıştı. Gelen rızkıyla geliyordu mutlaka. Bir kaç sene sonra da ikinci oğulları İbrahim dünyaya geldiğinde babası Hüseyin beyin işleri oldukça büyümüştü. Daha geniş ve ferah bir eve taşınmışlardı bile. En küçük oğlu Yakup doğduğun da zengin denebilecek kadar düzelmişti durumları. Durumları değiştikçe değer yargıları da bu değişime ayak uydurmaya başlamıştı. Fatma Hanım da Hüseyin beyde de eski şükürlerinden eser kalmamış daha fazla para kazanma hırsı bürümüştü her ikisini de. Paranın bol olması demek itibar görmeleri demekti, saygınlık demekti, sınırsızca tüketmek demekti. Sanki geçmişte çektikleri sıkıntıların, parasızlığın acısını çıkarmak istercesine daha fazla zengin olup insanlara tahakküm etmekten zevk alır hale gelmişlerdi. Para, araç olmaktan çıkıp, amaç olmuştu her ikisi içinde. Hele de ona eziyet eden, aşağılayıp, hor gören teyze ve eniştesinin onlara karşı değişen tutumları çok hoşlarına gidiyordu Fatma hanımın. Bir zamanlar fakir, kimsesiz bir genç kızken sürekli azarladıkları kimsesiz Fatma ya, şimdi zengin olduğu için itibar göstermeleri onu insanlara karşı daha da acımasız yapıyordu. Aslında insanların ona değil de parasına itibar ettiklerinin farkına varamayacak kadar da kör olmuştu gözleri. Geçmişini tamamen unutan, şükretmeyen, israf eden, gösterişe kapılıp Rabbini bile unutacak kadar kendisini kaptıran Fatma hanım her geçen gün daha da fazlalaştırıyordu bu durumunu. Eşi de ondan farksızdı. Artık helalle haramı birbirine karıştırır hale gelmiş;

- Para gelsin de nereden, kimden ve nasıl gelirse gelsin diyebilecek kadar değişmişti.

Kendilerinde kalmayan iyilik ve doğruluğu, dürüstlüğü ve yardımlaşma duygusunu doğal olarak çocuklarına da anlatamıyorlar onları tamamen Yaradan’dan uzak bir şekilde yetiştiriyorlardı. Fatma Hanım, bunun farkında bile değildi maalesef. Ta ki eşini, içki ve kumar illetine kaptırana kadar... O bir zamanlar kurtarıcısı olarak düşündüğü eşinin sermayelerini başka kadınlarla tüketip onları eski yaşantılarına mahkûm ettirene kadar. Parayla kazandıkları sahte itibarları yok olana kadar. Yapmacık dostlarının yavaş yavaş etraflarından çekilmelerine şahit olana kadar... Gelen hacizlerle evini eşyalarını kaybedip eski yaşantısından daha da kötü bir duruma gelene kadar.

Eşini ayık bulamadığı için tüm yükü omuzlarında hissederek, bir fabrikada iş bulup hem çalışıp hem de çocuklarıyla ilgilenmeye başlamıştı. Bu arada çocukları büyümüş, büyük oğlu askere gitmiş, ortanca oğlu üniversite de okuyor, en küçük oğlu ise lise son sınıftaydı. Ne kadar çabuk geçmişti yıllar. Hayatını ne kadar da çabuk tüketmişti. Yılların su gibi akıp gitmesine, boş ve amaçsız yaşantısına bir son veremeden orta yaşı çoktan geçmişti. Paranın onu bu derece değiştireceğini asla düşünmezken ne hale gelmişti farkında olmadan. Bir zamanlar hayatına o yön verirken, bu defa hayat onu yönlendirmişti. Bunun farkına çok geç varabilmişti ama. Şimdi tövbe etmek, ağlayıp sızlamak, pişmanlık ifade eden sözler sarf etmek ne fayda sağlardı ki ona? Bir rüyadan uyanır gibi uyanmış, yaptıklarının farkında, yüreğindeki eziklikle çocuklarının hatırına sürdürmeliydi yaşamını. Onları büyütmeli, imanlı birer insan olabilmeleri için uğraş vermeliydi.

‘Ağaç yaşken eğilir’

sözü çok doğruydu. Oysa o, tüketme ve harcama çılgınlığına daldığında çocukları çoktan büyümüş, bir şeyleri anlatma yaşları çoktan geçmişti. Çok geç kaldığının o da farkındaydı. Askerdeki oğlu orada evlenip onların yanına bile gelmemişti. Parasız kalmalarından onları sorumlu tutuyor olmalı ki kendini kurtarmaya yönelik bir yön çizmişti hayatına. Annesine yazdığı mektupta;

- Beni arayıp sormayın burada gayet iyiyim. Sizin yükünüzü çekecek durumda değilim. Zengin birinin kızıyla evlendim ve ailem yok dedim. Beni seviyorsanız unutun. Rıza diye bir oğlunuz yok farz edin.

