Beslenmenin Başucu Kitabından "Devrimci” Öneriler!
Beslenmenin Başucu Kitabından "Devrimci” Öneriler!
1930’lu yıllarda çarpıcı bir kitap yazıldı. Edebiyat dünyasında
Karamazov Kardeşler ne ise, beslenme alanında da bu kitap o değerde. Kitap çok
sade, ama daha önce kimsenin yazmayı akıl etmediği “hayati” bir gerçeği
anlatıyor. iyibilgi zoom
Beslenme ve Fiziksel Dejenerasyon (orijinali Nutrition and
Physical Degeneration) isimli bu kitabın yazarı diş hekimi Dr. Weston Price
bütün dünyayı dolaşıp insanların ne yediklerini incelemiş. Çıkan sonuç çok basit:
İnsanlar ne kadar doğal, işlenmemiş, geleneksel yiyeceklerle beslenirlerse, o
kadar sağlıklı olduklarını görmüş.
İncelediği topluluklar arasında coğrafi koşullara, iklime,
alışkanlıklara bağlı olarak, “geleneksel beslenme”nin çok farklı şekilleri
olabildiğini görmüş. Mesela İsviçre’de, çevredeki diğer yerleşim yerlerinden
izole edilmiş, ulaşımı zor bir vadide yaşayanların temel besini çavdar ekmeği,
peynir ve tereyağıymış. Afrika’da hayvan besiciliğiyle uğraşan Masai
kabilesininse, günde 2 litreye varan süt içtiklerini, bunun yanı sıra kan ve et
tükettiklerini görmüş. Eskimolar ise, neredeyse sadece balık ve balık yumurtası
ile besleniyorlarmış. Bütün bu farklı beslenme biçimlerine rağmen, hepsinin
sağlığının yerinde olduğunu görmüş Dr. Price.
Genel sağlığın ve esenliğin bozulmaya başladığı durumları da
farketmiş. Geleneksel diyetini işlenmiş, rafine, konserve edilmiş market
yiyecekleriyle değiştirenlerin durumlarını... Geleneksel hayatından kopmuş,
kasabalara veya şehirlere taşınmış veya başkabir nedenle “beyaz adamın
yiyecekleriyle tanışmış” olan insanlar geleneksel beslenmesinden taviz vermeye
başlamış.
Dr. Price geleneksel diyetten uzaklaşmış olup sağlığı
bozulanlarda iki ortak “dejenerasyon” bulunduğunu tespit etmiş:
1. Diş yapısında bozulma: 32 dişin de kendine yeterli alanı
bulabildiği düzgün dişli ağız yapılarında bozulma. Çarpık, çürük dişler
oluşmaya başlamış. Dişler çene kemiğine sığmayarak üst üste binmeler oluşmuş.
2. Çene kemiğinde ve burun deliklerinde daralma
1930’lu yıllarda yapılan bu araştırmanın günümüzle ne ilgisi var
diyorsanız... Hem kendimizi, hem de çevremizdeki çocukları gözümüzün önüne
getirmeye çalışalım. Özellikle çocukları... Günümüzde kırmızı yanaklı, gözleri
pırıl pırıl parlayan, sağlıklı bir çocuk bulmak zorlaştı. Çoğu soluk benizli,
bakışları donuk, renkleri ruhsarları yok. Sık sık hasta oluyorlar. Diş
doktorum, 7 yaşındaki çocuklara bile dolgu yaptığını söyledi; erkenden dişleri
çürüyor. Ne kadar çok çocuğun dişlerine tel taktırdığını da görüyorsunuzdur.
Sanki endüstrileşmenin asıl yükünü çocuklar çekiyor.
Bir de, köylerdeki çocukları düşünün... Benim çocukluğumda
Ordu’nun bir köyünden gelmiş bir arkadaşım vardı, kanlı canlı bir çocuk. Bizim
gibi şehir çocuklarından çok daha sağlıklı ve canlıydı. O kadar güzel koşardı
ki, sonradan okul atletizm takımına girdi. Şimdi, bu arkadaşımın, 3 yaşında,
hazır cappuccino içen bir oğlu var. O da bizim gibi, soluk benizli.
Şehirlerde kirlilik, radyasyon, apartman hayatı gibi birçok
olumsuzluğun varlığını da inkâr edemeyiz. Ama beslenme, bizi bu tür
olumsuzluklardan koruma kapasitesine sahip...
