40 Hadis-i Şerif (Bereket ve İlâhi Rahmet)

40 Hadis-i Şerif (Bereket ve İlâhi Rahmet)

Yazan: Ebu Abdullah Muhammed Menbeciyil Hanbeli.
Tercüme ve Şerh: Hacı Cemal Öğüt Alasonyalı - İstanbul Beyazid Camii Vaizi

قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: مَنْ حَفِظَ عَلَى أُمَّتِي أَرْبَعِينَ حَدِيثًا مِمَّا يَحْتَاجُونَ إِلَيْهِ مِنَ الْحَلَا لِ وَالْحَرَامِ كَتَبَهُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ فَقِيهًا عَالِمًا"
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: ''Ümmetimden kırk Hadis-i Şerif'i taşıyan ve ezberinde tutan kimseyi Cenab-ı Allah kıyamet günü'nde fukarayı kiram (saygın fakirler), ulemayı izam (büyük âlimler) zümresinde (topluluğunda) diriltir.''

Bereket: Bir şeyin artıp çoğalmasına, bir şeyde ilahi hayrın sebat ve devamına bir şeyde hayır ve feyzin hissedilir derecede fazlalığına, bir şeyde saadetin bulunması manalarında kullanılır. Bereket manevi bir fazlalıktır.

Bereket hadis-i Şerifleri

٠١- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اِجْتَمَعُوا عَلَى طَعَامِكُمْ، وَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهِ، يُبَارَكْ لَكُمْ فِيهِ

İctemiu ala taamikum vezkuru ismAllahi yubarak lekum fihi
(Ebu Davud, Tac Camiul Usul, sünen-i İbni Mace, Camiussağir, Terğib ve Terhib)

01- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: Yemek sofranıza hepiniz toplanınız (bir araya geliniz) ve yemeğe başlarken de Allah'ın ismini anınız (Bismillahirrahmanirrahim), eğer böyle yaparsanız yüce Allah o yemeği sizin için mübarek kılar.

Açıklama: Annemiz Aişe Radiyallahü Anha diyor ki: Bir gün Rasulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem ashaptan ٦ kişi ile bir sofrada yemek yiyorlardı. Derken bir Arabi çıkageldi. Sofraya oturdu, bir iki lokma yiyince hemen yemek tükendi. Bunun üzerine peygamber efendimiz; "Eğer bu adam yemeğe besmele ile başlasa idi, yemeğimiz bereket bulur ve hepimize yeterdi." buyurdular.
 (Şemaili Şerif, İbn-i Mace)

٠٢- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: بَرَكَةُ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَ ُ وَالْوُضُوءُ بَعْدَهُ

Bereketut-taami elvuduu kablehu, velvuduu badehu
(Ebu Davud, Tac Camiul Usul)

Yemeğin Bereketi;
02- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: Yemekten önce temizlik; elleri yıkamak ve sonra da yine temizlik elleri yıkamak ile meydana gelir.

Açıklama: Bu hadisi şerifin geliş sebebi şöyledir: Bir gün ashabı kiramdan ve Ehli Beyti Mustafa'ya dahil edilen hazreti Selman-i Farisî Radiyallahü Anh kendisi Tevrat'ı ve İncil'i okumuş büyük bir âlim olduğundan peygamber efendimizin huzuru saadetlerinde “Yâ rasulallah Sallallahü Aleyhi Vesellem, ben Tevrat'ta okumuştum ki: Yemeğin bereketi yemekten önce el yıkamakla temin edilir.” demiştir. Bunun üzerine Rasul-u Ekrem hazretleri Sallallahü Aleyhi Vesellem yukarıdaki hadisi şerif ile cevap vererek, yani, (Yemeğin bereketini temin etmek için hem yemekten önce hem de yemekten sonra elleri yıkamalıdır.) diye buyurmuşlardır.

٠٣- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: البَرَكَةُ تَنْزِلُ وَسَطَ الطَّعَامِ فَكُلُوا مِن حَافَتَيْهِ وَلَا تَأْكُلُوا مِنْ وَسَطِهِ
Elbereketu tenzilu vesatit-taami, fekulu
 min hafiyetihi ve la te'kulu min vesatihi
(Ebu Davud, İbi Mace, Tac Camiul Usul, Kenzül Ummal)

03- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Bereket ve bolluk Allah tarafından yemeğin ortasına iner; öyle ise yemeyi ‘Tabak, sahan veya tepsinin’ etrafından, yani, kenarlarından ve önünüze gelen kısmından yiyiniz, ortasından, tepesinden yemeyiniz."

٠٤- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِذَا أَكَلَ أَحَدُكُمْ فَلْيَلْعَقْ أَصَابِعَهُ؛ فَإِنَّهُ لَا يَدْرِي فِي أَيَّتِهِنَّ الْبَرَكَةُ
İza ekele ehadukum fel-yelak esabiahu feinnehu la yedru fi eyyetihinne el-bereketu.
(Sahih-İ Muslim, El-Meşarik)

04- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz yemek yediği zaman (eğer parmakları ile yediyse, bulaşmış olan) parmaklarını (ağzı, dili, dudakları ile) yalasın (peygamber efendimiz çoğunlukla üç parmağıyla yerlerdi) zira o kimse, yediği yemeğin bereketi, o nimetin parmakların hangi kısmında olduğunu bilemez."

٠٥- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِذَا سَقَطَتْ لُقْمَةُ أَحَدِكُمْ، فَلْيُمِطْ عَنْهَا الَا ذَى وَلْيَأْكُلْهَا وَلَا يَدَعْهَا لِلشَّيْطَانِ وَلَا يَمْسَحْ يَدَهُ بالمِنْدِيلِ حَتَّى يَلَعَقُ أصَابِعَهُ، فَإنَّهُ لَا يَدْرِي فِي أيِّ طَعَامٍ البَرَكَةُ
İza sekatat lukmetu ehadikum fel-yumit anhal-eza velye'kulha vela yeda'ha lişşeytani. Vela yemsah yedehu bil mendili hatta yelaku esabiahu feinnehu la yedri fi eyyi taamin elbereketu.
(Sahih-İ Muslim, El-Meşarik)

05- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz, lokması elinden yere düştüğünde, hemen o lokmaya yapışan (taş ve toprak gibi insana) eza ve zarar verecek olan şeyleri gidersin ve sonra o lokmayı yesin. (sakın yere düştü diye) onu şeytana bırakmasın. Ve elini mendille silmeden önce parmaklarını yalasın, çünkü o yemeğin neresinde bereketin olduğunu bilemez."

Açıklama: Yemek yerken insanın elinden veya ağzından düşen lokmaya necis-pis ve murdar olmayan” taş ve toprak gibi şeyler sarılmış ise, yerler temiz olmak şartıyla, o düşeni temizledikten sonra yesin, eğer kirli yerlere düşmüşse, mümkün olduğu kadar kirli kısımları temizleyip, nimete hürmeten, yine yesin, çünkü sünnettir. Şayet kirli yere düşen lokmayı temizlemek mümkün olmazsa o lokmayı hayvana yedirmek (daha) uygundur, şeytana terk etmesin. Şeytana terk etmek demek, rabbin nimetini, Allah'ın rızkını küçümseme ve zayi etmek ve dolayısıyla nimeti israf etmek veya insanın kibr ve gururundan dolayı elinden düşen lokmayı terk etmesi demektir ki bunlar şer'an-dinen yasaktır. Çünkü, yere düşen lokmayı almamak kibir ve hakaretten olursa, her ikisi de şeytanın sevdiği şeylerdir. Düşeni alıp yemek ise kâmil müminlerin, salih insanların sevdiği şeylerdir, zira, mümin bir kimse hiçbir hayrı feda etmez. Nitekim, biz Müslümanlar, Allaha şükür, sofralarımızda önümüze dökülen ekmek ufaklarını-kırıntıları bile, sünneti seniyye üzere, birer birer toplayıp yeriz. Çok şükürler olsun cenabı hakka. Elhasıl-özetle, bir lokmaya bu kadar dikkat ve ehemmiyet lâzım gelirse, acaba, bir parça bir somunun yere düşmesine bir müminin kalbi hiç razı olur mu? Asla! Hatta kazara düşecek olsa hemen, hürmeten elimize alır, öper, yüzümüze ve gözümüze sürerek nimete ve nimetin sahibine tazim-saygı ve hürmetimizi ifade etmiş oluruz.

٠٦- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَكْرِمُوا الْخُبْزَ، فَإِنَّ اللَّهَ أَنْزَلَهُ بَرَكَاتِ السَّمَاءِ وَأَخْرَجَهُ بَرَكَاتِ الَا رْضِ
Ekrimul hubze feinnellahe enzelehu min berekatis semai ve ehracehu min berekatil ardi.
(Hakim, Camiussağir)

06- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ekmeğe ikram-hürmet ediniz! Çünkü yüce Allah, şüphesiz o ekmeği Gök’ün bereketlerinden indirdi ve yerin bereketlerinden çıkardı."

٠٧- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَبْرِدُوا بِالطَّعَامِ، فَإِنَّ الحَارَّ لَا بَرَكَةَ فِيهِ
Ebridu bittaami feinnel-harra la berekete fihi.
(Kenzül Ummal, Camiussağir)

07- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "(Yenilecek) yemeği soğutunuz. Zira yakan (çok sıcak olan) yemekte bereket yoktur..."

Açıklama: Yenilecek ve içilecek şeyleri haşır haşır, yani, kaynar iken yemeyiniz, içmeyiniz, haddi itidale-normal sıcaklığa gelip soğuyuncaya kadar bekleyiniz. Yemeğin soğumasını beklemek, haddi itidale-normal sıcaklığa gelmektir, yoksa, buz gibi olsun demek değildir. Binaen aleyh (bunun üzerine), normalini bulan yemekte bereket yönünden çok büyük ilâhî hayırlar, hayatî yararlar vardır! Çünkü, çok sıcak yiyip içmekte sıhhaten, sünneten, iktisaden pek çok zararlar vardır. Hele, zararı kat'î - kesin ve muhakkak - gerçek olan ve yakan şeyleri yemek ve içmek ise islâmiyette haramdır. Bu hadisi şerifin geliş sebebini, şöyle rivayet ederler: peygamber efendimizin evlatlığı olan enes Radiyallahü Anha diyor ki, “ bir gün rasûli ekrem hazretlerinin huzuruna haşır haşır kaynayan bir kap yemek getirdiler, fahri âlem (dünyanın övüncü) efendimiz, mübarek elini kaldırdı ve (cenabı hak bize ateş yedirmedi; bu yemeği soğutunuz - yani (yenebilir sıcaklığa) getiriniz - zira, kaynamakta olan yemekte feyiz ve bereket olmaz buyurdu”. Diğer bir hadisi şeriflerinde de: çok sıcak şeyleri yiyip içmek, o nimetin feyiz ve bereketini giderir ve yiyen kimse, sıcaktan ne yediğini bilmez, lezzetini bulamaz. Mutedil (sıcaklığı normal) olan şeyleri yiyip içiniz, çünkü, hem rızıkta bereket olur, hem de yiyen kimse o nimetin lezzet ve zevkini bulmuş olur.) Buyurmuştur. Hele biz, böyle kaynayan, çok sıcak yemekleri, içecekleri yiyip içerken ağzımızla da üflüyoruz ki dinimizce mezmum (kınanmış) ve mekruhtur, sıhhate de zararlıdır. Bazı kimseler yemeğin pişmesini bekliyorlar da soğumasını beklemiyorlar, ne kadar fena! Bak, efendimizin hayatlarında hiçbir yemeğe ve içeceğe üflediğini gören olmamıştır. (Rabbul âlemin (Âlemlerin rabbi olan Allah) bizi onun sünnetleri ile mütesennin (sünnetlenenlerden) eylesin, âmin.

٠٨- عن أبي موسى قال قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: وُلِدَ لِي غُلَامٌ، فَأَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَسَمَّاهُ إِبْرَاهِيمَ وَحَنَّكَهُ بِتَمْرَةٍ وَدَعَا لَهُ بَبَرَكَةٍ وَدَفعَاهُ إٍلَيَّ
An Ebi Musa radiyallahu anhu kale: vulide li ğulamun, feeteytu-nnebiyye sallallahu teala aleyi ve selleme fe semmahu ibrahime fe hannekehu bi temratin ve dea lehu bi bereketin ve defeahu ileyye.
 (Buhari)

08- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ebu Musa Radiyallahü Anha dedi ki: benim bir oğlum doğdu, ben hemen çocuğu alıp Rasulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem'e getirdim, fahri âlem (alemin övüncü) efendimiz, oğluma ibrahim adını verdi ve hurma ile çiğnem yapıp ağzına çaldı ve yavruya hayır ve bereket ile dua buyurdu, sonra çocuğu bana iade etti"

٠٩- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَلْبَرَكَةُ فِى ثَلَا ثَةٍ، فِى اَلْجَمَاعَةِ، والثَّرِيدِ، وَالسَّحُوْرِ
Elbereketu fi selasetin. Fil cemaati, ves-seridi, vessahuri.
(Sünen, Terğib ve Terhib, Camiussağir)

09- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Bereket bu üç şeyde de vardır.
1- Cemaatte,
2- Serit (Tirit) denilen yemekte,
3- Sahur yemeğinde. "

Açıklama: Feyz ve bereket cemaattedir, demek, beş vakit namazları, cemaatle kılmak yahut dünyaca ve ahiretçe, her hayırlı işlerde Müslümanların cemaat halinde, toplu olarak bulunmaları veyahut yukarıda birinci hadiste geçtiği gibi yemekleri ayrı ayrı değil de toplu olarak hep bir arada, bir sofrada yenilmesi demektir ki bu şekillerdeki cemiyetlerde kuvvet ve kudret, bereket ve muvaffakiyet-başarı, neşe ve sevinç bulunacağına şüphe yoktur.

İkincisi “Serit” denilen yemekte de feyiz ve bereket, zevk ve lezzet vardır. Serit ki bizim “tirit” dediğimiz yemektir; çorba veya sütü karıştırılıp kabartılan ekmektir. En güzeli et suyu ile yapılan ekmektir ki çok lezzetli olur, biz buna papara deriz. (evde kalmış ve kurumuş ne kadar ekmek parçaları varsa, bu vesile ile onlar da sarf edilmiş olur ki iktisaden de hayli iyidir, hem de hazır ve kolay bir yemektir, sıhhaten de faydası vardır, çünkü süt ile veya etsuyu ile ıslatılmış ekmekler gıda bakımından kuvvetlidir, hem de lezzetli ve bereketlidir. Peygamber efendimiz hazretleri de bu serit yemeğini çok severdi, her zaman hane-i saadetlerinde (evlerinde) bunu yaptırırdı, çünkü külfetsiz bir yemektir, hem azıktır, hem katıktır. Tirmizî'nin “şemaili şerifinin ١١٥. Sahifesinde Rasulullah Efendimizin ekseriya sevip yedikleri nimetleri şöylece saymaktadır: kuru hurma, taze hurma, et, tavuk eti, toy kuşunun eti, sirke, zeytinyağı, kabak, alelumum tatlılar, kabak çorbası, püryan et, bal, süt, süt kurusu, kavrulmuş un, keşkek, “hays” dedikleri yemek ki hurmanın çekirdeği çıkarılıp yıkandıktan sonra biraz un ile yoğrulur, sonra yağda pişirilir ki çok güzel ve lezzetli olduğu için, peygamber efendimiz gerek bunu, gerekse sayılanları çok severdi.

Üçüncüsü ki oruç tutacak olan kimsenin, fecri sadık'ın doğuşundan evvel “sahur” yemeği yemesidir. Bu yemek insan için hem gıdadır, hem de oruç tutan kimse için bir kuvvet ve muindir-yardımcı, nitekim bu husus, onuncu hadis şerifte daha çok açıklanacaktır.

١٠- عن أنس بن مالك رضي الله عنه قال: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: تَسَحَّرُوا فَإِنَّ فِيالسَّحُورِ بَرَكَةٌ
Tesehharu fe inne fis-sahuri bereketun.
(El-meşarik, Buhari, Müslim)

10- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Seher vaktinde (Yani gerçek fecrin doğuşundan önce) cenabı hakkın ilahi şefkati olan nimetlerden yiyiniz, zira “sahur” yemeğinde, muhakkak, bereket vardır. "

Açıklama: Sahur yemeğinde manen ve maddeten çok hayır ve bereket olduğunda şüphe yoktur, çünkü, tecrübe ile biliyoruz, bu yemekte bir yönden - sünneti muhammediye olmak itibariyle - sevap olduğu gibi rasulun şefaati de vardır. Oruca bakış açısından da gerek iftarda, gerekse sahurda ibadet ve taat sıfatı da mevcuttur. Bizim oruç ile ehli kitab'ın oruçları arasındaki farklardan biri de “sahur yemeğini yemektir”. Hak teala hazretleri sahur yiyenlere rahmet-acıma ve mağfiret-bağış ihsan buyurduğu, melâike-i kiram (büyük melekler) da onların günahlarının af olunmaları mağfiret ve rızaya erişmeleri, açlık ve susuzluklarına sebep olması, özetle haktan gafil olmamaları için cenabı hakka dua ederler. Peygamber efendimiz sahur yemeğine “mübarek gıdadır” diye buyurmuştur. Bir hadisi şeriflerinde (oruçta, sahur yiyene ve hudud-sınır boyunda nöbet bekleyene hak teala (yüce Allah), hesab, kitab sormayacaktır.) Buyurmuş, diğer bir hadiste de: (bir hurma, yahut bir yudum su ile de olsa sahur yemeğindeki bereket ve ganimeti kaçırmayınız.) Buyurmuştur.