Yok, farz etmek bu kadar kolay mıydı peki? Tüm yaşananları hiç yaşamamış saymak mümkün olabilir miydi? Yüreğine taş basarak iki oğluyla ilgilenmeye başladı. Bu arada eşinin iflas durumunu kaldıramayarak kalp krizinden ölmesi de eklenince ne yapacağını şaşırmıştı. Kime sığınacağını, kimden yardım isteyeceğini bilmez haldeydi. Dünyanın yükünü omuzlarında hissediyor bazen de kaldıramayacağını düşünüyor, sabahlara kadar gözyaşı döküyordu ama sabah olup yavrularını gördüğünde de;

- Çocuklarım için mücadeleye devam etmeliyim. Bu imtihanı kazanmalı diğer evlatlarıma şimdiye kadar veremediğim İslami bilgileri vererek onların kurtulmasına vesile olmalıyım diyerek daha bir azimle doğruluyordu çöktüğü yerden. Bir zamanlar ona değer veren, önemseyen, parası olduğu için itibar eden hiçbir yakını yoktu etrafında. Sahte dostlar, parasına itibar edenler bir bir dağılmışlardı etrafından. İnsanlığa değil de maddiyata hürmet eden maskeli insanlar hayatına hiç girmemişler gibi yok olmuşlardı. Dostluklar bu kadar sahte, ilişkiler bu kadar pamuk ipliğine bağlı olabilir miydi? Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu.

Sabah’ın erken saatlerinde rızıklarını temin etmek için fabrikaya giderken, akşam evdeki işleri yapıyor, eve ondan önce gelen yavrularına iş yaptırmıyor tüm yükü omuzlamasına rağmen bu da yetmiyordu. Oğullarıyla aralarında uçurum gittikçe kapanması imkânsız hale gelerek iyice açılmıştı. İbrahim yaşadıkları bu hayattan annesini sorumlu tutarak sürekli tepkiliydi ona karşı. Her soru sorduğunda kötü bir şekilde karşılıklar veriyordu ona. Üniversitedeki arkadaşları gibi gezip, dolaşamamasının, onlar gibi değişik kıyafetler giyerek eğlence merkezlerinde para harcayamamalarının, her şeyden mahrum kalmalarının intikamını çıkarıyorlardı onlar için canını dişine takarak çalışan annelerinden. Dinden, imandan uzak bir hayata gözlerini açmış olan bu çocuklara İslami meseleleri anlatmak o kadar zordu ki. Buna şahit olmak çok acı veriyordu ona.

İşten eve döndüğünde küçük oğlu Yakup’un hala eve dönmediğini gören Fatma Hanım merakla beklemeye başladı. İbrahim her zaman ki gibi oturmuş elinde ki kitapla meşgul oluyordu. Annesiyle diyaloğa girmemek için her zaman yaptığı bir şeydi bu. Havanın kararması üzerine Fatma Hanım iyice meraklanmıştı sesi titreyerek İbrahim’e dönüp;

- Bu çocuk neden gelmedi? Başına bir şey gelmiş olmasın.

- Ne gelecek. Kocaman çocuk.

- Oğlum bu kadar geç kalmamıştı ama.

- Kim bilir belki o da bu fare yuvasından kurtulmak için kaçmıştır. Rahat bir yerde yaşıyordur tıpkı Rıza abim gibi.

Fatma Hanım bu konuşulanların onu ne kadar üzdüğünü fark etmeyen oğluna bakarak karşılık verdi;

- Oğlum neden böyle şeyler söylüyorsun? Allah’a şükür aç değiliz açıkta değiliz. Şükretmemiz lazım. Bunları da bulamayanlar var.

- Sen bu aç ve açıkta olmamak mı diyorsun? Yaşamak mı bu? Adam gibi bir yemek yediğimiz yok, eğlenmek yok, harçlık yok, yokların kol gezdiği bir hayat bizimki. Bizde var olan sadece yokluk. En iyisini yapıyorlar bir gün bende kaçıp kurtulacağım bu iğrenç yerden. Bol para kazanabilecek bir iş bulayım ardıma bile bakmadan terk edeceğim burayı. Siz de ne haliniz varsa görün. Bir boğaz daha eksilir işte.