Peki bizleri hem içten, hem dıştan bu kadar etkileyen şeyler ne?
Neden sağlığımızı ve güzelliğimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız? Dr.
Price’ın seneler önceki araştırmasında bulduğu sonuçlar bugün bizler için de
geçerli mi, şöyle bir yediklerimizi gözden geçirelim:
İşlenmiş, rafine edilmiş market yiyecekleri, katkı maddeleri,
boyalar, parfümler:
Hayatımıza birçok hazır yiyecek girmiş durumda. Etrafınızdaki
hazır yiyecekleri bir düşünün... Hazır çorbalar, pudingler, mısır gevrekleri...
Hemen herkesin kullandığı sakızlar, gofretler, çikolatalar, şekerler.
Biliyorsunuz bunlar çocuklara hediye olarak veriliyor.
Belki rakıdan daha ciddi bir içki derdimiz var: Gazlı içecekler.
Alkol, belli bir yaştan sonra içiliyor ama gazlı içecekler bebelerin, 7’den
70’e herkesin elinde. “Bir çeşit uyuşturucu” diyen doktorlar var, bağımlılık
yapıyor.
Bir de, çocukları “büyüttüğü” iddia edilerek pazarlanan cicili
bicili ambalajlar içindeki küçücük meyveli yoğurtları (peynir diyor bazı
üreticiler) ele alalım. İçinde belki çocuğun vücuduna faydası dokunabilecek bir
bakteri var, ama o pespembe renk, buram buram çilek kokusu nereden geliyor?
Gıda boyası ve sentetik parfüm katılıyor içine... Ürünün hedef kitlesi çocuklar,
“test grubu” adıyla toparlanıp, üretici şirkete gidiyorlar. Bu test grubu,
piyasaya çıkacak yoğurdun rengini, çeşitli aday renkler arasından seçerek
belirliyor. Yani bizzat ürünleri yiyecek yaştaki çocuklara soruluyor “büyüten”
yoğurtlara hangi renk boya katılacağı. Bir sürü harcamasından kısıntı yapıp
bütçesini ayarlayarak zar zor bu yoğurtları almaya çalışan anne de, bilmeden
çocuğunun midesine kimyasalları kendi eliyle koymuş oluyor. “Sağlık yiyeceği”
olarak pazarlanan bir ürünün hikayesi bu. Varın, hiç sağlıklı olmak gibi bir
iddiası olmayanları siz düşünün.
Zehir etkisi gösterdiği kanıtlanmış “şey”ler (besin diyemiyoruz,
besin değiller)
MARGARİN: Margarinler, normal koşullarda sıvı halde bulunan
çeşitli yağlardan (mesela, evlere hiç sokmadığımız pamuk yağından) üretilirler.
Normalde sıvı haldeki bir yağı katılaştırmak için “hidrojenizasyon” işlemi
yapılır. Ortaya, cinsiyet değiştirmiş “trans yağ asitleri” çıkar. Kalp dostu
olduğu söylenen, tereyağını taklit eden margarinler de trans yağ içerdikleri
için zararlıdırlar. En güvenilir trans yağ asidi miktarının “0” miktar olduğu
Amerikalı uzmanlarca dile getirilmiştir.
Evlere alınan margarin dışında pastanelerde yapılan çoğu mamul
ve marketlerdeki bisküvi, kek, vs. margarinle üretilmektedir. İçinde trans yağ
asidi veya hidrojenize yağ olan şeylerden kaçının. Evlerde kesinlikle margarin
kullanmayın. Prof. Dr. Ahmet Aydın, beslenmebulteni.com sitesindeki
yazılarında, tereyağı, kuyduk yağı, iç yağı, kaymak gibi yağların güvenle
kullanılabileceğini belirtmiştir.
SOFRA TUZU (SODYUM KLORÜR – BAZEN İYOT İLAVELİ): Tuzun doğal
halinde, deniz tuzu veya kaya tuzunda, 80’e yakın mineral bulunur. Gıda
endüstrisi bu mineralleri ayıklar (ilaç şirketlerine, vb. satar). Sofralık tuz
olarak sadece sodyum ve klor minerallerinden oluşan beyaz toz paketlenir.
Bazen, daha önce içinden çıkarılmış olan iyot da eklenmektedir. Sofralık tuz
zehirdir. Yemeklerinize sadece doğal tuz katın. Doğal tuz aktarlardan
bulunabiliyor. Tuzluktan akmaz, kimyasal madde kokmaz. Çok lezzetlidir.
BEYAZ ŞEKER: Beyaz şekerin diyabet ve diş çürüklerindeki rolünü
hepimiz biliyoruz. Hatta bazı doktorlar depresyon ve şizofrenide de etkisinin
olduğunu düşünüyorlar. Kanser hücresinin en sevdiği şey (bakınız “Kanser en çok
neyi sever?”). Beyaz şeker ve şekerden yapılmış şeyleri hayatınızdan
çıkarabilirsiniz. Çocuklara gofret, çikolata almak yerine pestil, pekmez, kuru
meyve hediye edin.
Çiğ yiyecekleri daha fazla yemeliyiz
Diş doktorumun, küçük yaşta dolgu yaptığı çocuklarla ilgili bir
tespiti vardı. 7 yaşındaki çocuklarda çürük görülmesinin sebebi, ona göre
çocukların çiğ ve hakiki yiyecekler yerine patates, hamburger gibi yumuşak
şeyler yiyip kola içmeleri...
Sebze meyvelerin şifasından en çok çiğ halde yediğimizde
faydalanabiliyoruz çünkü ısının etkisiyle içlerindeki enzimleri, vitamin ve
mineralleri kaybediyorlar. Badem gibi kuru yemişleri bile yerken kavrulmamış,
çiğ olanları tercih etmek lazım.
Bir de doktorların dikkatimizi çektikleri başka bir konu var.
Çiğ meyve yiyoruz ama çiğ sebzeleri yeteri kadar tüketmiyoruz. Şimdi kış
mevsimindeyiz. Karnabahar, kereviz, turp, havuç, brokoli, lahana, yer elması
çiğ olarak yenebilir. (Beyaz lahana incecik kıyılıp tuzla hafif ovulduktan
sonra havuç rendesiyle salata yapılabilir. Kerevizi rendeleyip yoğurt, limon
suyu, ceviz ve zeytinyağıyla güzel bir salata hazırlayabilirsiniz)
Meyve sebze alırken mevsime uygun ve yerli ürünler seçmek de çok
önemli. Hormon, tarım ilacı ve kimyasallardan mümkün olduğunca kaçınmalıyız.
Genetik müdahale görmüş besinlerden uzak durun
Bilim insanlarının, bütün insanlığa, doğaya yaptıkları en büyük
kötülüklerden biri olarak görüyorum canlıların genlerine müdahale etmeyi.
GDO- Genetiği Değiştirilmiş Organizma, Frankeştayn veya
transgenik denen tohumlar çok acıklı bir konu... İnsan eliyle canlıların geni
birbirine aktarılıyor. Tavuktan bir gen alınıp fasulyeye aktarılabiliyor. Veya
domatesten bir gen mısıra girebiliyor. Bilim insanlarının, büyük bir marifet
gibi gördükleri bu aktarımların uzun vadeli etkileri araştırılmadan uygulanmaya
başlandı. İnsanlara, hayvanlara, çevreye ne etkileri olduğunu bilmediğimiz
transgenik tohumlar bilim-kurgu filmlerini anımsatıyor.
ABD, Kanada ve Arjantin en büyük GDO üreticileri. GDO’lu
tohumlardan en fazla üretilenleri mısır, soya fasulyesi ve pirinç. Bu ürünlerin
üçü de “modern” gıda sanayiinde bol miktarda kullanılıyor. İçinde soya yağı
olmayan gofret, çikolatalı krema, hazır çorba, patates cipsi yok gibi. Mısır
şekeri – Cargill fabrikasıyla gündeme gelen – nişasta bazlı sıvı şeker de
neredeyse bütün şekerli gıdaların içinde. Gofretler, şekerlemeler, gazlı
içecekler, mısır şekeri ile yapılıyor. Yani, bugün bir kola içtiyseniz,
transgenik mısır şekeri yemiş olabilirsiniz. Çikolata yediyseniz transgenik
soyanın yağını yemiş olabilirsiniz.
Transgenik ürünlerin, günümüzde çoğalan alerjilerin sorumlusu
olarak gösteriliyor. Hatta, kısırlığa, kansere sebep olduğunu söyleyen
doktorlar da var. Her türlü transgenik yaratıktan uzak durmakta fayda var. Ne
olur, ne olmaz, bizin genlerimiz de değişime uğramasın!
(iyibilgi.com)
Yorumlar
Yorum Gönder