Bir Bilim Adamını Allah’a İnandıran Yedi Sebep
Bir Bilim Adamını Allah’a İnandıran Yedi Sebep
(Vakit ayırıp okumanız tavsiye edilir)
New York Bilim Akademisi eski başkanı A. Cressy
Morrison’un “İnsan Tek Başına değildir.” adlı eserinde yer alan “Bir Bilim
Adamını Allah’a İnandıran Yedi Sebep” ünvanlı bahsi dikkatlerinize arz edelim:
“Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni Allah’ın varlığına
inandırmaktadır;
1. Cebinize, birden ona kadar numaralanmış on tane bir
kuruş koyun ve şöyle bir iyice de karıştırınız. Şimdi, bu kuruşları teker teker
birden ona kadar numara sırası ile çekmeye çalışın, her aldığınız kuruşu da
tekrar cebinize koyup paraları yeniden bir iyice karıştırın. Matematiksel
olarak biliyoruz ki, ilk çekişte bir numaralı kuruşu çekme ihtimaliniz onda
birdir. Arka arkaya bir ve iki numaralı kuruşları çekme ihtimaliniz ise yüzde
birdir. Bir, iki ve üç numaralıları müteakiben çekmek ihtimaliniz ise binde
birdir ve bu, böylece devam eder gider. Bu kuruşların hepsini sırası ile birden
ona kadar çekmek ise, inanılmayacak kadar uzak bir ihtimal, milyonda bir (on
üzeri on) ihtimal olacaktır.
Aynı şekilde, yeryüzündeki hayat için o kadar çok riyazi (Matematik,
geometri vb. bilimlerle ilgili olan.) ve kat’i (kesin) şartlara ihtiyaç vardır
ki, bütün bu şartların sırf tesadüfi olarak tam gerektirdiği gibi olmalarına
ihtimal yoktur.
Dünya, mihveri (ekseni) etrafında saatte bin mil yapar.
Eğer böyle olmayıp da saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece
şimdi olduğundan daha uzun olacak, öyle olunca da her uzun gün, nebat namına ne
varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun gecelerde eğer kalırsa kalanını dondurup
mahvedecekti.
Aynı şekilde, hayatımızın membaı (kaynağı) olan Güneş’in
dış tabakasında hararet on iki bin fahrenhayttır. Dünya’mızın Güneş’ten
uzaklığı o şekildedir ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi tam karar ısıtıyor o
kadar! Eğer Güneş’in bu harareti yarı yarıya azalacak olsa, soğuktan donardık,
yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.
Dünya’mızın 23 derece bir meyil ile eğri durması,
mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer Dünya’ya böyle bir meyil verilmeseydi,
okyanustan yükselen buharlar kuzeye ve güneye akın ederler, kıtaları birer buz
parçası yaparlardı.
Ay da Dünya’ya şimdiki mesafede olacağına, mesela sadece
elli bin mil ötede olsaydı, yeryüzündeki medd-ü cezirler öyle müthiş olurdu ki,
bütün kıtalar günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda
aşına aşına ortadan silinirdi.
Eğer Arz’ın kabuğu on kademcik kalın olsaydı,
karbondioksitle oksijeni masseder (emer) bitki denen şeyden eser olmazdı. Yahut
da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı her gün bizden
uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor, Dünya’mızın her tarafına çarpar ve her
yeri ateşler, tutuştururdu.
Bütün bunlardan ve daha bir sürü misallerden anlıyoruz ki,
Dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.
2. Gayesine ulaşabilmek için hayatın ne yapıp yapıp var
kuvveti ile imkânlar araştırması da, her şeyi içine alan o ilahi hikmetin bir
tezahürüdür.
Can denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamamıyla
anlayamamıştır. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var, fakat bir kudret olduğu
muhakkak… Büyüyen bir kök, kayayı çatlatır. Bu kuvvet suyu da, toprağı da,
havayı da fethetmiştir. Dört hayat unsuru (su, ateş, hava ve toprak) onun emri
altındadır. Onların tertiplerini bozar ve tekrar birleştirir.
Hayat denen bu heykeltıraş, bütün yaşayan şeylere vücut
verir; bir ressamdır, her ağacın her yaprağına bir şekil verir ve her çiçeği
boyar.
Hayat, bir müzisyendir; her kuşa aşk şarkısını nasıl
söyleyeceğini, böceklere bin bir ses müziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğretmiştir.