Fatma Hanım ne diyeceğini şaşırmış, boğazında düğümlenen sözcükleri sıralayamadan yutkundu. Gözleri camda, kulakları İbrahim de kalbine çöreklenip duran acı da eklenince gözlerinden yaşlar hücum etti. Ellerinin tersiyle gözyaşlarını silerken dayanacak güç bulamıyordu kendinde. Kendini yapayalnız ve çaresiz hissediyordu. Tek sığınağı yaratanıydı. Dua ederken kapıdan sesler gelince koşarak açtı kapıyı. Gelen oğlu Yakup’tu. Oğluna yanaşıp sımsıkı kucaklamak, bağrına basmak istedi ama Yakup eliyle annesini kendinden uzaklaştırdı.

- Oğlum çok merak ettim. Nerede kaldın? Hiç bu kadar gecikmezdin ne oldu?

- Bundan sonra böyle... Okuldan sonra çalışacağım. Arkadaşlarla iş bulduk. Senin verdiğin yetmiyor ne yapalım.

- Ne işi bu oğlum?

- Boş ver sen para gelecek ya ona bak.

İbrahim merakla atıldı söze;

- Yakup parası güzelse bende çalışayım. Ne işi olursa olsun. Yeter ki bol para versinler.

- Çocuklar sakına haram olan bir iş yapmayın. Allah hesabını sorar mutlaka. Üç günlük dünyada iyi yaşayayım derken ahiretinizi mahvetmeyin.

- Sen merak etme anne inan tıpkı babam gibi olacağım. Çok para kazanan hali gibi. Onları yiyip çocuklarını zor durumda bırakan hali gibi değil.

- Neden böyle konuşuyorsunuz çocuklar. Takdir böyleymiş. Nasipten ötesi olmuyor işte.

- Ne nasibi ya? Anne şunu kafana sok, babam paraları başka kadınlarla bitirdi tamam mı? Nasip falan değil. Onu, hayatım boyunca affetmeyeceğim. Bu halde olmamızın tek sebebi o. Bu gerçeği kimse değiştiremez.

Fatma hanımın boğazında kelimeler düğümlendi. Söyleyecek söz bulamıyordu oğullarına. Artık iyice şartlanmış çocuklarına ne söyleyebilirdi ki? Sessizce mutfağa yöneldi. Gözyaşlarını içine akıtarak yemeği hazırladı. İştahla yemek yiyen çocuklarına dalarak seyrederken kendi hiçbir şey yiyemiyor sadece için için ağlıyordu.

Günler bu şekilde gelip geçiyor, çocuklarıyla hiç konuşamaz hale gelmişti. Annelerine zerre kadar saygı duymayan, asi birer evlat olduklarını görmek onu iyice yıpratıyordu. Vaktinden önce çökmüş, hem fabrika hem de evdeki işleri yapamaz hale gelmişti. Bunu görmelerine rağmen çocukları yine de ona yardımcı olmuyor, umursamıyorlardı bile. Bu arada İbrahim, aynı işte çalıştığı bir kızla evlenip bir ev tutmuşlardı. Anne si ve kardeşinin halini hatırını sormaya bile gelmiyordu. Karısı beğenmediği için evlerine bile gelmiyor, onları ve yaşadıkları yeri küçümsüyordu. Fatma Hanım onlara gittiğin de onunla hiç ilgilenmiyorlar, bir an önce gitmesi için bekliyor gibiydiler. Yakup zaten kendi halinde eve sürekli geç geliyor, annesinin soru sormasına bile fırsat vermiyordu. Bu geç gelmeler ve şüpheli halleri annesini çok düşündürüyor, yasal olmayan bir şeyler yaptığını düşünmek bile istemiyordu. Ama korktuğu başına gelmiş, bir dükkanı soyarken yakalanan küçük oğlu hapse girmişti bile. Yaptığı hatanın bedelini senelerce hapiste yatarak ödeyecekti. Ya annesi, onu zorluklarla büyüteyim diye canını dişine takan annesi bu olayı nasıl hazmedecekti. Bir anda bol para kazanma hırsı onu ne hale getirmişti. Tüm olumsuzlukların üst üste gelmesinden dolayı artık tahammül gücü kalmamış, hayatın yükünü taşıyamaz hale gelen vücudu yığılıp kalmıştı. Komşuları İbrahim’i çağırdılar. Bitkin bir şekilde yatan annesinin yanına gelen İbrahim neşesi kaçmış ağabey ve kardeşine kızıyordu.

- Bana yükleyip kaçın bakalım. Ben ne yapacağım. Karımla aram mı açılsın? Annemi bizim evde istemiyor. Ne yapayım şimdi.

Fatma Hanım titreyen sesiyle zorlanarak cevap verdi;

- Sen merak etme yavrum. Ben burada yaşarım. Sizin keyfinizi kaçırmam.

- Nasıl yaşayacaksın. Kirayı verememişsin. Ev sahibi beni buldu. Elimde ki son parayı ona verdim. Ben de kiracıyım biliyorsun. İki evin birden kirasını nasıl vereyim. Of ya ne yapacağım şimdi.