Bereketin diğer bir çeşidi de, yemenin ve içmenin seher vaktinde mubah ve meşru olmasıdır, çünkü, İslâmın başlangıcında oruç tutacak bir müslüman, gece yatıp uyudu mu, artık kalkıp yemek ve içmek - yani sahur yemeği - yasak idi. Daha sonra erhamür râhimin (merhametlilerin en merhametlisi) olan hazreti Allah Celle Celâlhüh, ehli İslâm'ın fecir doğuşuna kadar - uyusunlar uyumasınlar - sahur yemeğine ruhsat buyurmuş ve bu ilahi ruhsat-izin bizim istifade etmemiz de rahmet olmuştur. Diğer yönden de “ömürde bereket” olur, zira ömür demek, insanın vefatına kadar güzel ve rahat yaşaması demektir. Bu da, uyumak ve uyumamak ile geçer. Uyku ise bir nevi ölüm demektir, hattâ yarı ölümdür. Uyanıklık ise hayattır, uykuda insan bir şey yapmağa muktedir-yapabilir değildir, sahurda kalkmak ise hayata kavuşmak ve bu sayede abdest alıp ibadet etmek, - kaza ve teheccüd kılmak - sabah namazını kılmak, kur'anı kerim okumak, zikr ve tevhid etmek-gibi birçok hayırlara erişeceği için, elbet ki ömürde, sıhhatte bereket olur. (ve billahi t tevfik - başarı Allah'ladır)

١١- وَعَنْ سَلْمَانَ بنِ عَامر الضَّبِّيِّ الصَّحَابيِّ رَضِيَ اللَّه عَنْهُ، عن النَّبِيِّ صَلّى للهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَالَ: إِذَا أَفْطَرَ أَحَدُكُمْ، فَلْيُفْطِرْ عَلى تَمْرٍ، فَإِنَّهُ بَرَكَةٌ، فَإِنْ لَمْ يَجدْ، تَمْرًا فَلْيُفْطِرْ عَلَى المَاءٍ فَإِنَّهُ طَهُورٌ
İza eftara ehadukum fel-yuftir ala temrin. Feinnehu bereketun. Fe in lem yecid temran fel-yuftir alel mai fe innehu tahurun... ّ
(Müsned-i Ahmed, İbni Hibban, Camiussağir)

11- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz, iftar vaktinde oruç açarken, orucunu hurma ile açsın, zira, hurma berekettir, eğer hurma bulunmazsa, su ile iftar etsin, zira, su temizdir ve temizleyicidir. "

Açıklama: Gerçekte hurma tatlı olduğu için, boş mideye ilk taksitte tatlı bir şey göndermek o midenin sıhhatini temin etmektir. Çünkü, oruç - açlık gözlerinin kuvvetini biraz dağıtacağı için, hurmada bulunan bazı özellikler sayesinde gözlerin nuru bir araya gelip çoğalır, ayni zamanda hurmada gıda kuvveti olduğundan aç mideyi doldurur, hazmı da kolaylaştırır. Peygamber efendimiz, iftarda üç hurma ile oruç açarlardı, hurma bulunmazsa, su, ne güzel mideyi yumuşatır ve ferahlatır! Çok içmemek te şarttır. Bizim âdetimize göre iftar sofralarımızda reçel gibi tatlı şeyler bulundurmamız, hem sıhhate ve hem de sünnete çok uygundur. Hele sahurda “hoşab'ın hafifleştirilmiş olanı” hoşaf yememizde de fayda çoktur. Özetle, (elmüminü hülvün, yühibbül halave) deyimince (mümin, tatlıdır, tatlıyı sever). Peygamber efendimiz genelikle tatlıları, özellikle balı, hurmayı çok severlerdi. Hele bizim memleketimizde çıkan bal, üzüm, incir, kavun, karpuz ve diğer meyveler, sofralarımızı süsleyen, mide ve bağırsak hazmını kolaylaştıran, dolayısiyle sıhhat ve selâmetimizi muhafaza eden ne bereketli ve büyük nimetlerdir! Mevlayi müteal hazretleri, (sevgili yüce Allahıım) memleket ve milletimize selamet, bereket ve hidayet ihsan ve bu eşsiz nimetlere karşı zâtı üluhiyetine (ilahlık sahibi Allah) şükür ve itaatlere de, bizleri, muvaffak buyursun (başarılı eylesin), âmin!

١٢- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: "كِيلوُا طَعَامَكُمْ يُبَارَكُ لَكُمْ فِيهِ"
Kilu taamekum yubarak lekum.
(Meşarik Buhari)

12- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Yemeğinizi ölçünüz-tartınız, sizin için hayır ve bereket meydana gelir."

Açıklama: Ölçü ile alınıp satılan erzakı - mahsulatı (tarladan ve hayvanlardan elde edilen gıdalar) - satarken, alırken yahut ambardan çıkarırken mutlaka ölçmelidir, zira, alış verişte ölçmek tartmak, hem bilgisizliği giderir, hem de geride kalan - elde kalan - hakkında insana kesin bir bilgi bırakmış olur. Hatta evinin ihtiyacı, çoluk çocuğun nafakası için ambardan çıkarırken bile, yine içmekte çok fayda vardır. Çünkü ölçmezse noksan kalmak yahut fazla çıkarmak ihtimali vardır ki, her iki surette de hesabı şaşırtmak, belki de zahmet ve zarar olmak ta vardır. Meselâ: geride ambarda senenin sonuna kadar ne miktar mahsul kalmıştır, tohum için, yemeklik için, haklar için ne kadar ayrılacaktır, bunların hesabını bilemeyeceği için şüphe ve sıkıntıya düşmek ihtimali de vardır. Özet olarak, bir kimse, senelik ihtiyacı olan erzakını - mahsulünü her halde hesap edip ölçüp tartmalıdır ki sıkıntı olmasın. Ölçüp tarttıktan sonra noksan çıkarsa tamamlamaya çalışır, fazla gelirse içi rahat olur. Bu vesile ile amelini (yaptığını) şer'i şerife (şerefli dine) uydurarak, manen ve maddeten, feyiz ve berekete erişmiş olur. Ölçmekte, tartmakta büyük bir fayda daha vardır ki ihtiyaçtan noksan olduğunu anlarsa tamamlamaya gayret eder, fazla olduğunu bilirse, başkalarına muhtaç olmak korkusundan kurtulacağı gibi israftan korunmak için de vatanın ve milletinin ihtiyaçları olan hususlarda, serbest olarak, harcamak hayrı oluşacaktır. Allah teala hazretleri cümlemizi hayatta hesap ile hareket ederek israflardan muhafaza, hayır ve sevaplara eriştirsin. Amin!

١٣- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: بُورِكَ لِأُ مَّتِي فِي بُكُورِهَا
Burike li ummeti fi bukuriha.
(Taberani-Evsat, Fethul Kebir, Camiussağir)

13- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Benim ümmetim için (hayırlı ve mubah işleri yapmak hususunda) erken vakitlerde hareket edip davranmak “Allah tarafından” mübarek kılındı. (Yani, başarmanın, feyiz ve bereketin devam ve kararlılığı ihsan olundu)"

Açıklama: Cidden, helâl, hayırlı, mubah ve meşru' olan her işe başlarken, erken vakitlerde hareket etmek ve işe sarılmak, başarmanın, feyiz ve bereketin temelidir. Meselâ: bir kimse, kendisinin kudretli, kuvvetli ve sevinçli bir zamanı olan sabahın erken saatlerinde kalkar da işine gücüne vazifesine giderse, o hız ve gayretle çok güzel işler göreceği muhakkaktır. Malum ya, bir atasözü vardır: “erken kalkan, erken yiyen, erken evlenen aldanmaz!” derler ki ne kadar doğrudur! Canım, bizim sabah namazımız var ya, onun için erken kalkmak, abdest almak veyahut gusledip temizlenip ibadetimizi de yaptıktan, erkence kahvaltımızı ettikten sonra, euzü besmele ile işimize gücümüze hareket ederiz, işte böyle yapanları biz biliriz, hepsi rahat ve bereket içinde hayatlarından memnundurlar. Aksi halde ise, yani gece yarısından sonra uykuya yatanlar, tabiatıyla öğleye kadar uyumak mecburiyetindedirler, kalktıkları zaman kuvvetsiz, kudretsiz, kopuk, miskin bir vaziyette olduklarından, yapacakları işlerde hiçbir başarı feyiz ve bereket göremezler. Bir hadisi şerifte: (helalinden; rızık ve diğer ihtiyaçlarınızın talebi hususunda, gayet erken davranmaya gayret ve acele ediniz. Zira, erkencilikte feyiz ve bereket, zafer ve rahmet vardır) buyurulmuştur. Diğer bir rivayette de: “bir kimse, sabah erken kalkıp işine gücüne gitmeyerek rızıklarına taksim olunduğu öyle hayırlı bir zamanda uyursa, onun uykusu, rızkının bereketine mani olur, eksilir.” diye buyurulmuştur. Cennet kadınlarının en büyüğü ve şanlısı ve peygamber efendimizin küçük kızı olan hazreti Fâtımatüz Zehrâ Radiyallahü Anha diyor ki:
“Bir gün sabah erken, peygamber babam bana uğramıştı, ben de yatıyordum, beni uyandırdı ve “Ey kızcağız! Kalk! Rabbinin rızkına hazır ol! Sakın gafillerden olma! Zira Allah celle şanühü (şanı çok yüce olan) rızıkları, tanyeri ağardıktan tâ güneş doğuncaya kadar, o esnada kullarına taksim eder!” Buyurdu. Hattâ, peygamber efendimiz hazretleri, bir yere asker, ordu veya memur göndereceği zaman, sabahın pek erken vakitlerinde yolcu eder, gönderirdi. İlim öğrenme hususu da böyledir ki hep sabaha karşı ve sabah vakitlerinde şuur ve hâfıza yerinde iken ilim elde edilir. Nitekim, bir âlime “Bu kadar ilmi nasıl kazandın?” diye sormuşlar, o da “Karganın erken uyanıp kalkmasından ve faaliyete geçmesinden öğrendim de daima erken kalkarak ilim tahsiline çalıştım, köpek gibi âlimlere yaltaklandım, kedi gibi yalvardım, merkebin sabrı gibi çok tahammül gösterdim, domuzun hırsı gibi de ilme çok hırslı oldum, bu sayede -Allah'a hamd olsun- ilmi kazandım!” demiştir. Bir rivayette de fahri âlem efendimiz "yâ Allah, ümmetimin erken kalkan ve erken işine başlayanları için feyz ve bereketini, nimet ve rahmetini bol et!" diye dua buyurmuştur. (nes'elül lahel berekete fi külli şey'in -biz de her şeyde Allah'tan bereketi isteriz.)

١٤- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: عَنْ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: " كُلُوا الزَّيْتَ وَادَّهِنُوا بِهِ، فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ
Kuluz-zeyte ved-dehinu bihi fe innehu min şeceratin mubaraketin.
(Sünen- İbni Mace, Şemail, Tac Eccamiul Usul)

14- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Zeytinyağını yiyiniz ve onunla yağlanınız, zira, o yağ mübarek bir ağaçtan meydana gelmiştir. "

Açıklama: Gerçekten, zeytinyağı çok bereketli bir yağ olduğu gibi, aslı esası olan zeytin ağacı da Kur'an-ı Kerim’de altı yerde, “mübarek” diye övülmüştür. Cenabı hakkın zeytin ağacını bereketle vasıflandırması insanlığa birçok faydalar temin etmesindendir, çünkü bu ağacın mahsulü olan zeytinyağı, çok kuvvetli ve kıymetli bir katıktır, hem de evlerimizi, odalarımızı aydınlatan bir ışıktır, düne kadar ve hatta bazı yerlerde, bugün bile kandillerde bu yağı yakarlar, ışığı da çok kuvvetli ve parlak olur. Bu mübarek ağacın doğuya ve batıya ait olmamasının, yani, dünyanın orta kısımlarında olmasının hikmeti de, sabah ve akşam güneşlerinden mahrum olmamasıdır; bu sebeple meyvesi çok güzel ve ışığı parlaktır. Özetle, zeytinin kendisi daimî ve dayanıklı ve her yerde bulunur bir gıda olmakla beraber aynı zamanda çok kıymetli bir katık hatta yağı da kullanıldığı vakitte iç ve dış birçok hastalıklara faydalı olduğu tıbben denenmiş ve sabittir, elhamdulillah! Hazâ min fadlı rabbi! - Allaha şükür ki bu rabbimin ihsanındandır-hediyesindendir)

Hele bizim aziz vatanımızda, güzel memleketimizin yetiştirdiği zeytin, zeytinyağı ve bununla yapılan sabun ve sair ürünlerden, milletimiz ne kadar faydalanıyor! İhracat bile yapabiliyoruz. Ancak; bu mübarek nimetten en fazla şekilde faydalanabilmek için en evvel iman ve inancımızı, sonra amellerimizi ve yaptıklarımızı, özellikle ahlâkımızı ıslah etmemiz-düzeltmemiz gerekir...

اَللَّهُمَّ إِهْدِى قَوْمَنَا فَإِنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Allahümme, ihdi kavmenâ feinnehüm lâ ya'lemûn!
Ey Allah’ım, kavmimizi-toplumumuzu doğru yola eriştir, çünkü onlar bilmiyorlar.

١٥- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: "الْبَيِّعَانِ بِالْخِيَارِ مَا لَمْ يَتَفَرَّقَا، أَوْ قَالَ حَتَّى يَتَفَرَّقَا، فَإِنْ صَدَقَا وَبَيَّنَا، بُورِكَ لَهُمَا فِي بَيْعِهِمَا، وَإِنْ كَتَمَا وَكَذَبَا، مُحِقَتْ بَرَكَةُ بَيْعِهِمَا
Elbeyyiani bil-hiyari ma lem yeteferraka "ev kale hatta yeteferraka" fe in sadekaa ve beyyenaa burike lehuma fi beyihima ve in ketema ve kezeba muhikat bereketu beyihima.
 (Sahih Buhari, Sahih Müslim)

15- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Satıcı ile alıcı birbirinden ayrılmadıkça -”yahut ayrılana kadar”- anlaşmalarını bozmakta serbesttirler. Bunlardan her biri, doğru dürüst olup ta her şeyi öbürüne açıkça söylerlerse, bu alış veriş kendilerine mübarek kılınır. Eğer iki taraf, malın halini ve ayıbını gizler de yalan söylerlerse, işte bu alış verişlerinin bereketi giderilir... "

Açıklama: Gerçekte, İslâm dininde alış verişlerin İslam’a uygun, gayet normal, saf ve doğru olması gerekir. Hatta dinde hile ve hainlik yasaktır. Aldatmak haramdır; bunun üzerine bir kimse, bir şeyi satarken, müşteri gelip pazarlığa tutuşsalar, o meclisten ayrılmadıkça alış verişte serbesttirler. Mal sahibi isterse malını müşteriye satar, istemezse vazgeçer, satmaz. Müşteri de razı olursa malı alır, istemezse vazgeçebilir, almaz. Şu kadar var ki “alan da, satan da malda mevcut kusurlar ne ise, ne varsa, hepsini meydana çıkarmalıdırlar ki bu alış veriş şer'i şerife uygun, hayır, bereket, feyiz ve rahmet meydana gelsin. Eğer alıcı ve satıcı hile ve oyun edip birbirlerini aldatacak olurlarsa, bu alış verişin hayr ve bereketini mahvetmiş olurlar. Hele alış verişte yemin etmek çok tehlikelidir. Gerçi, malların satılmasında yeminin sebep ve faydası olur gibi görülürse de gerçekte zarar ve mesuliyeti pek çoktur ve büyüktür. İmamı azam Ebu Hanife Radiyallahü Anha efendimize göre, “aldım, sattım” kelimelerinden, ayrılıncaya kadar serbesttirler, ya satar ve alırlar, yahut vazgeçerler.” buyurdu. İmam-ı Şafiî hazretlerine göre “o meclisten ayrılıncaya kadar serbesttirler, alış veriş olup bittikten ve o meclisten ayrıldıktan sonra serbestlik hakları kalmaz”. Buyurmuştur.

Özetle, namuslu ve İslam’a uygun olarak yapılan bir alışverişte, satılan malın övülmesinden önce, o malda, müşterinin bilmediği anlayamayacağı birtakım kusurları ve ayıpları, müşteriye herhalde söylemek lâzımdır. Alış verişin önemine göre sened'e bağlamak gerekirse Kur’an-ı Kerim’de cenabı hakkın emri gereğince kâtibi-adî - noter - senedi yapmalıdır. Senette adresler güzel ve açık olarak yazılmalıdır. Sahtekârlık mümin ve Müslümanlara yakışmaz ve yapamaz, İslamiyet’te zarara uğramak ta, başkasını zarara sokmak ta yasaktır.

Güzel bir fıkra: Nasreddin hoca merhum, başının sarığını sararken, sarığın ucu arkaya gelmez, hep öne gelirmiş. Hoca sarığa kızmış, çarşıda haraç-mezat (açık artırma) satılığa çıkarmış, derken bir zat, sarığa müşteri olunca hoca: arkadaş, sen bu sarığı almak istiyorsun, amma, bunun bir kusuru var, o da, ucu hep öne geliyor, arkaya gelmiyor ha!) Deyince, herkes hocaya gülmüşler.

١٦- عَنْ أَنَسُ بْنُ مَالِكٍ قَالَ قَالَ لِى رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَا بُنَىَّ: إذا دَخَلْتَ عَلى أهْلِكَ، فَسَلِّمْ، يَكُنُ بَرَكَةً عَلَيْكَ، وَعَلَى أَهْلِ بَيْتِكَ
İza dehalte ala ehlike fesellim yekunu bereketen aleyke ve ala ehl-i beytike.
(Tac, Camiul Usul)

16- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sen, evine, aile halkına vardığın vakitte onlara selâm ver; senin bu selâmın hem sana, hem de evinin halkına hayır ve bereket olur..."

Açıklama: selam vermek meselesi, kitabımız olan Kur'an-ı Kerim'de açıkça emr olunmuştur. Nur suresi ٦٠. Ayette cenabı hak cc (ey müminler, siz kendi evlerinize veyahut yakın akrabalarınızın evlerine girdiğiniz vakit, Allah taalâ tarafından - bir hediye ve bereket olmak üzere - o evlerin halkına selâm veriniz ki onlar sizin din kardeşlerinizdirler ve akrabalık açısından sizdendirler.) Buyurmuştur. (şayet gittiğin evde kimse yoksa -yani eve girdiğinde (selam'ün aleyküm) diyerek selam verirsin, fakat selamını alacak kimse bulunmazsa,
 (selam'ün aleyna ve alâ ibadillâh'is salihin-selam bize ve salih kullara olsun) diyerek selamı kendi üzerine ve Allah'ın salih kulları üzerine alırsın. Peygamber efendimizin evladlığı olan hazreti enes ra dedi ki: rasûl-i ekrem efendimiz bana birgün (yâ enes, sana üç şey öğreteyim ki onlarla faydalanasın), buyurdu- ben de (anam, babam sana feda olsun, buyurun yâ rasûlellahSallallahü Aleyhi Vesellem) dedim. Fahri âlem hazretleri (yâ enes, ümmetimden rastladığın kimselere selam ver ki, ömrün uzun olsun, evine girdiğinde ailen halkına selam ver ki, evinin bereketi çok olsun, kuşluk namazı kıl ki (duhâ namazıdır), yüzün Allah'a dönmüş olsun.) Buyurmuşlardır. İslâm dininde (es-selâmü aleyküm) yahut (selâmün aleyküm) diyerek rasgelen müminlere selam vermek sünnettir. Selamı almak, yani, (ve aleykümüs selam) demek ise vâcib alel kifayedir (gereklidir). Bu hususta sünnet olan selam vermek eylemi, selamı almak olan vâcibden daha faziletli olup, sevabı daha fazladır, zira, baştan selam vermekte tevazu-alçak gönüllülük vardır. Ve bu mubarek selam kelimesinin yerini hiçbir kelime ve hiçbir tavır ve hareket dolduramaz, çünkü selam, cenabı hakkın “esmai hüsnâ”sından (en güzel isimler) bir ismi celildir; bu vesile ile hak tealâ'nın şerefli ismini İslâm ahalisi arasında yaymaya sebep olduğu gibi, müslümanlar arasında saygı ve seviyi de temin etmiş olur ki, bu da imanın olgunluğuna aracılık eder, çünkü, böyle mübarek kelimeleri müslümanların birbirine söylemeleri, ilâhi rızaya uygundur. Selam vermek İslâm toplumunun selamlaşma şeklidir. Yabancılar başka türlü söylerler. Mânâya bak!, bir mümin diğer bir mümine rasladığında selam verir, der ki: es selamü aleyküm, “ey doksan dokuz en güzel isimlerle isimlenmiş olan Allahım! Bu karşılaştığım mümin kardeşime* (es selam) isminle tecelli eyle (görün) de, bunu, korktuklarından emin et, umduklarına eriştir, dertlerini-sorunlarını hallet, dünya ve âhirette ona hayır ve bereket, selam ve saadet ver!) Demektir. Bu selam konusu, uzunca çok önemli bir konu olduğu için, fıkıh kitaplarına müracaat etmek veyahut âlim efendilerimize sormak lâzımdır. Hak taalâ hazretleri, hepimize iki dünyada-dünya ve ahiret- selamet ihsan buyursun-versin, âmin.

١٧- عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الْبَرَكَةُ مَعَ “.أَكَابِرِكُمْ
Elbereketu maa ekabirukum.
(İbn-i hibban-Sahih, Ebu Nuaym-Hilye, Hakim-Müstedrek, Beyhaki-Şuabil İman, Camiussağir)

17- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Feyiz ve bereket, sizin büyüklerinizle beraberdir..."

Açıklama: Yani, gerek ilmen, gerekse yaşça veyahut rütbece, kendinden büyük olan kimselerde feyiz, hayır, ibret ve faide vardır, zira, bu gibi kimselerin hayatta ilim ve tecrübeleri daha fazla ve çok olduğu için, her sözlerinden ve hatta hareketlerinden eylem ve ahlâklarından herkes istifade edebilir. Onlarla beraber oturmak, sohbetlerinden istifade etmek, akıllı olanlar için daha gereklidir, hatta bir zat, yaşça herkesten daha küçük olsa dahi, mademki, ilim, fen, zekâ ve sanat sahibidir, cenabı hakkın ona ihsanı olan ilim sıfatına hürmeten yine ona ikram ve hürmet etmelidir. Bir millet ve cemaat arasında münevver-aydın, okumuş, akıllı, tecrübeli, doğru, cesur kimselerin bulunması, o millet ve toplumu yükseltir, çünkü onlar, halkın büyükleri ve ileri gelenleridir. Halk, bu gibi doğru dürüst ve toplumun menfaatini şahsi menfaatine feda etmeyen kişilere daima muhtaçtır.

Nitekim bir hadisi şerifte Rasulüllah efendimiz: (iki sınıf kimse vardır ki onlar iyi olursa halk ta, onlara uyarak iyi olur, kötü olurlarsa halk ta onlara uyup kötü olur. O iki sınıf ta âlimlerle âmirlerdir) diye buyurmuştur. Diğer bir hadisi şerifte de (kim ki bizim küçüklerimize merhamet etmez, büyüklerimize de saygı ve hürmet etmezse, o kimse bizden - ehli iman ve İslâmdan - değildir) buyurmuşlardır. Diğer bir hadisi şerifde: (büyüklerinizle oturunuz, şüphelerinizi âlimlerden sorunuz, dostluk ve muhabbet ettiğiniz hep hakîm ve âkil-akıllı ve âlim kimseler olsun.) Buyurmuştur. Özetle, büyüklerine hürmet ve muhabbet, ikram ve itaat eden bir millet daima kuvvet ve kudrete, feyz ve berekete erişir, aksi olarak söz ayağa düştü mü, o cemiyetten ve o milletten hayır beklenilmez.

اَللَّهُمَّ إِهْدِى قَوْمَنَا فَإِنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Allahümme, ihdi kavmena feinne-hüm lâ ya'lemun!
Ey Allah’ım, kavmimizi-toplumumuzu doğru yola eriştir, çünkü onlar bilmiyorlar.

١٨- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ثلَاثٌ مَنْ فَعَلَهنَّ ثِقَةً بِاللَّهِ واحْتِسَاباً كَانَ حَقاً عَلَى الله تَعَالَى أنْ يُعِينَهُ وأنْ يُبَارِكَ لَهُ مَنْ سَعَى فِي فِكَاكِ رَقَبَةٍ ثِقَةً بِاللَّهِ واِحتِساباً كَانَ حَقًا عَلَى الله تَعَالَى أنْ يُعِينَهُ وأَنْ يُبارِكَ لَهُ وَمَن تَزَوَّجَ ثِقَةً بِالله واحْتِسَاباً كَانَ حقّاً عَلَى الله تَعَالَى أَن يُعِينَهُ وَأَن يُبَارِكَ لَهُ ومَنْ أحْيَا أرْضاً مَيْتَةً ثِقَةً بِاللَّه واحْتِسَاباً كانَ حَقاً عَلَى الله تَعَالَى أنْ يُعِينهُ وأنْ يُبارِكَ لَهُ
Selasun men fealehunne sikaten billahi vehtisaben, kane hakkan alAllahi en yuiinehu ve en yubarike lehu. Men sea fi fikaki rakabetin sikaten billahi vehtisaben, kane hakkan alAllahi en yuiinehu ve en yubarike lehu. Ve men tezevvece sikaten billahi vehtisaben kane hakkan alAllahi en yuiinehu ve en yubarike lehu. Ve men ahya ardan meyyiteten sikaten billahi vehtisaben kane hakkan alAllahi en yuiinehu ve en yubarike lehu.
(Taberani-Evsat, Camiussağir)

18- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Üç şey vardır, kim ki, Allah'ın fazilet ve keremine güven, Allah'ın rızasına ulaşma, sevap ve iyiliklerini elde etmek gayesiyle, o üç şeyi yapabildiyse, yüce rabbe lâyıktır ki o kimseyi geçiminde ve diğer konularda; ilahi rızasına eriştirmek suretiyle yardım ve destek vererek, ömründe ve rızkında ona feyiz ve bereket verecektir…

1- Üç şeyden birincisi hürriyetini kaybetmiş “köle, mazlum, mahpus-tutuklu olanlar gibi…” Bir kimseyi, Allah rızası için hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kuvvet ve kudretine güvenerek, sevap ve iyilikler kazanmak maksadıyla onları kurtarmaya çalışıp çabalamak, sebeplere yapışmak ve girişimde bulunmak.

2- İkincisi, yine Allah'ın fazlı ve yardımına dayanarak, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın rızasını elde etmek için - geçinmek ve rızık tasası çekmeyerek ve Allah'a tevekkül ederek-dayanarak - evlenmek.

3- Üçüncüsü, “beylik-devlete”e âit olup boş kalmış arazi'yi, hükümetin izin ve müsaadesi ile sevap ve hiçbir noksanlığı olmayan Allah'ın rızasını elde etmek için işlemek.

İşte bu üç şeyi yapan kuluna, - yüce Allah şüphesiz lâyık ve uygundur ki - yardım eder ve ona her konuda çok hayır ve bereket ihsan eder-verir... "

Açıklama: İslâm dininde öyle yüksek gayeler vardır ki, âdeta bir derya halindedir. O medeniyet ve insaniyet bolluğu ve bereketi ummanından-okyanusundan ancak, üç tanesi bu mübarek hadisi şerifte zikredilmiştir:

Birincisi, İslamiyet’te çok mühim ve her şeyden üstün olan “insan hürriyeti” dir. Hayvan hürriyeti değil ha! İnsani ve başta gelen işlerden birisi olan (hürriyet ve insaniyetini kaybetmiş bir adamı, bir din kardeşini maddeten ve manen - dikkat et -esirlikten, hürriyetsizlikten kurtarmaktır. Bu hususta - hiçbir şahsi menfaat gözetmeyerek, sırf her şeyi mükemmel olan Allah'ın rızası için - çalışanlar, , Allah katında, peygamber gözünde çok üstün kimselerdir. İslam medeniyeti, bu gibilere “mücâhid” ünvanını vermiştir, onlara, cenabı hakkın yardımı, ilahi koruma ve bereketi verilmiştir.

İkincisi, insanlığın en büyük ihtiyaçlarından birisi de meşru'-düzgün surette evlenmektir, çünkü peygamber efendimiz (kötüleriniz bekârlarınızdır) buyurmuştur. Diğer bir hadisi saadetlerinde de (evlinin iki rekât namazı, bekârın seksen rekat namazından hayırlıdır) diye buyurmuştur. Evlenmekten amaç, şehveti sakinleştirmekten ibaret olmayıp - zira, bu, hayvanlarda da mevcuttur. - ancak evlilikte, insan, kendine bir hayat arkadaşı edinmek, dünyada bir mekân sahibi olmak, bu yüzden din ve namusunu korumak, çocuk ve torunlara kavuşmak, nefsini haramdan korumak, çoluk çocuğun nafakasını elde etmek gayesiyle helalinden kazanmak, çoluk çocuğunun terbiye ve ahlâkları ile meşgul olmak, aile fertleriyle iyi geçinmek, peygamberlerin sünnetini yerine getirmek, dolayısıyla sanat, ziraat, ticaret, memuriyet gibi meşru' işlerle uğraşarak vatana ve millete hizmet etmek gibi pek çok amaçlar taşımaktadır. Bizim mezhebimiz - imamı âzam ebu hanife mezhebinde - çoluk çocuk işleriyle uğraşmak, nafile ibadetlerle meşgul olmak için bir köşeye inzivaya çekilmekten daha faziletlidir.

Üçüncüsü, boş bir yeri - hükümetin izniyle ihya etmek, yani ekmek, biçmek, ağaç dikmek, ev yapmak, su getirmek, cami ve mescidi şerif yapmak gibi iyi maksatlarla o yeri ıslah etmek te İslâmiyette çok makbul-kabul edilmiş ve önemsenen işlerdendir. Bu vesile ile vatan sevgisi artar, memleket şen ve mamur olur, millet'te sıhhatli ve servetli, neşe ve refah milletler arasında büyük bir mevki sahibi olmuş olur.
Cenabı hak, hepimizi dünyaya, ahirete, millîyete ve vatana ait hayırlı işlere muvaffak buyursun-başarılı kılsın, âmin!

١٩- عَنْ أُمِّ هَانِئٍ، أَنّ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ لَهَا: "اِتَّخِذِي الغَنَمَ، فَإِنَّ فِيهَا بَرَكَةٌ
İttehizil ğaneme feinne fiha bereketün...
(İbn-i Cerir, Taberani, Beyhaki, İbn-i Mace, Müsned-i Ahmed, Fethul Kebir, Camiussağir)

19- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ey Ümmü-Hani Radiyallahü Anha; elinden gelirse koyun edin -besle-, zira onda hayır ve bereket vardır..."

Açıklama: Bilindiği gibi, koyun çok mübarek bir hayvandır, onun cinsinde bereket vardır, zira sabah hayır ile gider, yani sütünü sağdırır; bırakır, akşam da yine hayır ile döner, yani sahibine süt getirir. Bu mübarek hayvan başka hayvanlara benzemez, çünkü diğer hayvanlardan bazıları, meselâ, senede ٣-٥ yavru getirdikleri halde çoğalamazlar, koyun ise, senede bir ve nadiren de iki kuzu yaptığı halde o kadar çoktur ki kesmek ve yemekle bitmez ve tükenmez. Bundan başka, koyunların derilerinden, yünlerinden, bağırsaklarından, boynuzlarından, sütlerinden, yoğurtlarından, ayranlarından yağlarından, peynirlerinden, kemiklerinden, hatta gübrelerinden dahi insanlar için fayda ve bereket vardır. Çiftçiler onun için, kırk koyunu bir çift öküze bedel sayıyorlar. Meşarık'i şerifte Buhari'den naklen bir hadisi şerifte: fahri âlem efendimiz (yüce Allah'ın gönderdiği peygamberler arasında, hiçbir peygamber yoktur ki koyun ile meşgul olmasın, hatta peygamberlikten önce, ben de koyun ile uğraştım) buyurmuştur. Diğer bir rivayette: (koyun, bütün peygamberlerin sevdiği bir hayvandır.) Buyurulmuştur. Diğer bir rivayette de (koyun, cennet hayvanlarındandır, burnundan akanlar temizdir, elinizle silebilirsiniz, ağılında namaz kılınız.) Buyurulmuştur. Yine, Buhâri'de: (Çok sürmez, siyasi, ekonomik, ahlâki öyle fitneler ortaya çıkacaktır ki, o zamanda bir mümin, o fitnelerden din ve imanını, ırz ve namusunu koruyup kurtarmak için bir sürü koyun edinerek, dağ başlarında, yeşil ovalarda - tenha yerlerde - çobanlık etmesi kendi hakkında daha hayırlı olacaktır,) buyurulmuştur.

اللهم احفظني من الفِتَن وَالَا حوال
“Allahümmah faznâ minel fiteni vel ehvâl,
“Allahım fitne, korku ve sıkıntılardan bizi koru- âmin!”

Peygamber efendimiz, saadet asrında, zenginlere koyun ve keçi gibi hayvanları beslemeyi, fakir ve köylülere tavuk, horoz beslemeyi emir buyurmuşlardır. Koyun ile keçinin arasındaki farka dikkat etmeli: o maskara keçi, ağaçlara, duvarlara, dağlara tırmandığı gibi, ot otlarken de otu kökünden çıkarır, zarar verir. Amma koyun, bu yaramazlıkları yapmadığı gibi otlarken de otu kökünden çıkarmayıp üzerinden biçtiği için az zaman zarfında otlar tekrar yeniden biter. İşte bu koyun, öyle mübarek bir hayvandır.

٢٠- عن أسماء بنت يزيد رضي الله عنها، أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: الخيل في... مالك رضي الله عنه أن النبي صلى الله عليه وسلم قال: البَرَكَةُ فِي نَوَاصِي الخَيْلِ.
Elbereketu fi nevasi-l hayli...
(Buhari, Müslim, Meşarik)

20- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Bereket, atların alınlarındadır..."

Açıklama: Hakikaten atların simasında-yüzlerinde hayır ve bereket, gibi bir güzellik vardır. Yaradan Allah onları uğurlu olarak yaratmıştır. Bu, kıyamete kadar, hep böyledir. Mübarek hayvan nereye giderse gitsin, daima hayır ve bereket getirir, çünkü at, dünya ve ahiret hayrını kendinde birleştirmiştir. At, insandan sonra, mahlûkat-yaratılmışların içinde en şerefli bir hayvandır. Yüce Allah Celle Celâlühü Kur’an-ı Kerim’inde, birçok ayetlerinde atları ve hatta savaş meydanlarında, atların ayaklarında çıkan ve çakan ateşleri, tozları ve dumanları, ve düşmanları gördükleri zaman boğazlarından gelen kişneme seslerini dahi övmüştür. “vel âdiyâti” süresinin tefsirine, lütfen bir bakınız anadolu kurtuluş savaşında, düşmana hücum edileceği günden bir gün evvel, bütün süvari, topçu ve piyade atlarının o gece yem yemediklerini, içmediklerini, uyku dahi uyumayarak, sabaha kadar, ayaklarıyla yerleri kazarak kişnediklerini, hücum esnasında düşman üzerine saldırarak ağızlarıyla düşman askerlerini ısırdıklarını, sadık dostum olan bir subaydan dinlemiştim. İslam dininde at mübarek ve savaş vasıtası olması sebebiyle de çok kıymetli olduğu için, şer'an atlardan zekât ve vergi dahi alınmamaktadır. Hatta eti, necis olmamakla beraber, harp âleti olduğu için, etinin yenmesi mekruhtur. Bir hadisi şerifte: (deve, sahibine bir şeref ve izzettir, koyun ve keçi ise rahmet ve berekettir, atın alnında da, kıyamet gününe kadar, hayır ve bereket daimdir) diye buyurulmuştur.

Gerçekte, harp âletleri ne kadar gelişirse gelişsin, atın savaşlarda yine yeri ve önemi büyüktür. Diğer bir hadisi şerifte de (güzel giyininiz, binek hayvanınızı da ıslah ediniz, ta ki halk arasında - beyaz vücutta siyah - bir ben gibi müstesna-özel bir mevki sahibi olasınız) buyurulmuştur. Atın insanlığa yaptığı hizmetler sayılmakla bitmez, onun için ehlî hayvanların en kıymetli ve ehemmiyetlisidir. At insanın en sadık dostu ve çok mühim bir hayat arkadaşıdır. Hele dişi at - kısrakların karınları hazine, arkaları da düşmana karşı kuvvetli bir siper ve kaledir. Peygamber efendimiz hazretleri de atları çok severdi. Kendine mahsus yedi tane atı vardı, siyer ve tarih kitaplarında isimleri bile yazılmıştır. Özet olarak at hakkında daha birçok hadisi şerifler varsa da konuyu uzatmamak için yazamadık, özür dileriz. Ancak, bütün hayvanlar, özellikle atlar, insan için yaratılmış olduklarından ve bizden daha kuvvetli ve kudretli oldukları halde, bizim kendimizi ve eşyamızı taşımak, arabalarımızı çekmek, tarlalarımızı sürmek gibi birçok işlerimizde onları kullanmamız ve onlar da argın yorgun, hasta demeyip, boyun bükerek, zelilâne bize itaat etmeleri, sırf, cenabı hakkın irade ve emrini yerine getirmek için boyun eğdiklerini nazarı dikkate almalı da, yüce Allah'a karşı çok şükürler etmeli ve elden geldiği kadar hayvanlara zulmetmeyip yemlerini vermek ve sulamak ve fazla yük yükletmemek gibi haklarına riayet etmemiz boynumuzun borcudur.

٢١- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أُحْرُثُوا فَإنَّ الحَرْثَ مُبَارَكٌ، وَأكْثِرُوا فِيهِ مِنَ الجَمَاجِمِ
Uhrusu fe innel-harse mubarekun ve eksiru fihi minel cemacimi.
(Sünen, İbni Davud, Camiussağir)

21- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ekiniz, biçiniz -ziraatla meşgul olunuz- zira ekip biçmek çok mübarek bir iştir ve ektiklerinizi -zararlı kuşlardan ve hayvanların telef ve helak-yok etmelerinden korumak için- bostan korkuluklarını çokça yapınız..."

Açıklama: bilindiği gibi, kazanç yolları başlıca üçtür: ziraat (tarım ve hayvancılık), ticaret, sanattır. Bunların üçü de birbirlerinden çok kıymetli ve daha önemlidir. Ancak bunların içinde ziraat hepsinden üstün ve en gerekli olandır. Ziraatın menfaat ve faydası, yalnız çiftçilerin şahıslarına ait ve bağlı değildir.

Onların aile fertlerine olduğu gibi, aylıkçılara, yıllıkçılara, hizmetkârlara, öküzlere, atlara, develere, tavuklara, kazlara, ördeklere, kuşlara, hatta karıncalara varıncaya kadar birçok canlılara menfaati, faydası vardır. Hatta İslâm dininde, ziraatla meşgul olmak (farzı kifâye)dir, çünkü din ve dünya işleri, insanların ve hayvanların hayatlarının korunması ve devam ettirilmesi, ancak, ziraat ile mümkündür. Bunun üzerine bütün insanlar, çiftçiliği terk etseler, hepsi cenabı hakka asi ve günahkâr olurlar. Eğer, insanların bir kısmı - herkese yetecek derecede - ziraatla meşgul olurlarsa, hepsinden günah uzak olur, farz, yani Allah’ın emri yerine gelmiş olur.

Birinin yapmasıyla diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu Allah’ın emri...

Şiir
Hayır, kardeş, sen bu fikri değiştir,
Altın devri çoktan geçti, şimdi demir devridir.
Divanedir, o tembel ki demirlere hor bakar,
Ondan sonra “altın” diye gece gündüz sayıklar.
Şu gördüğün hakir şeyler, öküz, tohum, bel orak,
Senin asıl çalışmaklığın, hep, bunlar ile olacak,
Bunlar saçmış, bunlar saçar her ocağa bereket,
Sen bunları şu dünyada, her şeyden çok takdis et -kutsal bil-.
Ağırınca işte altın, onu bırak, at, derse
Buna asla tama' (açgözlülük-hırs) etme, el uzatma, sakın, sen!
Çiftçi olmak, büyük şeydir, ekin, yurdu şeneltir,
Sapan, aziz bir âlettir, alın teri bir zevktir.
Sen bu zevki bulamazsın başka yoldan gidişten.

Bizim memleketimiz, ziraat memleketi olduğu için (cumhuriyetin ilk zamanları), çiftçiliğe son derece önem vermeliyiz, çağımızın gereklerine uymalıyız. Hükümet ile elbirliği edip yabancı memleketlerdeki ziraat usullerini bizim vatanımıza da getirmeliyiz. Gece gündüz çalışarak cenabı hakkın feyiz, bereket ve rahmetine erişmeliyiz.

٢٢- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَعْظَمُ النِّسَاءِ بَرَكَةً أَيْسَرُهُنَّ مُؤْونَةً
A'zamun-nisai beraketen eyseruhunne mu'neten...
(Müsned-ahmed, hakim, beyhaki, Camiussağir)

22- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kadınların en hayırlısı ve bereketlisi, kocasına zahmet ve ağırlığı en az, geçimi de kolay olanıdır."

Açıklama: Bir rivayette (mehri) yani nikâhta kadına verilen para vs. Az olandır. Bu nikâh parası da iki kısımdır: biri, mehri muaccel, ki nikâh kıyılırken kadına verilen ağırlık parasıdır. Diğeri de, nikâhın iptalinde veyahut ölüm gerçekleşince verilmek üzere nikâh kıyma esnasında tayin olunan nikâh parasıdır. Özetle, kadınlar içinde (Fatımatüz Zehra) Radiyallahü Anha ahlâkında olup ta kocasının kudretinin üstünde olan şeyleri teklif etmeyen İslâm kadınlarında çok feyiz ve bereket vardır. Evinin idaresini iyi bilen, kocasının şeref ve haysiyetini, ırz ve namusunu koruyan, aza kanaat ederek iktisat-tasarruf dairesinde idare eden, dünya ziynetlerine-süslerine kendini kaptırmayan, kendini ve kocasını kimseye muhtaç etmeyen, evine, erine, çocuklarına sevgi ve hürmeti olan kadın, hakikatte, dünyanın en kıymetli metaıdır -faydasıdır- ve o aile, mal, para, saadet, mürüvvet- insanlık ve neşe içinde bahtiyar olur. Yuvayı yapan, dişi kuştur, derler ki çok doğrudur. Lâkin zamanımızın çoğu kadınları, üzülerek belirteyim, kendilerini modaya kaptırdıkları için pek çok israf ve zararlara maruz kalmaktadırlar. Hem kendileri, hem de kocaları rahat edemiyorlar, dolayısıyla kocalarını hırsızlığa, çalmaya mecbur ediyorlar. Tabii ki, gayri meşru kazançların sonu -tecrübe ile sabit olduğu üzere- felakettir, hüsrandır, mesuliyettir. Bak, Allah Celle Celâlühü Kur'anı Kerim’inde ne buyuruyor. "Ey müminler, sizden, erkek ve kadın, bekâr olanlar ve köle ve cariyelerinizden, din işlerine özen gösteren hayırlılarını nikâhlayın, i nikâh zamanı fakirlik hallerine bakmayın, eğer onlar fakir iseler, Allah’ü Teâlâ fazilet ve kereminden onları zengin kılar, zira, allanın rızkı boldur ve onların hallerini bilir). Bir hadisi şerifte: (dünya hep metadır -yani, kendisiyle biraz müddet geçinilecek bir mahlûktur-, metanın hayırlısı da sâliha bir kadındır ki kocası, yüzüne baksa, kocasını mutlu mesut eder, kocasının emrine itaat eder, kocası, yanında yokken onu, kendi nefsince ve kocasının malınca korup kollar) buyurulmuştur. Diğer bir hadisi şerifte: (bir kimse evlendiği vakit, dininin yarısını elde etmiş olur, artık, yarısını da, varsın cenabı haktan, sakınmakla elde etsin.) Buyurulmuştur. Bir hadisi şerifte de: (kadınları güzelliklerinden dolayı nikâhlamayın, çünkü güzellik geçici bir şeydir, malları için de evlenmeyiniz, zira mal onları, azgınlığa sevk edebilir. Ve lâkin dindar olanları arayınız ki çok hayır ve bereket bulasınız, dindar siyah bir kadın, dinsiz, imansız, güzel ve beyaz bir kadından daha hayırlıdır.) Diye buyurmuştur.
Cenabı hak hepimizi muttaki - takva sahibi - Allahtan sakınan-kullarından eylesin. (Âmin).

Takva: Allah korkusu... Bütün günahlardan kendini korumak; dinin yasak ettiği şeylerden kaçınmak

٢٣- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَلدُّنْيَا حُلْوَةٌ خَضِرَةٌ، فمَنْ أَخَذَهَ”ا بِحَقِّهِ بُورِكَ لَهُ فِيهَا وَرُبَّ مُتَخَوِّضٍ فِيمَا اشْتَهَتْ نَفْسُهُ لَيْسَ لَهُ يَوْمَ القِيَامَةٍ إِلَّا النَّارُ.
Eddunya hulvetun hadiratun femen ehazeha bihakkihi burike lehu fiha ve rubbe mütehavvidin fimeştehet nefsuhu leyse lehu yevmel-kıyameti illennaru...
Sahih Müslim c٢ s٣٢, meşarik c١ s٩٥
23- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Dünya, tatlı yeşil çekici bir nesnedir. Kim ki onu hakkıyla alırsa, o kimse için, o dünya mübarek kılındı, lâkin dünyaya ve nefsin şehvetlerine çok dalanlar vardır ki, kıyamet gününde onlara nârdan-ateşten başka bir şey kalmaz "

Açıklama: Gerçekte, dünya manzarası pek latif, tatlıca ve hoş cilveli bir şeydir. Bu dünyayı herkim ki meşru' bir surette hakkıyla kazanır ve hiçbir kimsenin hukukuna tecavüz etmeden namus ve alicenaplığı ile ve kendi çaba ve gayretiyle elde edebilirse, o dünya, ona mübarek ve hayırlı olur, yani, o dünyayı, Allah Celle Celâlhüh, ona hizmetkâr kılar, o kimse feyiz ve bereketlere, selâmet ve saadetlere erişir. Daha açıkçası; o dünyayı güzel kullanır ise hem kendine, hem de çevresine, vatanına ve milletine faydalı bir unsur olmuş olur.
Lâkin korkulur ki, nefis ve şeytan'a şehvet ve azgınlığa kendini kaptırır ve gayrı meşru' yollara saparak - nitekim insanların çoğu bu esarete düşmüştür - bu dünyayı kazanmak, milletin ve hükümetin haklarına tecavüz etmek ve her türlü alçaklıklara tenezzül ederek rahmet ve bereket yerine kahır ve lanete, selâmet ve saadet yerine belâ ve zarara düşerse neticede, hem dünyada bedbaht ve perişan, hem de ahirette rezil ve rüsvây olacaktır. Çünkü dünyanın gösterişi hakikaten güzeldir, renkler içinde “yeşil” ne kadar hoş ve tatlı ise dünya da öyledir. Fakat malum ya, yeryüzünü şenlendiren yeşilliklerin ömrü az olup bir müddet sonra nasıl sararıp solarsa, dünya da, tıpkı yeşillik gibi, çabucak yok olan bir âlem olduğundan, çok insanlar, tadına ve güzelliğine aldanıyorlar, dünya ve içindekilerinin sahibini bilemiyorlar, bulamıyorlar. Hakikatte dünya ve içindekilerinin hepsi, yüce Allahındır. İnsanlar, bu dünyayı kullanmaya geçici olarak Allah'ın vekilleridirler. İnsanlar bilmiyorlar ki, Allah Celle Celâlhüh, onları bu hatta imtihan etmektedir, tabi, imtihanı bazıları kazanır, bazıları da kaybeder. İnsanlar da bu dünyada ya insaf ve dirayetle hareket ediyorlar yahut hıyanet ve ahmaklıkla azab ve hüsrân'a maruz kalıyorlar. Bu dünya, âhiretin tarlasıdır; insan bugün ne eker ise, yarın onu biçecektir ki iyilik ise iyilik, kötülük ise kötülük. Allah cc, hepimizi hayırlara-iyiliklere eriştirsin, âmin.

٢٤- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَثِيبُوا أَخَاكُمْ، اُدْعُوا لَهُ بِالْبَرَكَةِ فَإِنَّ الرَّجُلَ إِذَا أُكِلَ طَعَامُهُ، وَشُرِبَ شَرَابُهُ، ثُمَّ دَعَيَ لَهُ بِالْبَرَكَةِ فَذَاكَ ثَوَابُهُ مِنْهُمْ
Esibu ehakum, ud'u lehu bil bereketi. Feinne-rracule iza ukile taamuhu ve şuribe şarabuhu sümme dea lehu bil bereketi fezake sevabuhu minhum...
Sünenu ebu davud, beyheki, Camiussağir c١ s١٥١

24- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Din kardeşinizin, size karşı yaptığı iyiliğe, siz de iyilikle karşılık veriniz; ona bereket ile dua ediniz, zira, bir kimsenin yemeği yenildiği, suyu içildiği vakit, sonra ona, bereket ve hayır ile dua edildi mi onlardan, onun alacağı sevap ve mükâfat, işte odur."

Açıklama: Bu hadisi şerif, bir soruya cevaptan ibarettir, şöyle ki: ashabı kiram efendilerimiz-peygamberimizin arkadaşları-, rasûli zîşân'a (Allahın şan-şeref sahibi elçisi) sormuşlar ve “Ey Allah’ın elçisi, biz, bir din kardeşimizin ziyafetine gidersek yahut onun bir iyiliğine nail olur isek, ona nasıl karşılık verelim?” dediler de, peygamberimiz onlara cevap olarak” mümin ve Müslüman kardeşlerinizden birinin davet ve ziyafetine varır ve sofrasına oturup yemeğini yer, suyunu da içerseniz yahut herhangi bir iyiliğine erişirseniz, ona karşı elinizden geldiği kadar ve hatta onun yaptığından daha fazlasını yaparak mükâfat ve karşılıkta bulununuz, şayet, karşılığını yapmak elinizden gelmezse, ona hayır ve bereket ile meselâ, “Allah ziyade etsin, bereket olsun, Allah razı olsun, sofranız açık olsun, Allah kapınızı kapamasın!” gibi dualarla dua ediniz, zira bir kimsenin yemeği yendikten, suyu içildikten sonra, misafirler onun hayır ve bereketinin, mal ve mülkünün, selâmet ve saadetinin çok olması için dua ederlerse, işte, onun alacağı en güzel mükâfat, budur. Misafirler de, kendilerine karşı yapılan iyiliğe, bir nevi karşılık vermiş olurlar. Hele din kardeşleri arasında yapılan ziyafetlere, emri bil maruf (iyiliği emretmek) ve nehyi an-il münker'lere (kötülükleri engellemek), yahut ilim tâlimlerine karşı mümkün olduğu kadar mükâfat ve mukabele yapılabilirse çok daha güzel olur; sevgileri, kardeşlikleri, dayanışmaları kuvvetlenir, kudretleri artar. Bununla beraber, bir din kardeşinden gördüğü bir fenalığa karşı fenalıkla karşılık vermez, “iki iyilik ve hayır ile karşılık verirse. İşte, şeriati muhammediyenin istediği şey de budur. Bunları yapabilenlerin imanları olgun; inançları kuvvetli, amelleri salih-duru, ahlâkları güzel, yani kabiliyetli ve olgun insan olduklarına alâmettir ki, bu da dinimizde (azimet) denilen bir kulluk mertebesidir. İyiliğe karşı iyilik etmek her kişinin kârıdır; kötülüğe karşı iyilik etmek er kişinin kârıdır.
Allah Celle Celâlhüh, hepimizi kendine kul, habibine (Sevgilisi Hz. Muhammed'e) ümmet eylesin, âmin!
٢٥- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إذَا تَزَوَّجَ أحَدُكُمْ فَلْيَقُلْ لَهُ: بَارَكَ الله لَكَ وَبَارَكَ عَلَيْكَ
İza tezevvece ehadukum, fel yekul lehu, barekallahu leke ve bareke aleyke...
Sünenu İbni Mace s١٣٨, sunen nesai c٦s١٢٨, Camiussağir c١ s٣١٦

25- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz evlendiği vakit, onun akraba ve kardeşleri, “yüce Allah seni eşin hakkında mübarek kılsın, eşinin geçindirme, yaşatma ve geçiminin iyi olması hususunda da, senin üzerine, bereket ve rahmet ihsan buyursun” diyerek dua etmelidir. "

Açıklama: Bu hayatta başlıca sevinç emellerimizden birisi de evlenmektir. Bir Müslüman bu hayra muvaffak oldu mu, onun ehli, yani yakın ve uzak akrabaları, komşuları, dostları, bildikleri bu sevince katılarak ellerinden gelen maddî ve manevî her yardımı yapacakları şüphesiz olmakla beraber, yeni kurulmakta olan bu yuvanın selâmet ve saadeti, kudret elinde olan yüce Allah'a, niyaz ederek - dua ederek” yüce Allah seni, eşin hakkında hayırlı ve mübarek kılsın, eşinin bütün ihtiyaçları hususunda da sana muvaffakiyet ve bereket, selâmet ve saadet ihsan buyursun!” demek suretiyle hayır dualar ederek tebrikte bulunsunlar. Zaten, bizde de âdet “tebrik ederiz, mesud-mutlu ve bahtiyar-iyi talihli olunuz, salık ve selâmetler dileriz” diyerek ve kutluyarak İslâmiyet ve insaniyet vazifemizi yapmağa çalışıyoruz. Kadın tarafı da tebrik edildiği zaman, onun için de hayır ve bereket dilemelidir.

Bir rivayette “Yüce Allah, her ikinizin arasını hayır ve muhabbet-sevgi, feyiz ve bereket ile birleştirsin” ilâvesi de vardır. Ancak iki tarafta bu hususa dair iyi niyet ve ihlas, ırzını dinini muhafaza, peygamberlerin sünnetlerini yerine getirme, Allaha kul ve peygambere ümmet olmak üzere, samimi nesiller yetiştirmek, dolayısıyla insanlığa, vatana ve millete hizmet etmek emel ve gayeleri başta gelen ilkeler olmalıdır. Cenabı hak kendimize ve çocuklarımıza hayırlı rızıklar ve kısmetler ihsan buyursun, âmin!
٢٦- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِذَا خَرَجَ أَحَدُكُمْ إِلَى سَفَرٍ فَلْيُوَدِّعْ إِخْوَانَهُ، فَإِنَّ اللَّهَ تَعَالَى جَاعِلٌ لَهُ فِي دُعَائِهِمْ البَرَكَةُ
İza ehrace ehadukum ila seferin fel yuveddi' ihvanehu. Fe innellahe teala cailun lehu fi duaihimul bereketu.
(Deylemi fi müsnedi firdevs, Camiussağir)

26- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz sefere - yolculuğa - çıktığında din kardeşlerine veda etsin, zira, yüce Allah, onların dualarında yolcu için "hayır - bereket", "canı koruma"yaratır... "

Açıklama: Bir kimse, uzak veya yakın bir yolculuğa çıkacağı vakit çevresinden, ailesinden, malından, akraba ve dostlarından uzaklaşacağı için, din kardeşleri ile vedalaşmalıdır. Yani Allaha ısmarladık ben gidiyorum Allaha emanet olunuz, bizi duadan unutmayınız., demek suretile onlardan dua istemelidir.

Onlar da yani geride kalanlar da, sünneti peygamberi âdeti ile “haydi, Allah sana selâmet versin, yolun açık olsun, rabbim elem-acı ve keder-üzüntü vermesin, güle güle git, güle güle gel” diyecekleri için, yüce Allah, yolcu hakkında din kardeşlerinin ettikleri duaları kabul buyurup o yolcuya selâmet ve saadet, feyiz ve bereket verecek, memnun ve mutlu olarak memleketine dönecektir. Gerçekte, yolculuk güçtür, yakın bir mesafe bile olsa, yine Cehennem ateşinden bir parçadır. İnsan, gurbet ağırlığını ve nefsine sıkıntı ve zorlukları, çoluk çocuğundan, dost ve arkadaşlarından mahrumiyeti seçmesi ve kabul etmesi, altı sebepten ileri gelmektedir:
1- Hacca gitmek için,
2- İlây-ı Kelimetullah (Allah’ın kelimesini yüceltmek) ve îzazi din (dini üstün yapmak) niyeti ile savaşa gitmek için,
3- İlim tahsili için,
4- Nefsini terbiye edip, olgunlaştırmak için, ,
5- Helalinden çoluk çocuklarının geçimlerini temin kapsamında ticaret için,
6- Din ve imanını, ırz ve namusunu korumak niyeti ile fitnelerden kaçmak için.
Bu altı sebepten dolayı hicret etmek makbul olup sefer-yolculuk etmek mübarektir.

Yolculukta birtakım faydalar vardır, şöyle ki:
İnsanın ibret nazarları açılır,
Tabiatı sertlikten çıkıp yumuşar,
Azgınlıktan imana, kibirden alçak gönüllülüğe döner.

Garipler ilahi sevgi dairesindedirler, rızkında feyiz ve bereket bulunur, Allah’ın yardım ve emanetine dâhil olur. Seferde, su ve hava değişimi sebebi ile sağlık ve afiyet de vardır. Enes Radiyallahü Anh, dedi ki, “Bir gün Allah’ın elçisinin huzuruna bir zât geldi ve (Ey Allahın elçisi, ben yolculuğa niyet ettim bana biraz azık verir misin? Dedi, peygamber efendimiz (yüce Allah sana takva versin) buyurdu. O zât dedi ki (biraz daha artır, yâ rasûlellâh-ey Allah’ın elçisi). Peygamber hazretleri: (Allah, Celle Celâlhüh, günahını affetsin) buyurdu. O zât, yine (anam, babam sana feda olsun, biraz daha artır, ey Allah’ın elçisi) deyince efendimiz: (nerede, nasıl ve ne zaman olursan ol, yüce Allah sana hayır ve bereketini bol ve kolay ihsan buyursun) diye dua buyurdu. Diğer bir yolcuya da:

Allahümme atvi lehül arda ve hevvin aleyhis sefer'e.

اللهم اطو له الَا رض، وهوّن عليه السفر
“Ey Allah’ım, yeri, (mesafeleri) onun için devir et, kısalt ve yolculuk meşakkat ve zahmetini de ona kolaylaştır!” diye buyurmuştur.
Cenabı hak yolculara selâmet-emniyet versin, âmin!


٢٧- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِذَا دُعِيَ أَحَدُكُمْ إِلَى طَعَامٍ فَلْيُجِبْ، فَإِنْ كَانَ مُفْطِرًا فَلْيَأْكُلْ، وَإِنْ كَانَ صَائِمًا فَليَدْعُ بِالبَرَكَةِ
İza duiye ehadukum ila taamin fel yucib. Fe in kane muftiran fel-ye'kul, ve in kane saimen fel-yed'u bil bereketi.
(Taberani fil kebir, meşarik, Camiussağir)

27- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz yemeğe-ziyafete- davet edildiği vakit, derhal icabet etsin (katılsın). Eğer, misafir -davet edilen kimse- muftır -yani, oruçlu değil ise, hemen oturup yesin, oruçlu ise onlara yani, hane ve sofra sahiplerine bereket ile hayır dua etsin..."

Açıklama: Bilindiği gibi, İslamiyet’te sehâ yani, hayra yönelik cömertlik yapmak, çok kabul gören ve çok rağbet edilen bir şeydir. Kendilerine farz veya vacip olan vergileri vermekle mükellef, kadın, erkek her Müslüman din kardeşlerinin yaralarına merhem olmağa gayret edecektir, maddeten ve manen yardım etmelidir. Hele fakirlere ve miskinlere, garip ve misafirlere bakmak, yemek yedirmek sünnettir. İslamiyet’te sofrası açık olan, yani, misafirperver Müslümanlar övülmüştür. Hatta “filân adam, iyi adamdır, çünkü sofrası açıktır” derler. Yemek yedirmekte, dinî, ahlâkî ve sosyal birçok faydalar vardır, özetle, karşılıksız olarak fukaraya yemek yedirmek de hakka dayanma, halka şefkat etmek vardır. Yemek yedirenler, müttakîler-takva sahipleri topluluğuna dahildir, bu vesile ile de peygamberler ve evliyanın -Allah dostlarının sıfatı olan sehâ “cömertlik”le de vasıflandırılmış olur. Kur'ani kerimde çeşitli ayetlerle cenabı hak (ıt'âmi taam-yemek yedirme) edenleri, yani, Allah rızası için yediren ve içirenleri övmüştur. İslam dininde bildirilmiştir ki, bir kimse kendi nefsi, çoluk çocuğu, ana-babası için sarf ettiği nafakalardan ve din kardeşlerine yedirdiği yemekten sorulmaz, başka yerlerde olan harcamalarından sorulur. Bir hadisi şerifte: bir kula ahrette üç şeyden hesap yoktur: sahur yemeğinden, iftar yemeğinden, din kardeşleri ile yediği yemeklerden) duyurulmuştur. Hz. Ali Radiyallahü Anh efendimiz buyurmuştur ki: “Bir tabak yemeği din kardeşlerime yedirmek, bana bir köle azat etmekten daha sevgilidir.” çünkü bu hal, ahlakın güzelliğine alâmettir. Şurası da bilinsin ki, yemeğin hayırlısı hazır bulunandır, yani ne bulunursa o hayırlıdır, külfete-zahmete gerek yoktur. Davetin edeplerindendir ki, hane sahibi, sabırlı fakirleri ve takva sahibi ve salih kimseleri davet etmelidir, gösteriş olmak için, fasık-günahı açıkça işleyen- ve zengin kimseleri davet, maksadı hayrı temin etmez. Davetten maksat, ancak sünneti muhammediyeyi gerçekleştirme ve yerine getirme olmalıdır. Misafirler de - davet edilen kimselerde - hane sahibi fakir de olsa, zengin de olsa, kibirlenmeden davete icabet etmelidirler. Nitekim peygamberimiz, bir kölenin ve bir fakirin davetlerine katılmışlardır. Davet yeri uzak ve yakın demeyip gitmelidir. Yalnız davet olunan yerde şeriata aykırı, hoş görülmeyen ve yasaklanmış şeyler olmamalıdır.
Allah Celle Celâlhüh, hepimizi haram ve o'nun hoşuna gitmeyen şeylerden korusun. Âmin.

٢٨- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِذَا رَأَى أَحَدُكُمْ مِنْ نَفْسِهِ اَوْ مِنْ أَخِيهِ مَا يُعْجِبُهُ، فَلْيَدْعُ لَهُ بِالْبَرَكَةِ فَإِنَّ الْعَيْنَ حَقٌّ
İza raa ehadukum min nefsihi ev min ahihi ma yu'cibuhu fel-yed'u lehu bil bereketi fe innel ayne hakkun.

(Buhari, Muslim, Ebu Davud İbn-i Mace, Taberani fil kebir, Meşarik, Camiussağir)

28- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biriniz, kendi nefsinde yahut malında yahut kardeşinde -öz kardeşinde, ya din kardeşinde - hoşuna giderek beğendiği güzel bir şey görecek olursa, onlara bereketle hayır dua etsin! Zira nazar (isabeti ayn) gerçektir, vardır..."

Açıklama: Malum ya, insan bu dünyada çok şeyler görür, kimisini beğenir, kimisini beğenmez, bazısı hoşuna gider, bazısı gitmez. Bunun üzerine kendi nefsinde veya malında yahut başkasında bir şey görüp te beğendiği ve hoşuna gittiği zaman “gözünden bir zarar isabet etmek ihtimaline binaen” o kimseye veya o şeye bereket ile dua etmeli ki, gözlerin zararlı tesirinden korunmuş olsun. Zira isabeti ayn “nazar değme” haktır, inkâr edilmez. Gözlerdeki tesir hiç inkâr edilir mi “ister kötü nazar, ister iyi nazar şeklinde olsun. “bak, bir insan, karşısındakinin hiçbir yerine bakmadan ilk evvel gözüne yüzüne bakar, gözlerinden her şeyi anlamaya çalışır. Hatta hayvanlar bile, her şeyi insanın gözlerine bakmak sureti ile anlamağa uğraşırlar. Dikkat et ki, insanın gözünden akan yaşlar, eğer üzüntüden meydana gelirse hem soğuk, hem de acı olarak akar; eğer sevinçten geliyorsa hem sıcak, hem tatlı olarak gelir! (Allah’ü Ekber). Hele bir çeşit yılan vardır ki, hasmını “sokmak, vurmak, ısırmak gibi vasıtalar ile değil de” ancak nazariyle öldürür. Nitekim Hindistan’da bu çeşit yılanlar vardır. Kaplumbağaya da baksan a, - tosbağa - bu mahlûk, yumurtalarını hava akımından korunmuş olan yeraltında, çukur bir yere saklar, tüyleri olmadığından, bıraktığı yumurtaları ısıtmak için gözlerinden neşrettiği hararet ile baka baka yavru çıkartıyor! Sânii âlem-âlemi sanatlı yaratan Allah- nazarında bütün eşya aynıdır. Eşyanın birbirinden farkı, ancak ilahlığının, o eşyaya tahsis buyurduğu birtakım özellikler ve alametler ile olduğundan, büyüklüğü ve kudreti tecelli etmektedir-gözükmektedir-. “fesübhânellahil azîm - yüce Allah her türlü eksiklikten uzak ve bütün üstün sıfatlara sahiptir”.

Biz bu konuyu biraz daha açıklayâlim; şöyle ki:
“nazar”, cenabı Allah’ın, insanın nefsinde yarattığı öyle bir tesirli kuvvettir ki “sui nazar -kötü nazar”- olursa canları, malları helak edeceği gibi “hüsnü nazar-iyi nazar” olursa canları, malları ıslah ve ihya eder. İnsanlarda her zaman görmekte olduğumuz acayip ve garip fiillerin başlangıcı, hep bu tesirin görünüşüdür.

Bilmelidir ki “isabeti ayn “göz değmesi” iki türlüdür:
Birisi fıtrî'dir, yani, insanın yaratılışında saklı olup nefsinin kötülük ve alçaklıktan ve bilhassa, insanın hasedinden -fazla hırs- ve kasten bir şeye veya bir kimseye kötü nazarla bakmasından meydana gelen bir isabettir. Bu kötü nazarın isabeti çok dehşetli ve helak edici olur ki, insanı mezar'a, deveyi de kıdra - yani çömleğe, tencereye- sokar. İkincisi, kesbidir ki riyazet ederek-nefsi terbiye ederek ve kalbi Allah'tan başka şeylerden temizlemek sureti ile sonradan kazanılan isabettir ki, bu bir güzel isabettir, bir iyi nazar'dır ve bu bakışta, şüphesiz, merhamet ve rahmet, feyiz ve bereket vardır, nitekim nebilerin-peygamberlerin, velilerin, salihlerin, kâmil olan âlimlerin gözlerinde hüsnü-iyi tesir vardır ki, baktıkları şahıslar ve eşyada hayat ve şifa meydana gelir, şimdi, hadisi şerifte korunulması emrolunan nazar, asıl bizi korkutan “kötü nazar”dır. Bunun için bir hadisi şerifte peygamber efendimiz: (bir kimse gördüğü bir şeye hayret eder ve hoşuna giderse, nazarının kötü tesirinden onu korumak için

مَا شَاءَ اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَا بِاللَّهِ ۚ اللَّهُمَّ بَارِكْ فِيهِ
Mâ şâel-lah, lâ kuvvete illâ billah, Allahümme bârik fîhi!

Diyecek olursa baktığı şeye zarar da değmez. Diye buyurmuştur.
Manası: Allah ne dediyse o olur, taat'a kuvvet gelmek, gözün kötü tesirinden korunmak ancak cenabı hakkın kuvveti ve koruma kudretiledir yâ Allah, sen ona rahmet, hayır ve bereket ihsan eyle! Demektir. Bizim memlekette, halk, bir şeye baktığı zaman gözünün dememesi için;

مَا شَاءَ اللَّهُ بَارِكْ اللَّهُ
“Mâşâellh, bârekellah” derler ki, ne güzeldir! Peygamber efendimiz de zaten bunu buyuruyor. Diğer bir hadisi şerifte: (gözde öyle şiddetli tesir vardır ki ulu dağları devirebilecek kadar kuvvete sahiptir.) Buyurmuştur. Diğer bir hadisi şerifte: (Göz demesi haktır gerçektir, cenabı hakkın kaza ve kaderini bozacak bir şey olsaydı, “isabeti_ayn” göz demesi olurdu. Buyurmuştur. Lâkin hakkın takdirini elbette hiçbir şey bozamaz.
Buraya kadar bir kimsenin gözünün değmemesi için, peygamber efendimizin mübarek tavsiyelerini öğrendik, şimdi, isabeti ayn, -kötü gözden- kendini veya çocuklarını, mallarını korumak için ne yapmalıdır? Buhâri Şerif’te-İmam-ı Buhari’nin hadis kitabı- açıklandığı şekilde, peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem, torunları hazreti hasan ile Hüseyin Radiyallahü Anh’i gözden ve diğer zararlı şeylerden bu dua ile korumaya çalışırdı ki, bu husus Ümmet-i Muhammed’e öğretilmiştir. Dua budur:

أعوذُ بكلماتِ اللهِ التامَّةِ، مِن كُلِّ شيطانٍ وهامَّةٍ، ومِن كُلِّ عَيْنٍ لَا مَّةٍ
(euzu bikelimâtillâhit tâmme, min külli şeytanin ve hâmme ve min külli ayn'in lâmme).
Manası: Bütün ilahi kelimelere, özellikle Kur'an-ı Âzîmüşşân'a vesile ederek, tüm insan, cin ve şeytanların şerlerinden ve bütün zehirli ve zararlı “yılan, akrep gibi” haşarattan ve bütün isabet edici gözden “kötü nazardan” veyahut insanın şuuruna zarar getirecek olan her şeyden, yüce Allah’ın korumasına ve emânetine sığınırım, demektir.

اللَّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
Allahu hayrün hafızan ve hüve erhamür-râhimin!
Allah hayırlı koruyucu ve o merhametlilerin en merhametlisidir.

كُلُّ الحَوَدِّثِ مَبْدَؤمِنْ النَظِرِ
وَمُعْظَمُ النَّاسِ مُسْتَصْغَرِ الشَّرَرِ
كَمْ نَظْرَةٍ فِي قَلبٌ فَاِلِهَا
فِعْلَ السِّهَامِ بَلَا قَوْسٍ وَلَا وَتْرِ
Yani, bütün hadiselerin başlangıcı hep nazardandır, büyük yangınların da başlangıcı ufak bir kıvılcımdan meydana gelir, nice nazarlar var, sahibinin kalbinde öyle tesir ve faaliyet icra eder ki, ok ve yay ve kiriş olmadığı halde, isabet ettiği kimseye, ok gibi işleyerek, onu yaralar ve belki yok da eder.
Bir hadisi şerifte, peygamber efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem “cüzzam” olan bir hastaya gözünüzü dikip sürekli bakmayınız, buyurmuştur ki, bu bakışta, elbet, etkilenme olacak ki peygamberimiz buna razı olmuyor.
İsabeti ayn-göz değmesi hakkında bir örnek: “jon villi klark”, babası Hintli, anası İngiliz olan bir adamdır ki yaptığı hârika ile bu gün her yerde kendisinden söz ettirmektedir.
J. W. K. in gözleri o kadar keskin, nüfuzlu ve tesirlidir ki, erkekleri beş, kadınları üç saniyede bayıltıyor; bu tecrübenin yapılması için de loş bir oda yeterli gelmektedir. J. W. K. Bütün fen adamlarını şaşırtan bir harika daha göstermiştir… O da, sekiz dakika kadar, büyük bir buz parçasına gözlerini dikmiş ve buz parçasını tamamen eritmiştir. Uyutma meselesi de malumdur. Bir kimse, diğer bir kimsenin gözüne baka baka uyutması demektir ki denenmiştir. (hipnotizma).

٢٩- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِقْرَؤا سُورَةَ الْبَقَرَةِ فَإِنَّ أَخْذَهَا بَرَكَةٌ، وَتَرْكُهَا حَسْرَةٌ، وَلَا تَسْتَطِيعُهَا الْبَطَلَةُ
İkrauu suretel bakarate feinne ahzeha bereketun, ve terkuha hasratun, vela testetiuha-l bataletu.
(Tac Camiul Usul, Müsnedu Ahmed, Taberani, Fil Kebir, Ebu Yala, Müsned, Beyhaki, Fi Şabul İman, Camiussağir)

29- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Bakara Sûresi’ni okuyunuz. Zira o sûreyi okumak ve gerekeni ile amel etmek berekettir, terk etmek ise -dünyada ve ahirette- hasrettir. “Batale” sihirbaz olanların buna kudretleri (güçleri) yetmez."

Açıklama: Bu şerefli sürede - bakara suresinde - itikad-inanç, amel ve ahlâka dair birçok faydalı hükümler bulunduğundan bu süreyi okumaya ve gerekleriyle amel etmeye devam ve sebat edenlere, cenabı hak, çok feyiz ve bereket vereceğini şanı yüce olan peygamberimiz bize haber veriyor. Aksi ise, sevap ve mükâfatı, feyiz ve bereketi kaçırıp kaybetmekte de teessüf -hayıflanmak ve nedamet- pişmanlık vardır. Bu mübarek süreyi okumaya, gereğiyle amel etmeye, “batale”, yani sihirbazlar -büyücüler- haktan kaçan, batıl'a koşanlar kudretyâb- gücü yeten olamazlar.
Diğer bir manaya göre de “batale” demek, tembel, miskin ve ehil olmayanlardır.

Başka bir manaya göre de belağat ve fasahat ile öne çıkan eden âlimler, bu süreyi şerifeyi temsil ve tanzîr'e muktedir değildirler. Çünkü Kur’an-ı Kerim, bir ilâhî mucizedir. Bu hadisi şeriften anlaşılıyor ki Bakara sûresini okuyanlara sihir tesir etmez. Diğer bir Hadis-i Şerifte: “Evlerinizi kabristan yapmayınız, hangi bir ev ki o evde bakara suresi okunursa, şüphesiz, o eve şeytan giremez! buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i Şerif’te de “Bakara Sûresi, Kur'an-ı Kerim’in hükümlerini çoğunu içermesi ve detaylandırması yönünden, bütün Kur'an-ı Kerim sûrelerinin en faziletlisidir.” Buyuruldu. Gerçekte, Bakara Sûresi, hiçbir sûrenin içermediği birçok ilimleri ve şer'î meseleleri ve geçmiş milletlerin tarihini ve birçok ilahiyat bahislerini içerdiğinden, çok mühimdir. Hele, şu Hadis-i Şerif’e bir bak! “Kur'an-ı Kerim’i okuyunuz, zira Kur'an-ı Kerim, kıyamet gününde, sahiplerine şefaat edecektir. Özellikle, o günde, sahiplerinin - okuyup hükümleri ve ahlâkıyla amel edenlerin - başlarında bulut gibi gölge edecek olan “Bakara Sûresi ile Âli İmrân” Sûresi Şerifelerini her durumda okuyunuz.” Buyurulmuştur. Bakara süresinin ilk ayetleri “Elif lâm, mim zâlike”den “müflihun”a kadar ve sonundan iki âyet ki “âmener rasûlü”den “alel kavmil kâfirin”e kadar. Bunların havas ve faidelerine had ve sınır yoktur.

Özellikle âmener rasûlüyü sabah ve akşam okunması hakkında çeşitli hadisi şerifler vardır ki ya kitapları okumak veya âlimlerimize sormak lâzımdır. Yüce Allah (c), cümlemize okumak ve amel etmek nasip buyursun, âmin.

٣٠- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَمْلِكُوا الْعَجِينَ، فَإِنَّهُ أَعْظَمُ لِلْبَرَكَةِ
Emlikul-acine fe-innehu e'zamu lil-bereketi.
(İbul Esir Finnihaye, İbnu Adiyy Filkamil, Camiussağir)

30- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Hamuru - biraz su ve un katmak suretiyle - yenileyiniz, - çok yoğurup - kuvvetlendiriniz. Zira -hamurda yapacağınız- bu ameliyat bereket oluşması için en büyük bir çare ve vasıtadır."

Açıklama: bir hadisi şerifte hamurkârlık sanatına dair bir takım incelikler vardır ki, fırıncılar ve unlu şeylerle meşgul olanlar için büyük bir derstir. Gerçekte, her işin, her sanatın bir ehli vardır ya; işin ehli olmayanlar yaptıkları şeyleri iyi yapamazlar, kusurlu yaparlar ve kimseye beğendiremezler, dolayısıyla o işten de istifade edemezler ve neticede iflâs edip sermayelerini mahvetmiş olurlar. İşte, ekmek, pide, börek, kurabiye, çörek, simit gibi undan yapılan her şeyin erbabı-ustası-ehli olmakla beraber, bunların hamurlarını iyice yoğurmalıdır. Bir şeyin hamurunu, un veya su katmak suret ile biraz da fazlaca yoğurmak ve hamurun kabarmasını beklemekle, o şeyin iyi, feyizli ve bereketli olmasını temin eder. Nitekim Türkçemizde “iyi “yoğurulmamış, iyi pişmemiş; güzel yoğurulmuş, çok güzel pişmiş” derler.

Ek bilgi: Bu hadisi şerifteki konuya, bir derece, teması-ilgisi münasebet ile burada ek bilgi olarak bir iki satır yazmayı faydalı buluyorum: sanatkârlar olsun, esnaf olsun, bir işi meydana getirirken çok itina-özen göstermelidirler. İşin yapılmasında çok önem verilecek noktalar vardır:
1- O işi mümkün olduğu kadar kusursuz yapmak,
2- Onu itina ve özeniş ile meydana getirip halkın takdirini kazanmak (yani, halka beğendirmek) ve bu suretle halkın nazarında en yüksek derecede oluşturacağı iyi intibadan- etkiden devamlı surette istifade etmesini bilmek.

Ne yazık ki, bizim hamurkârlardan bazıları bu mühim noktalara hiç aldırış etmedikleri görülüyor. Bazı açıkgözlü, uyanık esnaf ve sanatkârlar - hele ecnebiler - işlerinde son derece temizlik ve düzene riayet ve gerek meydana getirdikleri işten, gerekse iyi davranışlarından müşterilerini memnun ediyorlar. Tabi ki, bu hareket tarzıyla hem müşteri memnun kalır, hem de satan kazanır. Biz, acaba, neden bu güzelliklere, böyle özenişlere önem vermiyoruz! Üstümüze başımıza, kaplarımıza, peştamallarımıza-önlüklerimize, tezgâhlarımıza, örtülerimize dikkat etmiyoruz, hele ellerimizin, tırnaklarımızın temizliğine. Hiç bakmıyoruz! Şüphesiz, bu vaziyette müşteriler memnun kalmaz ve bir daha da oraya uğramaz. İşte, böyle ince, sade ve sıhhî olan bu noktalara önem vermeyişimiz, biraz da azim ve kararlılıktaki eksikliğimiz, gerilerde kalmamıza sebep olmuştur. Acaba, bizde ilerleme ve gelişme kabiliyeti mi yok? Hayır, yanlış düşünce; bilakis, bizdeki yetenek ve kabiliyet çok geniş ve pek yüksektir, ama tembellik ve lakaydi-umursamazlık yakamızı kıramıyor. Artık, fakirlik ve tembellik temeli olan bu fena huylardan silkinmek ve yükselme yolunda asrın gidişatına ayak uydurmak gerek.

٣١- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ الله تَعَالَى أَنْزَلَ بَرَكَاتٍ ثَلَا ثًا: اَلشَّاةَ وَالنَّخْلَةَ وَالنَّارَ
İnnellahe teala enzele berekatin selasen, eşşate, ven-nahlete ven-nara.
(Taberani fil-Kebir, Camiussağir)

31- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Şüphesiz, yüce Allah Celle Celâlhüh, bereket sebeplerinden bu üç şeye vasıta ve sebepler yönünden de bereket indirdi. Onlar da, koyun, hurma ve ateştir."

Açıklama: bu hadisi şerifin söyleniş sebebi, almin övüncü efendimizin amcası ebu talib'in kızı ve hazreti ali ra'in ana ve baba bir hemşiresi (ümmü hâni) ra'dır..ümmü hâni dedi ki: “bir gün rasûlüllah hazretleri benim evimi şereflendirdi, ve (ben, senin evinde bereket vasıtalarından hiç birini görmüyorum.) Buyurdu. Ben de “ey Allahın elçisi, hangi bereketleri kastediyorsunuz?” dedim. Efendimiz, bu hadisi şerif ile cevap vererek koyun, hurma ve ateştirdiye buyurdu. [1].

Gerçekte, bu üç nimetin bir evde bulunması, o evin içinde bereket ve bolluk, azık ve katık bulunduğuna şüphe edilmez. Müslümanlar, bu hadisi şeriften faydalanarak, mümkün olduğu kadar, evlerinde bu üç nimeti bulundurmaya gayret etmelidir, çünkü, yukarıda, geçtiği şekilde, bir koyun bir bereket, iki koyun iki bereket, üç koyun çok berekettir. Hurma da öyledir. Mükemmel ve lezzetli bir gıdadır. Hurma ve biraz su ile yaşayan, halen çok insanlar vardır. Hurma hem azık, hem katık, hem de tatlıdır, insanın en büyük ihtiyacını karşılayan kıymetli bir nimettir, bir evde bulundu mu, o ev halkı fakirlik ve sıkıntıya düşmez. Gelelim ateşe o da büyük bir nimettir. Burada, kastedilen ateşin kendisi olmakla beraber, ateşin aslı esası olan odun ve kömürdür. Şüphe yok ki, bir evde odun ve kömürün bulunması o evin en büyük ihtiyacı karşılanmış olur ki bereketin ta kendisidir. Âlemin nizamı, ancak, bu ateş ile ayaktadır. Odun, kömür, maden kömürü, elektrik, havagazı gibi maddeler ne büyük nimet ve berekettirler. Ekmeğimizi onlarla pişiririz, sularımızı onlarla kaynatırız. Yemeğimiz, kahve ve çayımız, özetle her şeyimiz onlarla temin edilmekte olduğu gibi, soğuktan da kendimizi onlarla korumaktayız. Allah cc bizleri bu nimetlerden mahrum etmesin, âmin!
[1] biz bu bahsi “Ümmü Hâni” namındaki eserimizde izah etmişizdir.

٣٢- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ اللَّهَ يَبْتَلِي العَبْدَ فِيمَا أَعْطَاهُ، فَانْ رَضِيَ بِمَا قَسَمَ اللَّهُ لَهُ بُورِكَ لَهُ فِيهِ وَوَسَّعَهُ، وَإِنْ لَمْ يَرْضَ لَمْ يُبَارَكْ لَهُ وَلَمْ يَزِدْ عَلَى مَا كُتِبَ لَهُ
İnnellahe yebtelil abde fima a'tahu, fein radiye bima kasemallahu lehu burike lehu fihi ve vesseahu, ve in lem yerda lem yubarak lehu ve lem yezid ala ma kutibe lehu.
(Beyhaki fi şa'bul iman, Camiussağir)

32- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Şüphesiz, Allah cc, size, lütuf ve yardımından vermiş olduğu rızık ve nimet ile sizleri imtihan ediyor. Eğer, kul 'cenabı hakkın size paylaştırıp verdiğinimete razı olursa, o nimet ve rızık, “min tarafillâh-Allah tarafından” o kimse için mübarek kılındı ve genişletildi. Eğer, o kul “nahnü kasemnâ-biz paylaştırdık”ya razı olmayıp - hırs, tâmâ'-aç gözlü, hased ederek kulların haklarına saldırırsa - onun için o nimet hem mübarek olmaz, hem de âleme rızık veren Allah, verdiğini artırmaz. "

Açıklama: İslâm dininde, her Müslüman, her hususta helalından nafakasını elde etmek için elinden gelen gayreti sarf etmesi şarttır. İslamiyet’te tembellik, miskinlik, dilencilik yoktur. Ezelde yüce Allah'ın her insana ayırıp takdir buyurduğu rızık, ne ise, işte onu elde etmek için çalışmak lâzımdır. Ama az, ama çok. Biz onu bilmediğimiz için, hiç ölmeyecekmiş gibi normal şekilde - ifrat ile değil, sınırı aşmadan - çalışacağız, yarın ölecekmiş gibi de hakka-Allaha ibadet edeceğiz. Bununla beraber, ezelde ne takdir edilmişse o, fazla ve noksan olmaz, ona iman ve itikad etmek-inanmak gerektir. Bir kimse, çalışıp çabaladıktan sonra helâlinden eline ne geçerse ona razı olacak, eğer razı olursa feyiz ve berekete ulaşır ve bu sebeple rızkı genişlemiş olur. Yok, eğer, eline geçene razı olmaz da kendinden aşağılara bakmayıp' yukarılara bakar ve haline şükür etmezse, içinden, yüce Allah'a küserek ne için filan kimseye bol verdin de bana vermiyorsun! Demeye başlarsa, işte o zaman, eline geçen nimetin bereketini göremez ve feyzi ilâhîden mahrum kalır, çünkü, şükrünü feda ve yerine getirecekmiş gibi, bol rızka kendini ehil görmüş olur! Halbuki, şükrü yerine getirilmeyen nimetler yok olmuştur. Artık zavallıya öyle bir hırs gelir ki, haddinden fazla çalışarak uyku ve istirahatini, dolayısıyle sıhhatini feda ederek ömrünü tüketir, kederden tasadan beli bükülür, kamburu çıkar, alnı çatlar, âsâbı bozulur, nihayet yüce Allaha karşı kulluk vazifesini yapamaz olur, hayır ve sevaplardan mahrum kalır ve bu dünyadan iflas etmiş olarak çıkar gider. İstediğine kavuşamadığı gibi dünya ve âhiretini de mahvetmiş olur.
“el iyâzü billâh-bu halden Allaha sığınırız”

٣٣- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الْبَرَكَةُ فِي الْمُمَاسَحَةِ
El bereketu fil mumasahati.
(Sünenu Ebi Davud, Muvatta' Li İmam Malik, Camiussağir)

33- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Mümasaha (musafaha) -el ele tutuşmak- da bereket vardır."

Açıklama: Bu musafaha, alış veriş esnasında olduğu gibi, başka muamelelerde de olur, müntahaptır. Hele müminlerin birbirlerine, cuma ve bayram günlerinde ve diğer vakitlerde rastladıkları zaman, herhalde elleriyle ve kalpleriyle, musafaha etmeleri sünnettir. Bu musafahayı, bizden yabancılar da almışlardır. Onlar da birbirlerine rastladıklarında musafaha ederler. Bir hadisi şerifte (musafaha ediniz; eğer, kalplerinizde karşınızdakine, kin, buğz ve adavet-düşmanlık gibi şeyler varsa bu sebeple yok olur.) Buyrulmuştur. Gerçekte, İslâmiyette müsafaha eski bir sünnettir. Peygamber efendimiz bir hadisi şerifinde musafahanın şeklini bile tarif buyurmuştur. Şöyle ki: (ey ümmetim, siz musafaha ettiğiniz vakitte, birbirinizin başparmaklarınızı avuçlarınızla tutunuz ve iki el ile musafaha ediniz, zira o başparmakta bir damar vardır ki muhabbet denilen şey oradan yayılır.)
Diğer bir hadisi şerifte de (musafaha ediniz ki sevişesiniz) buyuruyor, tecrübe edilmiştir. Musafahada öyle akıcı br hassa-özelik vardır ki el ele tutuşanlar elbette sevişirler? Bu konuya dair birkaç hadisi şerif daha ilave edeceğimi yine fahri âlem efendimiz (kim ki din kardeşleriyle musafaha etmek için elini hareket ettirirse, o kimsenin günahları dökülür.) Buyurdu. Şurası da bilinmelidir ki, eller arasında mendil, elbise, elbisenin yeni, eteği gibi bir şeyi örtü ve engel bulunmamalıdır. Nitekim, şimdiki âdette, el ele tutuşacak kimseler, ellerindeki eldivenleri çıkarıyorlar ki bizim usulümüze uygundur. Bununla beraber musafahada önce yapılacak şeyler vardır: müslümanlar birbirleriyle karşılaştıklarına, evvelâ selâm verecekler, sonra musafaha edecekler, musafaha ederlerken de peygamber efendimize “salat ve selâm” dahi getireceklerdir. İslamiyette musafaha sünnettir, ama ya eli temiz olmayan kimseler ile musafaha edilecek midir ve nasıl musafaha edilir? Biz bu hususu, basılmak üzere bulunan (temiz eller, temiz ellerin hayatta kıymet ve ehemmiyeti) adlı eserimizde açıkladıımız için, burada detaylandırmaya mecal-güç yokdur. Cenabı hak bu eserin basımına beni muvaffak-başarılı buyursun, âmin.

٣٤- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: تَحَوَّلْ إِلَى الظِّلِّ فَإِنَّهُ مُبَارَكٌ
Tehavvel ilezzilli feinnehu mubarakun.
(Hakim fil müstedrak, Camiussağir)

34- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Gölgeye dön -yerini değiştir- zira gölgeye gelmek mübarektir!"

Açıklama: Güneş, bütün yaratıklar için pek büyük bir nimettir, bir hayat vasıtasıdır. Allah'ın ilahi büyüklüğünü ve noksansız kudretini gösteren bir âyettir. Erzakımız, meyvelerimiz, her türlü ürünlerimiz, her şey o güneş ile kemal bulur-tamamlanır, ondan lezzet alır. Özet olarak -kâinatı nurlandıran odur. Bununla beraber güneşin fazlaca tesir etmesiyle bazen zarar da meydana gelir, meselâ: havalar kurak giderse bütün ürünleri yakar kavurur, insanı da eğer güneş çarparsa öldürebilir de. Güneş çarpmasında, sıcaklık beyin'e tesir eder ve tehlikeli olur. Güneşin tenimize fazla tesiriyle derimiz kızarır, yanar, soyulur ve şiddetli yanmalar meydana gelir. Onun için, sıcak memleketlerde güneşin sıcaklığından beyni korumak için başlarına kalın ve beyaz bezler sararlar. Biz de şemsiye kullanırız.
Bu hadisi şerifin söyleniş sebebi şöyledir: Ashabı kiramdan (Ebu Hâzim) Radiyallahü Anha, namında çok takdir edilen bir kişi diyor ki “ben bir gün güneşte - Arabistan'da güneşte - oturuyordum, hava da çok sıcak idi, peygamber efendimiz, benim güneşte oturduğumu görünce bana hitaben: (ey güneşte oturan kişi, kalk oradan, yerini değiştir, gölgeye gel, zira gölgede ve senin gölgeye gelmende çok bereket ve menfaat vardır.) Diye buyurdu. Âlemin doktoru peygamber efendimiz, bu kişinin güneşte oturmasında elbette sıhhî bir mahzur görmüş olacak ki onu, güneşte oturmaktan, men' ve gölgeye dâvet etmiştir. [teşemmüs-güneşleme-güneş çarpması] sav.

٣٥- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَلْحَلِفُ مَنْفَقَةٌ لِلسِّلْعَةِ مَمْحَقَةٌ لِلْبَرَكَةِ
Elhilfu menfeatun lissilati, memhakatun lil beraketi.
(Buhari, Müslim, Sünenu Ebi Davud)

35- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Yalan yere yemin etmek, gerçi eşyanın sürümünde - satışında - fayda verir gibi görünür, ama gerçekte, o alış verişin bereketini eksiltir veya büsbütün giderir. "

Açıklama: Bu hayatta herkes, şüphesiz, alış veriş ile meşgul olmak mecburiyetindedir, çünkü insan ya satıcıdır, ya alıcıdır yahut hem alıcı, hem satıcıdır. Bu alış verişlerde yemin etmek çoğu satanlarda olur. Onlar müşteriyi kandırmak ve aldatmak için hiç korkmadan ve utanmadan, yalan yere yemin ettikleri de olur. Bu hadisi şerif ile hazreti peygamber efendimiz ümmetini böyle haksız yere, yalan yere yemin etmeyi yasaklıyor; ümmete de yakışan, yeminin tehlike ve zararlarını düşünerek, yemin etmekten sakınmalıdır, daima doğruyu söylemelidir. Mümin olan kimse (gerçekten inanmış), cenabı hakkın kaza ve kaderine iman edip razı olduğu için, ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, kaderden daha fazla olmayacağı bilir ve bildiği için de yemin edemez ve etmemelidir.

Yemin demek, “Bir haberin iki tarafından birini kuvvetlendirmeği kastederek
-vallahi, billahi diyerek- yemin etmesidir ki, bu da üç kısımdır.

1- “Yemini lavğ-boş yemindir ki, zan üzerine gerçek dışı edilen yemindir. Meselâ, bir kimse, borcunu vermiş zannederek “vallahi ben borcumu verdim, onun bende alacağı yoktur” diyerek ettiği yemindir, sonra borcunu vermediğini hatırlarsa, bu yeminin keffareti yoktur, çünkü hata üzerine yemin edildiği için cezası yoktur.

2- “Yemini mün'akide-akitli yemin”dir ki; meselâ, “vallahi ben filanın evine bir daha gitmem veya vallahi ben filan ile bir daha konuşmam” diye yemin eden bir kimse, o filan ile konuşur veya o filanın evine giderse yemini bozulur. İşte bu yemine keffaret lâzım gelir. Keffaret, ne demek olduğunu öğrenmek isteyenler, ya kitabını okusunlar yahut âlimlerimize sorsunlar, çünkü uzun bir konudur.
Keffaret: bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen cezalardır (köle azadı, fakir yedirme giydirme, oruç gibi).

3- “Yemini gamus-ağır yemin”dir ki kebâir denilen büyük günahlardandır. Meselâ, bu yoğurt, silivri yoğurdu olmadığını bildiği halde “Silivri yoğurdudur” derse yalandır, yalancı cezasını giyer. “vallahi Silivri yoğurdudur” diyerek yemin de ederse, gerçeğe aykırı olarak yemin ettiği için, hem yalandan hem de yalan yere yeminden ceza yiyecektir. Çünkü gerçeğe aykırı bir şeye - yani yalan yere - cenabı Allah’ı şâhid tutmaktır ki, bunun kadar büyük bir cür'et ve sapıklık olmaz. Yani o kimsenin iddiası “cenabı hakkın varlığı nasıl hak ise, benim davam da hak ve doğrudur, bu iddiama Allah ta şahittir” demek istiyor! Neuzu billâh!-Allaha sığınırız, yemini gamus; sahibini gamseder, yani, böyle yemin edeni adamakıllı günah deryasına batırdığı için, “yemini gamus” denilmiştir. Bu türlü yemin eden, cenabı hakkın izzet-üstünlük ve azametine-büyüklüğüne saldırmış, Allah’ı tâzîm-hürmet ve tekbir edeceği-büyüteceği yerde, tahkir-hakaret ve tasgir eylemiştir-küçültmüştür. Ve cenabı hakka yalancılık yüklemiştir ki, bunun cezası pek ağırdır, hattâ, keffareti de yoktur. Keffareti, ancak, nâr'ı cahîmdir-cehennemdir.
Neuzu billahi taalâ min hazâ! Bundan yüce Allaha sığınırız.

٣٦- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ فِي الرِّفْقِ الزِّيادَةُ والبَرَكَةُ، وَمَنْ يُحْرَمِ الرِّفْقَ يُحْرَمِ الْخَيْرَ
Errifku bihizziyadetu vel bereketu ve men yuhramirrifka yuhramilhayra.
(Buhari, Müslim, Sünenu Ebi Davud)

36- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Rifk ve mülâyemet (yumuşak ve talîlîk) ile muamelede (karşılıklı ilişkilerde), bolluk ve bereket vardır. Kim ki bu rıfk ve mulâyemetten mahrum olursa, hayır ve bereketten de mahrum olur."

Açıklama: “Rıfk”, şiddetsizlik, yani yavaşlık ve yumuşaklık demektir ki, herkesle muamelede-karşılıklı ilişkilerde güzellik, kolaylık ve nezâket göstermektir. Bu ahlâk, peygamberlerin evliyanın-ermişlerin, salihlerin ahlâkıdır. Şer'an-dinen, aklen ve hikmeten, güzel ve hayırlı olan ve hiçbir zararı ve fenalığı olmayan konularda uygunluk ve uyum göstermektir. Nitekim, rasûli ekrem efendimiz, bir hadisi şerifinde (rıfk ile ahlaklanmak, hikmet ilminin başıdır.) Buyurmuştur. Gerçekte her iş rıfk ve nezâketle düzen bulur, bütün herkes bununla ıslah olur. Süfyan'i sevrî ra, dedi ki: rıfk neye derler, bilir misiniz? Her şeyi yerli yerine koymaktır ki, sertlik gereken yerde sertleşmek, yumuşaklık lâzım gelen yerde de yumuşamak, icabında kamçı, lüzumunda silâh kullanmaktır. Zemahşeri keşşaf da: “öyle işler vardır ki, orada rıfk olmaz, bilâkis, şiddet lâzımdır. Meselâ, bir yaraya ameliyat yapmak lâzım geldi mi, mutlaka neşteri bıçağı - vurmak gerekir.” demiştir. Âlim ve hakîm olan bir zat ta “rıfk ve mulâyemetten-yumuşaklıktan sonra sertleş, fakat, sertlikten sonra, sakın yumuşama, çünkü, rıfktan sonra şiddet, izzettir, yumuşaklık ise, zillettir.” demiştir ki ne kıymetli bir nasihattir!

Rıfk denilen huy, kimde bulunursa, o kimse muradına erişir, her belâ ve musibetten emin olur. Gerçekte rıfk, gazapla-rı teskin, düşmanları dost ettiği halde şiddet ve sertlik - sinirlilik - gazabı artırır, dostu da düşman eder.

Vaizlere öğüt: -Vaizin (öğüt ve nasihat eden) biri, harunur reşid'e “yâ emirel müminin-ey müminlerin başkanı, sana biraz vâz-öğüt edeceğim ve nasıhatli sözler söyleyeceğim, ama, benim söyleyeceğim sözler biraz acıdır, sakın seni gücendirmesin, eğer sabredersen arz edeyim.” deyince Harun Reşid “pek ala, rıfk ve mülâyemetle-yumuşaklıkla söylersen dinlerim, öyle olmazsa, vâ zu nasihat (öğüt ve nasihat) nasıl olmak lâzım geleceğini ben de sana şiddetle anlatırım, zira, sen Hazreti Musa'dan büyük, ben de firavun dan daha şiddetli değiliz. Cenabı hak taalâ, hazreti musâya, firavun'a karşı edeceği nasihati kavli leyyin - yumuşak söz - ile yapmasını emir buyurduğunu, sen elbette benden daha iyi bilirsin.” diyerek vaizin çenesini tıkadı. Bu, vâızlar için kıymetli ve ibretli ne büyük bir ders ve numunedir! Rıfk hakkında bir kaç hadisi şerif meallerini buraya kaydetmek faydadan uzak olmasa gerektir. Peygamberimiz buyuruyor: (hayatta rıfk ile hareket, bazı ticaretlerden daha hayırlıdır), (rıfk, yümnü-uğur ve berekettir, şiddet te hamakat-ahmaklık ve cehalettir). (cenabı hak bir hane halkına bereket ve rahmet istedi mi, o hane halkının kalblerine, birbirlerine karşı rıfk ve mülâyemet-yumuşaklık, muhabbet-sevgi ve nezâket ihsan eder). (yüce Allah cc, her konuda karşısındakine rıfk ile yumuşaklıkla davranmayı sever) buyurmuşlardır.

٣٧- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: كَانَ إِذَا أُتِيَ بِلَبَنٍ، قَالَ: بَرَكَةٌ أَوْ بَرَكَتَانِ
Kane iza utiye bi lebenin kale: Bereketun.
(İbni Mace, Camiussağir)

37- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Rasûlüllah efendimize süt takdim edildiği-sunulduğu vakit, “Bir bereket veya iki bereket vardır diye buyururlardı. "

Açıklama: Gerçekte, süt, büyük bir nimet ve aynı zamanda bir gıdadır ve âdem oğlunun - bazı hayvanlarının da - mayasıdır. Süt, cenabı hakkın kudret ve sanatını gösteren pek büyük ve ibretli bir rızıktır. Şanlı yüce kur'an'da âlemlerin rabbi (bütün hayvanlarda, özellikle koyun, keçi, deve ve sığır gibi eti yenilen, sütü içilenlerde, düşünecek olursanız, sizin için pek büyük ders ve ibretler vardır, zira, biz sizi, o hayvanların karınlarından çıkan sütlerle sularız, o süt, hayvanın kanı ile gübreleri arasından çıktığı halde kanın renginden, gübrelerin kokularından asla etkilenmemiş, gayet berrak ve beyaz, saf ve halis, içen kimselere hazmı çok kolay, boğazdan geçmesinde asla güçlük olmayan bir nimettir) buyurmuştur. Bu rızık, anılmaya değer olan bir sanat, bir ilahi mucizenin ilâhî eseri değil midir? Memeli hayvanların ve bilhassa dişi insanların bünyelerindeki süt imal eden hücre ve teşekküllerin mükemmeliyeti, birer eşsiz sanat ve eşsiz yaratılış örneğidir. Sütü oluşturan ve yavruların hazım cihazlarına uygun ve kolay gelen gıda maddelerinin kanda toplanması ve kandan süzülüp özel cihazında birikmesi ve nihayet yavruyu beslemesi, hep ibret ve basiretle düşünmeye değer hakikatlerdendir. Sütün, yavrulara, soğuk mevsimlerde ılık, sıcak mevsimlerde ise serin ve soğuk gelmesi ayrıca derin derin düşünmeye layık hikmetlerdendir. Elbette, bu özen ve bu birbirini takip eden harikalar, soyut bir tabiat işi olamaz. Bunlar ilim, irade, kudret ve azamet-büyüklük celâl sahibinin varlığına ve büyüklüğünün kudretini gösteren - kâinat çapında - büyük mucizelerdendir.

Süt, öyle bir nimettir ki cenabı hak, müminlere cennette de ekşimemiş, su katılmamış, kesilmemiş, özetle hiç bozulmamış halis süt ihsan edeceğini, kur'an-ı keriminde vaat buyurmaktadır.

Süt, aslında bir gıda olduğu gibi, bu mübarek nimetten “sağlamlara ve hastalara” yarayacak yoğurt, kaymak, tere yağ, peynir., gibi birçok gıda maddeleri çıkarılmakta ve evlerimizde, ondan, sütlü yemekler de yapılmaktadır. Doktorlar, ilk taksitte, hastalarına yalnız süt ve yoğurt tavsiye etmektedirler. Yukarıda geçtiği gibi, rasûlüllah efendimiz de sütü çok severlerdi, bazen hiç su katmadan içerlerdi, bazen da - yeni sağıldığından veya havanın sıcak oluşundan - süte soğuk su katarak ve ılıklaştırarak içerlerdi.

Rabbim, cümlemize, dünya ve ahirette halis süt içmek nasip ve müyesser-kolay buyursun, âmin!

٣٨- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَلنَّخْلُ وَالشَّجَرُ بَرَكَةٌ عَلَى أهْلِهِ وَعَلىَ عَقِبِهِمْ بَعْدَهُمْ إِذْ كَانُوا لله شَاكِريِن
Ennahlu veşşeceru bereketun ala ehlihi ve ala akibihim, ba'dehum iz kanullahe şakirin.
(Taberani fil kebir, Camiussağir)

38- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Hurma ve sair meyveli ve meyvesiz ağaçlar, sahipleri, yani, o ağacı ilk dikenleri ve ondan sonra gelen çocuk ve torun varisleri için, Allaha şükür ettikleri müddetçe, bereket, hayır ve menfaat getirir "

Açıklama: Ağaç, cenabı hakkın en büyük nimet ve ihsanlarından biridir. Ağacın
Meyvesinden, gölgesinden, yapraklarından, dallarından, tahtasından, odunundan, Kömüründen, çıkardığı atıklardan istifade edildiği gibi çiftçilik ve sıhhat bakımından da Pek çok faydaları vardır. Ağacın bulunduğu yerin havası daima değişir, yağmuru Çeker bereket getirir. Buğday kadar mühimdir. Azıktır, rızıktır, yolu ile kesildiği Takdirde kereste olur, odun olur, kömür olur, ağaçlı yerlerin halkı bağlarda ve Bahçelerde öten bülbüller gibi kendileri hep bülbül gibi neşelidirler, zengindirler.
Bunun aksine olarak, ağaçsızlık öyle bir belâ ve musibettir ki, kuraklık, yağmursuzduk, Havasızlık, bereketsizlik, fakirlik, hastalık, ölüm, hep birbirini takip eder. Ağaçsız Olan yerler ölü demektir. Orada sinekler, akrepler, yılanlar, leylekler yuva yaparlar.
Elhasıl bağ ve bahçe olmayan yerlerin ahalisi perişandır vesselam.

İslam dini, ağaca çok kıymet vermiş, ağacı sadakai cariyeden-daimi sadaka saymıştır. Kur’an-ı Kerim’de, Hadisi şeriflerde ağaçtan pek çok bahsedilmektedir. Ancak ağaç yetiştirmek ne kadar Büyük bir başarı ise dikilen ağaçları güzel bir şekilde muhafaza etmek, daha büyük bir Marifettir, ağaca verilen emek hiç boşa gitmez. Hatta peygamber efendimiz savaşlarda, Orduya emir verirken (gireceğimiz düşman memleketlerindeki ağaçları, lüzumsuz yere
Kesmeyiniz) diye emir buyurdu.

“Çok İbretli Tarihî Bir Diyalog”
Abbasî halifelerinden Harunu Reşid, Bağdat’ta, bir gün tebdili kıyafet olarak,
Yanında yaveri ile beraber şehrin dışında gezerken, bir hurma bahçesinin içinde, ihtiyar bir Arabın fidan diktiğini gördü. Harun Reşid bahçede İhtiyarın yanına gitti ve “Baba kolay gelsin, bereket olsun, amma hurma ağacı kırk senede
Ancak yemiş verir, sen ise ihtiyarsın, şu halde diktiğin ağacın meyvesini yemek ihtimalin yok! Bu ihtiyarlık halinde neye boşuna uğraşıyorsun?” deyince, ihtiyar bahçıvan Harun Reşidin kim olduğunu tanımadığı ve bilmediği için dedi ki “efendi, sen ne kadar bilgisiz insansın, bak, bu ağaçların içinde taze ağaçlar vardır ki onları ben diktim. Kartları da bizden evvel gelip gidenler dikmiştir, bunun üzerine eski adamlar, yani, bu Ağaçlan dikenler, yemişlerini yemediler, amma biz yiyoruz, ben de bu ağaçları, Yemişlerini yemek için değil, belki sonradan gelecek çocuklar ve torunlarımız yesinler diye Dikiyorum, “diyerek, çukurdan toprak çıkarmaya başladı. Harun Reşid, ihtiyarın bu Cevabından hoşnut oldu ve yaverine (bana bak, bu ihtiyar çok zekî ve hakîm bir adam İmiş, buna on altın ihsan ettim, ver.) Diye emretti. Fakır olan ihtiyara yaver on altını Verince, ihtiyar bahçıvan sevindi ve altınları eline aldıktan sonra, yüzünü göğe Kaldırdı ve “yâ rab, senin ne büyük Allah olduğunu ve nelere kadir bulunduğunu bu Efendi bilmiyor, demin bana neler söyledi, hâlbuki bugün diktiğim ağacın hemen on tane Yemişini bana yedirdin, sana çok şükürler ederim Allah’ım!” dedi ve altınları cebine İndirdi. İhtiyarın bu sözleri de Harun Reşidin daha çok hoşuna gitti ve (yaver, bu İhtiyara on altın daha ihsan ettim, ver) diye emretti. Yaver, “baba, bu efendi senin Sözlerinden pek hoşlandı, sana on altın daha ihsan buyurdu” deyince, ihtiyar arap Altınları eline aldı ve başını yine göğe kaldırdı ve “yâ rab, bu zât senin ne kadar Kadiri mutlak olduğunu galiba hiç bilmiyor, bana - diktiğin ağacın yemişini yemek mi Ümit ediyorsun - demiş idi, halbuki sen bana bugün diktiğim ağacın bir Günde iki defa yemişini yedirdin, sen ne büyük Allahsın!” diye dua etti. Harun Reşid Yaverine döndü: Yaverim, bu zât çok zeki ve hakîm bir adam olduğu anlaşıldı, kalk Gidelim, zira bu adam bizi burada soyacaktır.) Dedi ve kalkıp gittiler. Hepimiz Biliyoruz ki hurma ağacı çok sağlam, bereketli ve kıymetli bir ağaçtır, bulunduğu Yerlerde halk bu ağacın her şeyinden istifade ederler. Diğer yemişli ve yemişsiz Ağaçların da, kendilerine mahsus çeşitli hikmet ve faydaları olduğundan, bu büyük Nimetlere karşı, daima, cenabı hakka şükür edilecek olursa, elbette ki feyiz ve bereket Fazlalaşır. (lein şekertüm, le ezidenneküm-eğer şükrederseniz elbette size (nimetleri) artırırım)
Sadakallahul -azîm - yüce olan Allah doğru söylemiştir.

٣٩- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أُمَّتِي أُمَّةٌ مُبَارَكَةٌ، لَا يُدْرَي أَوَّلُهَا خَيْرٌ أَوْ آخِرُهَا
Ümmeti, ummetun mubaraketun, la yudra evveluha hayrun ev ahiruha.
(İbni asakir-mürselen, Camiussağir)

39- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Benim ümmetim, mübarek bir ümmettir, bilinmez ki hayrü bereket onların evvelinde -başında mıdır, yoksa âhirinde -sonunda- mıdır?

Açıklama: gerçekte bizler - yani, çağrıya karşılık veren ümmet -peygamber sav efendimize had ve liyakat olmaksızın ümmet olduğumuzdan dolayı, yüce Allah'a hamd ve şükürler ederiz ve bununla da iftihar ederiz, ancak, peygamber efendimiz bize peygamberliğini yaptı, hakkın emanetlerini yerine getirdi, ama, bizler, âlemlerin övüncü olan efendimize hakkıyla ümmetlik vazifemizi yapamıyoruz. Yüksek sünnetlerini bilemiyoruz, bildiklerimizi yapamıyoruz, muhammedi yolda sebat ve devam edemiyoruz. Yüce Allah ve habibi kibriyası- (Allah’ın en büyük sevgili kulu), bizleri af buyursunlar. Bu hadisi şerifte gayet mühim incelik vardır. Meselâ, bu ümmetin evveline bakacak olursak, saadet asrında ashabı kiram efendimizde, hatta tabiin (onları takip edenler) ve tebei tabiîn (tabiinin arkasından gelenler) hazretlerinin de ne büyük hayır ve bereketleri vardır. Sen onları bırak, sonra gelen fukaha-hukuk âlimleri, müctehidîn (büyük İslâm âlimleri), müfessirin (tefsir âlimleri) ve muhaddisin (hadis âlimleri)ve ülemayi müteahhirîn (son dönem âlimleri) efendilerimizde de sonrakilere oranla çok büyük fazilet ve üstünlükler vardır. Hele ashabı kiram efendilerimiz çok hayırlı insanlar imişler, mübarekler, peygamber efendimizi görmüşler iman ve tasdik etmişler.

Sohbetler edip beraberce ibadetler etmişler yemek yemişler, savaşlarda bulunmuşlar, tâbîin de sahabelerin yüzlerini görmüşler, onlardan kuran-ı kerimi ve peygamber efendimizin hadisi şeriflerini bize nakletmişler... Tebai tabiîn de böyledir. Bu kibar ve faziletli insanların hak ve hakikate yaptıkları hizmet ve iyilikleri, küffar ve münafıklarla yaptıkları cihat ve gazaları ilim ve amel meydanlarında garazsız-niyetsiz-, ivazsız-karşılık beklemeden-, gösterdikleri o başarıları tarihlerde okudukça hayretler içinde kalıyoruz. Artık hayır ve bereket onlarda olduğuna insanın hükmedeceği geliyor. Bununla beraber, ümmeti muhammedin sonu da çok kıymetlidir.
Çünkü, son zamanlarda din ve imanın zayıf olacağını, İslâm dininin sahipsiz kalacağını, kuran-ı kerimin terk edilmiş ve bırakılmış olacağını, ümmeti muhammed perişan olup ağlayacağını yine bize peygamberimiz haber vermiştir. İşte öyle bir zamanda, Allaha ve peygambere sadık kalıp din ve imanına sahip olanlar, bidat ve batıl ile mücadele edenler “yani, o zamanda mümin, müslüman ve dindar olmak” en fena bir suç işlemiş gibi, âdeta avucunda ateş kor tutmak - kadar güç olacak. Nihayet “isa” as-selam ona-'a yardım etmek ve deccallarla savaşıldığı bir zamanda, hak dinde sebat edebilmek kadar hayır ve bereket olur mu? Peygamber efendimizin buyurduğu hayır ve faziletin bunlarda olacağına, insanın, hükmedeceği geliyor. Lâkin, ramazanı şerifte, kadir gecesinin hangi gece olduğu bilenemediği gibi, hayır ve fazilet, rahmet ve bereketin de bu ümmetin evvelinde mi, yoksa ahirinde mi olduğu görüş ve delil çıkarma ile bilinemez, bu, bir sırrı samadani'dir (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Allah). Bu hakikat, ancak yarın, ahirette sırların meydana çıktığı gün belli olacaktır. Bizler, ancak vazifelerimizi bu hayatta, mümkün mertebe, yapmakla mükellefiz.

Gerek selefi sâlihîn (geçmiş salih kişiler), gerekse ülemayi müteahhirin'in (son dönem âlimleri) bizlere gösterdikleri ehli sünnet vel cemaat yolunda “imanen-inanarak-, amelen-yaparak- ve ahlaken” yürümekten ibarettir. Diğer bir hadisi şerifte de peygamber efendimiz, ümmetini yağmura benzeterek (benim ümmetim yağmur gibidir, yağan yağmurun hepsinde feyiz ve bereket olduğunda şüphe yok ise de, en fazla hayır ve menfaat, feyiz ve bereket, yağan yağmurun evvelinde midir, yoksa sonunda mıdır, bilinmediği gibi ümmetimin de hayır ve fazilet evvelinde midir ahirinde midir, belli değil.) Diye buyurmuşlardır. Önce gelenlerin örneği, sonra gelenlerin akranı bulunur mu? Evvelkilerde tesis-kurma- ve temhit-yayma- sonrakilerde tecrid-soyutlama- ve telhis-kısaltma- olduğundan, bu büyüklerimizin hepsi, ömürlerini, hiçbir geçici emel beslemeden hak ve hakikatin ortaya çıkarılmasına sarf, mal ve mülklerini de takdir ve desteklemeye feda eyledikleri için, hepsinin gayretleri şükrana layık, hataları affedilmiş, sevapları da bol bol verilmiştir. Hemen yüce Allah bizleri onların yolundan ayırmasın, âmin.

٤٠- قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: كَانَ ذَا رَفَعَتْ مَائِدَتُهُ، قَالَ: الْحَمْدُ لِلَّهِ حَمْدًا كَثِيرًا، طَيِّبًا، مُبَارَكًا فِيهِ، الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي كَفَانَا وَأَرْوَانَا غَيْرَ مَكْفِيٍّ وَلَا مَكْفُورٍ، وَلَا مُوَدَّعٍ وَلَا مُسْتَغْنًى عَنْهُ، رَبِّنَا
Kana za rufiat maidetuhu kale: Elhamdulillahi hamden kesiran, tayyiben mubareken fihi. Elhamdu lillahillezi kefana ve ervana ğayra mekfiyyin ve la mekfurin ve la muveddein vela müstağnen anhu rabbena.
(Buhari, Ebu Davud, , İbni Mace, Müsnedi Ahmed, Camiussağir)

40- Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Rasûlüllah efendimizin önünden sofrası kaldırıldığı -bir rivayette kendisi kaldırdığı - vakit bu dua ile dua ederdi: Allah’ım, hamd senindir, riyadan sâlim  -temiz ve - kendisinde; feyiz ve bereket olan hamd ile sana çok hamd ederiz. Bize yeter derecede nimet veren ve bize eziyet veren şeyleri defeden ve bizi suya kandıran, yüce Allaha hamd ederiz, rabbimiz - divanından - reddedilmeyen, yani kabul buyurulan, fazl ve nimeti inkâr edilmeyen ve terk olunmayan, yani taraf olunan ve kendisine ihtiyaç duyulan hamd ile sana” sondan sonra bir kere daha” hamd ederiz "

Açıklama: İslâm dininde cenabı hakkın nimetlerine karşı, daima hamd ve şükür ile dua etmek vaciptir -bir gerekliliktir-. Peygamber efendimiz, her zaman ve her halde yüce Allaha hamd ve şükür ile dua etmekle beraber, özellikle sofrada yemek yenildikten sonra dahi dua buyururlardı.

Nimetlere şükretmenin aslı üçtür:
1- nimeti, sahibinden bilmek,
2- nimetin sahibinin nimet vermesi ve ihsanı ile ferahlanmak,
3- nimet verenin rızasına uygun harekette bulunmaktır.
Şükür, nimetin bağıdır. Nimet şükür ile daim, küfran-nankörlük- ile yok olur.

Diğer bir hadisi şerifte de (yüce Allah, muhakkak öyle bir kulundan razı olur ki, o kul yüce rabbinin nimetlerini helalinden yer, içer, sonra da o nimetler üzerinde Allaha şükür ile dua eder) buyurmuştur. Yukarıdaki duaya, peygamber efendimiz şu duayı da ilâve buyurduğunu merhum, şemailinde kayıt edip, rivayet etmiştir.

الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَطْعَمَنَا وَسَقَانَا وَجَعَلَنَا من الْحمُسْلِمِينَ
Elhamdü lillahillezi etamena vesakana ve cealena minel Müslimin
Bizi yediren içiren ve Müslüman yapan Allaha hamd olsun.

الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَطْعَمَنِي هَذَا الطَّعَامَ وَرَزَقَنِيهِ مِنْ غَيْرِ حَوْلٍ مِنِّي وَلَا قُوَّةٍ
Elhamdü lillahillezi etameni hazettame ve razakanihi min ğayri havlin minni vela kuvvetin.
Benden bir çaba ve gayret gelmeden verdiği rızıkla beni yediren Allah’a hamd olsun!


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Uzun Ömür İçin Dua

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)