Hayat, yüksek bir kimyagerdir; meyvelere, baharata tat,
güllere koku verir. Su ile karbonik asitten şeker ve odun yapar, bunu yaparken
de mahlûkatın teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakır.
Adeta görülmeyecek kadar küçük olan bir protoplazma
damlasını düşünün; şeffaf, pelte gibi, hareket kabiliyeti olan ve Güneş’ten
kudret alan bir şey… Bu bir tek hücre, bu şeffaf, bulanık damlacık, hayat denen
şeyin tohumunu ihtiva etmektedir (içermektedir.) ve bu hayatı küçük küçük her
yaşayan şeye geçirmek kudretindendir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet bütün
nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır, çünkü bütün
hayat ondan çıkmıştır. Bu hayatı yaratan, tabiat değildir. Ateş püsküren
dağlarla tuzlu bir deniz böyle bir varlık yaratmaktan çok uzaktır.
3. Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine yegâne
destek olarak sevk-i tabii (İçgüdü) denilen şeyi bahşeden iyi bir yaratan
olduğunda hiç şüphe bırakmıyor.
Yavru salamon balığı yıllarca denizde kaldıktan sonra
kendi öz vatanı olan nehre döner, hem de tam doğduğu ırmağın nehre döküldüğü
kıyıya…
Onu, böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey
nedir? Eğer bu balığı alıp da aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak
olursanız derhal yanlış bir yolda olduğunu anlayacak, tekrar gerisin geri
dönerek asıl nehre çıkacak, sonra nehrin istikametin aksine dönerek doğduğu
ırmağa doğru yol alacaktır.
Yılan balığının sırrını çözmek ise daha güç… İnsanı
hayretten hayrete düşüren bu mahlûklar, nesli üretecek hale geldikleri zaman
Dünya’nın her tarafındaki göl ve nehirlerinden; Avrupa’dakiler de dâhil olmak
üzere binlerce mil, okyanusu aşarak kopup gelirler. Hepsi de Bermuda
yakınlarındaki sonsuz derinliklerine gelip, orada yavrular ve ölürler.
Sadece uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka
bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular gerisin geri yola çıkarlar.
Sonunda da sadece kendi ana-babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalmayıp
oradan da ana-babasının yaşadığı nehre, göle yahut gölcüklere giderler, öyle
ki, su olan her yerde her zaman sürü sürü yılan balığı vardır. Şimdiye kadar
Avrupa’da hiçbir Amerikalı yılan balığına rastlanmamıştır. Hatta Allah,
Avrupalı yılan balıklarının ömrünü uzun yolculuklarına göre bir sene kadar
yahut da biraz daha fazla uzatmıştır.
Bu kadar kuvvetli bir istikamet hissinin menşei (çıkış
yeri) nedir?
Bir eşek arısı; bir çekirgeyi alt eder. Toprakta bir çukur
açar. İğnesi ile çekirgeyi öyle bir yerinden sokar ki, böcek ölmez, fakat
kendini kaybeder. Artık konserve edilmiş bir et gibidir. Sonra o şekilde
yumurtlar ki, yavrular yumurtadan çıktığı zaman gıdalarını temin eden bu böceği
öldürmeden ufak ufak koparıp ısırarak yiyecek vaziyettedirler. Ölü bir et
yemek, yavrucuklar için ölüm demektir. Sonra ana uzaklara uçar ve ölür.
Yavrularını hiç görmez. İlk eşek arısının da aynı şekilde hareket ettiği
muhakkaktır. Yoksa şimdi yeryüzünde böyle bir hayvan mevcut olmazdı. Böyle
esrarlı hareket ve teknikler, sonradan edinme ve intibak (uyum) kelimeleriyle
izah edilemez. Bu, onlara bahşedilmiştir.
4. İnsanda, hayvandaki sevk-i tabiden daha fazla bir şey
vardır: Muhakeme kabiliyeti. Başka hiçbir hayvan yoktur ki; ona kadar
sayabilsin. Yahut da on adedinin manasını kavrayabilsin. Sevk-i tabii, bir
flütten çıkan tek ses gibidir; güzel, fakat mahdud… Hâlbuki insan kafası,
orkestrayı teşkil eden bütün müzik aletlerinden çıkan sesleri ihtiva eder. Bu
dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lüzum yok. Çok şükür ki, bu
vaziyette olmamızı âlemşümul zekâdan bir nebze bize de vermiş olması ihtimali
ile izah edecek kadar düşünme kabiliyetimiz var.
5. Hayat için lazım ilk şart, bugün bizim bildiğimiz,
fakat Darwin’in bilmediği birtakım hadiselerle kendini göstermektedir. Mesela
gen harikası gibi… Bu “gen” denen şeyler o kadar küçüktür ki, yeryüzündeki
mevcut bütün canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir
yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler bu genler ve
onların arkadaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler, bütün insan,
hayvan ve bitkileri hususiyetlendirirler. Bir yüksük, iki milyarı aşan (şimdi
altı buçuk milyar) insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdi hususiyetlerini içine
alamayacak kadar küçüktür, ama bu husustaki hakikatler tereddüde mahal
bırakmamaktadır.
Pekâlâ, öyle ise “gen” denen bu şey nasıl olup da bir sürü
ecdadın hususiyetlerini içinde gizliyor. Nasıl oluyor da bu kadar inanılmayacak
kadar küçük bir yerde ayrı ayrı her birinin psikolojisini muhafaza edebiliyor?
İşte burada, geni ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren
hücrede asıl neşvü nema (gelişme) başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük
bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı
kesin olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece yaratıcı bir bilginden sadır
olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir, başka hiçbir nazariyeyle
izahına imkân yoktur
6. Tabiatın aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görecek
evvelden ona göre hazırlanarak çalışan, her şeyi bu kadar zekice idare edebilen
bitip tükenmek bilmez bir zekânın varlığını kabul etmeye mecbur etmektedir.
Seneler evvel Avustralya’da bir nevi Kakitos’tan çit
yapmak istediler. Avustralya’da Kakitos düşmanı bir böcek olmadığından bitki
dev adımlarıyla büyümeye başladı.
Avustralyaları telaşa düşüren bu gelişme sonunda
Kakitoslar enine ve boyuna İngiltere büyüklüğünde bir sahayı kapladılar. Yolu
üstüne rastlayan şehir ve kasaba halkını yerlerini bırakıp gitmeye mecbur
ettiler, çiftliklerini mahvettiler. Sonunda yalnız Kakitos üzerinde yaşayan ve
başka bir şey yemeyen bir böcek buldular. Hem de bol bol ve süratle büyüyen ve
Avustralya’da hiç düşmanı olmayan bir böcek. Çok geçmeden böcek bitkiye üstün
geldi. Artık bugün Kakitos gayet mahdut (sınırlı) bir sahadadır. Ve bela olmaktan
çıkmıştır. O kadar böcekten de ancak Kakitosu bir baskı altında tutmağa yetecek
miktarda kalmıştır.
Tabiatta böyle muvazeneler (dengeler) , umumiyetle (genellikle)
önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve süratle gelişen böceklerin
Dünya’yı istila etmemeleri nedendir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri
yoktur, teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler gelişip büyürlerken nefes
boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bundan dolayıdır ki, daima
küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeleri tahdid (sınırlama) edilerek yolları
üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin önüne
geçilmeseydi, Dünya’da insan denen şey olamazdı. Aslan kadar kocaman bir eşek
arısıyla karşılaştığınızı düşünün bir!
7. İnsanın Allah fikrini kavrayabilmesi bile başlı başına
bir delildir.
Allah fikri, insanda mevcut ve Yeryüzünde insana mahsus
ilahi bir melekenin, “muhayyile” denen melekenin mahsulüdür. Bu melekenin
kudret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız insanoğlu, görülmeyen şeylerin
varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin, insanın önüne serdiği mazi ve
istikbal (geçmiş ve gelecek) bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı
yoktur. Bütün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle “Allah nerededir ve
nedir?” büyük hakikatini sezebilir. Allah, her yerdedir ve her şeydedir. Fakat
bize en yakın olduğu yer kalbimizdir. Bu, muhayyile zaviyesinden olduğu kadar
ilmen ve fennen de doğrudur. Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın dediği gibi,
“Semavat Allah’ü Teâla’nın haşmetini ilan eder, gök kubbe de O’nun yaratmakta
ki kudretini ispat eder.”
(M. Rahmi Balaban –
İlim, Ahlak, İman – Ankara, 1984, sh. 186 vd.)
Yorumlar
Yorum Gönder