- Oğlum üzme kendini ben başımın çaresine bakarım.

- Bu evi boşaltalım. Sen tek kişisin iki odaya ne gerek var. Tek odalı bir ev tutalım sana. Kirası da az olur tamam mı?

Fatma Hanım söyleyecek söz bulamıyor, çaresizlikten sürekli ağlıyordu. Oğlu;

- Ben akşam gelirim. Şimdi işe gitmem lazım.

- Güle güle oğlum. Gelinime selam söyle.

Yattığı yerden bile doğrulamıyordu. Akan gözyaşlarından ıslanan yastığa sarılıp hıçkırarak ağlıyordu. Elinden gelen sadece buydu çünkü. Aradan üç gün geçmesine rağmen İbrahim gelmemiş, üstelik haber bile göndermemişti. Belli ki eşini ikna edememişti. Onu tanıyan ve yaşadığı zorluklara şahit olan komşuları da bu duruma çok üzülüyorlardı. Sokağın çıkışında tek odalı, yıkık bir gecekonduyu tamir ederek Fatma hanımı oraya taşıdılar. En azından kira vermeyeceği için biraz daha rahat olacağını düşünüyorlardı. Hiç tanımadığı, oğulları yaşındaki delikanlılar, yürüyemeyen Fatma hanımı ellerinde taşıyarak yeni evinde ki yatağına götürdüler. Komşularına baktı bir bir. Ağlamaktan kurumaya başlayan yaşlı gözleriyle, onun için çırpınan komşularına. Kendi canından, kanından olan evlatları değil de hiç emeği geçmemiş insanlara muhtaç kalmıştı. Yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, zor şartlarda yetiştirdiği evlatları yoktu yanında. Şimdi o oğullarına muhtaçtı ama onların her ihtiyaçlarını gidermek için gece gündüz çalışan annelerinin ihtiyaçlarını gidermekten acizlerdi. Komşular bir bir gidip onu yeni evinde yalnız bırakmışlardı. Arada ona yemek getiren, evini toparlayıp, süpüren, Fatma ninenin tüm işlerini halleden yine komşuları oluyordu. İbrahim’e söylemelerine rağmen bir kere bile gelip annesine bakmamıştı. Ne yediğini, ne içtiğini, nasıl yaşadığını hiç merak etmemişti.

Tüm bunları düşündü Fatma nine. Kenarları sararmış resme her baktığında geçmişe dalıp kalıyor yaptığı hataları bir türlü hazmedemiyordu. Hatalarının bedelini ödüyordu sanki. Paranın esiri olmasının, vereninde alanında sadece Allah olduğunu unutmasının, Yaratıcısını unutmasının neticesiydi bunlar. Yaratıcısını unutup, çocuklarını imandan uzak bir ortamda yetiştirmesinin neticesiydi. Şimdi bu köhne evde yapayalnız kalmasının sebebi, asi evlatlar yetiştirmesiydi. Doğru olanı gösterememişti ki onlara. Güzel örnek olamamıştı. Bedelini de bu şekilde ödüyordu işte. Yatağından zorla doğrulup, titreyen bacaklarına aldırmadan yavaşça ilerleyip duvarda asılı olan resmi alıp tekrar yatağına döndü. Kollarıyla sımsıkı kavradı resmi. Bir zamanlar kurtarıcı olarak düşündüğü eşi Hüseyin, askerde evlenip bir daha da arayıp sormayan büyük oğlu Rıza, tüm masraflarını karşılayarak evlendirdiği ve evine misafirliğe bile gidemediği ortanca oğlu İbrahim ve utanç verici bir suçtan dolayı hala hapiste olan küçük oğlu Yakup. Hiç biri yoktu yanında.

Yattığı yerde sımsıkı sarıldı bir zamanların mutluluk tablosu olan resme. Kendilerine sarılamadığı evlatlarının cansız resimlerine sarılarak özlem gidermeye

Ertesi gün gelen komşusu onu bu şekilde buldu. Artık nefes almıyordu Fatma nine. Yaratanına gitmişti. Boş olan bu dünyayı, kıyamadığı evlatlarını, sevdiklerini ve sevmediklerini bırakarak binlerce kez tövbe ettiği Rabbine yönelmişti.

Komşusu Fatma ninenin elindeki resmi almak istese de son kalan gücüyle sımsıkı kavramış resmi bir türlü alamadı elinden. Belli ki özlem ve hasretini dindirmek istercesine kenarları sararmış bu siyah beyaz resme sarılarak yönelmişti onu yoktan var eden Rabbine...
Mükerrem Bulut (Alıntı)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis