Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri
Seyyid
Abdülkadir Geylani Hazretleri
Büyük
islam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu Muhammed’dir.
Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a’zam gibi
lakabları vardır. İran’ın Geylan şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebu
Salih bin Musa Cengidost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna’nın oğlu
Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup
seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir
Geylani hazretleri 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefat etti. Türbesi Bağdad’dadır.
Ehl-i
sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis
ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şâfi’î mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi
unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.
İnsanı
Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir: Birisi (Nübüvvet yolu) olup,
aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra
gelenlerden pekaz zevât da, bu yoldan ermiştir. Bu yolda sebebe, vasıtaya lüzum
yoktur. Bir kâmil ve mükemmilin sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi
asıldan alıp ilerlerler. İkinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ,
Büdelâ ve bütün Evliyâ bu yoldan vâsıl olmuştur. Bu yola, (Sülûk yolu) da
denir. Bu yolda, vasıta, aracı lazımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi
Resûlullahdır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Alîdir. Bu yolda,
Resûlullah onu vekil etmiştir. Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin onunla
ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Alînin
aracılığı ile gelir. Ondan sonra hazret-i Hasan ve Hüseyin bu vazifeyi teslim
aldı. Bunlardan sonra, sıra ile, oniki imâmın evlâdına verildi. Sonları olan
Muhammed Mehdîden sonra, başkasına verilmedi. Bütün Evliyâya feyz ve hidâyet
bunlardan gelmeye devam etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu mansıb,
ona verildi. Bundan sonra da, kimseye verilmediği keşf ve müşâhede ile
anlaşılmaktadır. Vefâtından sonra da, kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve
hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. Her asırda gelen müceddidler, onun
vekîlleridir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan,
vasıtaya ihtiyaçları yoktur. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, nübüvvet yolunda
Resûlullahın vekilidir.
Abdülkadir
Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair
alametler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi
sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı radıyallahü anhüm ve evliyayı
gördü. Peygamber efendimiz kendisine; “Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana
kamil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve
sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.” buyurdu.
Doğduktan
sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün boyunca süt
emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım
şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken
oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu
senenin ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için
ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt emip
emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazan-ı şerifin henüz çıkmadığını
anlayıp oruca devam ettiler.
Bir
gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, “Bu işe başladığınızda, bu yola adım
attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle
yüksek dereceye ulaştınız?” diye sordular. Buyurdu ki:
“Temeli
sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile
yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için
işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla
amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek
için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum.
Hayvan dile geldi ve dönüp bana; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla
emrolunmadın.” dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme,
hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; “Beni Allahü
teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları
ve evliyayı bulup ziyaret edeyim.” dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi
anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime
ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti.
Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden
söz aldı. “Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık
kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem.” dedi. Küçük bir kafile ile Bağdad’a
gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi.
Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. “Ey
derviş! Senin de bir şeyin var mı?” diye sordu. “Kırk altınım var.” dedim.
“Nerededir?” dedi. “Koltuğumun altında dikili.” dedim. Alay ediyorum zannetti.
Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti.
İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı.
Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim.
“Altının var mı?” dedi. “Kırk altınım var.” dedim. Elbisemin koltuk altını
sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu söyledin?”
dediler. “Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan
ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım.” dedim. Eşkıya reisi,
ağlamaya başladı ve; “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime
verdiğim sözü bozuyorum.” dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu
bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen
bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol” dediler. Sonra, hepsi
tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa
benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir.”
Abdülkadir
Geylani efendi, Bağdad’a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak suretiyle
hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.
İlim
tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası
Ebu Said Mahzumi’nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye
sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek
suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu.
Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam
edenler arasında pek çok âlim yetişti.
Abdülkadir-i
Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve
hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip,
yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh harabelerinde yaşamaya
başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve
isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
Irak’ın
sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden,
kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve “açım açım” diye
içimin feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir
dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; “Muhakkak
zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık
vardır.” mealindeki İnşirah suresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerimelerini
okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi.”
Şeytanlar
çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir, beni yolumdan
çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim.
İçimden bir ses; “Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin.”
derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; “Buradan git, şöyle yaparım,
böyle yaparım.” diye beni tehdit ederdi. Canu gönülden, “La havle ve la kuvvete
illa billahil aliyyil azim” okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.
Bir
kere Abdülkadir Geylani hazretleri şöyle bir ses işitti: “Ey Abdülkadir! Ben
senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.” Bunun üzerine Abdülkadir
Geylani Euzü çekti. “Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey
mel’un!” diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; “Ey Abdülkadir! Rabbinin izni
ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun.
Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.” dedi. Onun şeytan olduğunu
nasıl anladığını sorduklarında; “Sana haramları helal ettim, sözünden anladım.
Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez.” buyurdu.
Başka
bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. “Ben iblisim, şeytanım. Sana
hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun.” dedi. “Sana
inanmıyorum, buradan uzaklaş.” dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan
ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu
esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlub
ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak;
“Senden ümidimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayacağım.” dedi. “Sus ey
mel’un!” dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün
kıldı.
Şeytanı
başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü.
“Bunlar nedir?” dedim; “Dünya zevkleri ve zinetleridir.” denildi. Dünya ve onun
göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi fakat
Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için
kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne
çıkan manileri, engelleri gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Senin içinde bulunan
manilerdir.” denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra
içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu,
kendini saraylarda sandığını gördüm. “Bunlar nedir?” dedim. “Arzu ve isteklerindir.”
denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine
nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz
vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde,
arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene
mücadele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve
isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedricen, safha safha
mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz,
sadasız yerlerde kalmaya mecbur ettim. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım.
Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları… Dünya sevgisinden kurtulabilmek,
nefse üstün gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa
tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütalaa
ediyordum. Nefsim; “Biraz uyu, sonra kalkarsın.” dedi. Ona muhalefet olsun diye
tek ayağım üzerinde durdum. Kur’an-ı kerimi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün
bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun
için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik
kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim,
sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşeri
sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep
O’nunla olmak olan “fakr” mertebesine ulaştım”.
Nihayet
bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu.
Sahralarda
dolaşırken “Ol” sözü ile ihsan olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim
olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur,
yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya
ettim. Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Nihayet
Abdülkadir Geylani hazretleri Bağdad’da insanları irşada, Allahü teâlânın
beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye başladı. Bir gün kendini
nurların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resulullah efendimiz Allahü
teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nurun
git-gide çoğaldığı bir anda Resulullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler.
Sonra; “Bu, kutubluk denilen velilere ait evliyalık elbisesidir.” buyurdular.
Abdülkadir
Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu.
Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.
Birgün,
minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta,
elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra
minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden birisi,
ne oldu diye sual edince; “Ceddim Resulullah’ı gördüm. Geldi ve minber önünde
durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime
oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde
bazan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve
pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve evliyadan zatlar da
bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam
etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış
yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur’an-ı kerim tegannisiz gayet sade,
tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar,
izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan
suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin
ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Önce
lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir zat
anlatır:
Evliyanın
hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden
dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgul olmak
istedim. Gidip Abdülkadir Geylani’nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda
oturdum. Bana bakıp; “Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da
yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kamillerin huzurunda
edeb öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken
dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icabeder de, yerinden ayrılmak durumunda
kalırsın.” buyurdu.
Bağdad’ın
ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna
gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin göğsünden ancak
kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip
gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına
kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi
sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; “Size ne
oldu böyle?” denildiğinde; “Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi
unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi
sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık.” dediler.
Ebu
Sa’id Kilevi şöyle anlatmıştır:
Ben,
Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin meclisinde iken, Resulullah efendimizi ve
enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden
inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselamı görmüştüm. “Her kim dünyada
kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkadir’in meclisine devam
etsin!” buyurmuştu.
İbn-i
Kudame şöyle söylemiştir:
“1166
(H.561) yılında Bağdad’a girdiğimizde, Abdülkadir-i Geylani hazretlerini ilmin
zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin
sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara
sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç rastlamadık.”
Abdülkadir
Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi.
Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde,
hayat, yaratılış, dünya ruh, alem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına
dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü
teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru
yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen
bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı
düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler
önce gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe
başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır.
Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri
için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sina ve Farabi
gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından
sapıtmışlardır.
Çok
sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç
anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir
talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği
tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra
hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; “Bir hafta daha
yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim.” buyurdu. Dediği gibi bir hafta
sonunda vefat etti.
Abdülkadir
Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder, konuştuğunda gayet
cazib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz
vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri
doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene
verirdi. Yanında oturanlarda; “Ondan daha kerim ve lütufkar kimse olamaz.”
kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar,
sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi.
Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tövbe etti.
Köleleri satın alıp, azad ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük
düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda
ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
“Yemek
isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!”
Kendisine
hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı.
Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Fakirlerin
ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka
işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resulullah
efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın
alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle,
el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim
ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler,
et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her
biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri
söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara
verdi. Gönüllerini hoş etti.
Sıkıntısı
ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü teâlâya dua
ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:
“Sıkıntıda
olan bir kimse beni vesile edip Allahü teâlâya yalvarsa derhal sıkıntısı gider.
Şiddet anında her kim benim ismimi ansa derhal rahata kavuşur. Abdülkadir
Geylani’nin hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa,
derhal işi görülür.”
Bir
defasında; “İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?” diye
sorduklarında; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz
de kendimizi onları kurtarmak için adadık.” buyurdular.
Cinler
de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.
Duası
makbul idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; “Babamı rüyada azab içerisinde
gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir’e git, bana dua etsin. Belki Allahü teâlâ beni
azapdan kurtarır.” dedi. Bunun için sana geldim. Babama dua ediverin de azaptan
kurtulsun.” dedi. Abdülkadir Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir şey
söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde
neşeli neşeli görünce hayret edip; “Baba, dün azab içindeydin, bugün ise
neşelisin. Sebebi nedir?” diye sordu. Babası; “Şeyh Abdülkadir bana dua etti.
Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı.” dedi.
Onu
gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise,
yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek için sokakları
doldururdu.
Kendisi
hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Çilesini
çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamayacağını söylerdi.
Bir
kadın, çocuğunu Abdülkadir-i Geylani hazretlerine getirip; “Oğlumun kalbini
size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu azad edip, size getirdim.” dedi.
Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını
emretti. Tarikatta süluke başlattı. Bu şekilde devam ederken, bir gün annesi
çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa
ekmeği yer halde buldu. Bu hal ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkadir-i
Geylani hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu.
“Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.” dedi.
Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; “Kum bi-iznillah!”
yani Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh,
kadına hitaben; “Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!” buyurdu.
Ebü’l-Hacer
Hamid Hirani anlatıyor:
Bir
gün Abdülkadir Geylani hazretlerinin medresesine gittim ve huzurunda oturdum.
Bana; “Ey Hamid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde
oturacaksın.” buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran’a dönünce, Sultan
Nureddin beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri
devamlı Abdülkadir Geylani hazretlerinin o sözünü hatırlarım.
Her
zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurur
ki:
“Kerametler
ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerametini gizlemeyen dünyaya
düşkündür. Bana talebe olan yahut evladımdan ve halifelerime bağlı olup,
keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü iki dünyada kara
olur.”
Abdülkadir
Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile
olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“İnsanlara
rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları
örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik
yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver
ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması.”
“Şükrün
esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille
söylemektir.”
“Büyük
âlimlere tabi olunuz; bid’at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere
sapmayınız. İtaat ediniz, muhalefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sabit
kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan
temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız.”
“Kalb
dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine
takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz.”
“Mümin,
insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur.
Peygamber efendimiz; “Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzundur.”
buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır.
Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle
uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor
görünür, kalbi Rabbi iledir.”
“İnsanlara
gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek
yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak.
Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz
başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.”
İlk
önce yapılması lazım olan şeyler hususunda:
“Mü’minin,
en önce farzları yapması lazımdır. Farzları bitirdikten sonra, vacib ve
sünnetleri yapar. Ondan sonra, nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken
sünnet ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabul
olmaz. Hz. Ali’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah efendimiz
buyuruyor ki: “Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile
kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allahü
teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.” Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar
onun sermayesi, nafileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazancı
olamaz.” buyurdu.
Kötü
arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
“Kötü
arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, salihleri sev. Yakının bile olsa, kötü
arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla beraber ol. Kimi
seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hasıl olur. Bu bakımdan, sevgi
beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.
Ey
oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna
düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resulünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri
altında yürü, felah bulur kurtuluşa erersin.”
Ey
oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünya lezzetleri olmasın.
Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi
nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır.
Senin düşüncen, Rabbin ve O’nun katında bulunan nimetler olmalıdır. Dünyadan
(haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında ahirette
ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sadece şu içerisinde bulunduğun günün
kaldığını farz et de ahiret için hazırlık yap.”
Faydasız
şeyleri bırakmak hususunda:
“Ey
zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette
sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya
düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin.
Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Resul-i ekrem; “Hayat, ahiret hayatıdır”
buyurdu.”
İyi
zan sahibi olmak hakkında:
“Müslümanlar
hakkında iyi zan sahibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi
yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda ahireti düşünen âlimlere sor.”
Dua
hakkında:
“Allahü
teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; “Ben istiyorum. Fakat
Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim.” deme. Duaya devam
et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan
istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde
senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve
kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin
için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve
hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve
memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve
sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü
muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini
bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık
sana bol sevap verir.
Ahiret
işlerini önce yapmak hususunda:
“Ahireti
sermayen, dünyayı bu sermayenin kazancı yap. Zamanını, önce ahireti elde etmek
için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyanı
sermaye, ahiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyadan artan
zamanını, ahiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın.
Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riayet etmezsin. Sonra dünya işlerinden
dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kaza namazı kılmaya fırsat
bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine,
heva ve isteğine hatta şeytana tabi olursun. Ahiretini dünyaya karşılık
satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Halbuki sen, nefsine binmek,
onu yalanlayıp tekzib etmek ve selamet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar
ahiret yolu, Rabbine taat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabul
etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde,
lezzetlerinde, hevasında ona uydun. Sonunda dünya ve ahiretin hayırlısını
kaçırdın. Dünya ve ahiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve
dünya bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine
uymakla, dünyadan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini ahiret yoluna
çekseydin, ahiretini esas ve sermaye kabul etseydin, dünya ve ahiretini
kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyaya
rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itaat edersen,
Allahü teâlânın has kullarından olursun.”
Yapılan
nasihatı kabul etmek hakkında:
“Kardeşinin
sana yaptığı nasihatı kabul et. Ona muhalefet etme. Çünkü o, senin kendinde
göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resul-i ekrem; “Mümin, müminin
aynasıdır.” buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasihatlerde
samimidir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler
arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır.”
Acele
etmemek hususunda:
“Acele
etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli
hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele
şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umumiyetle
aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir
hazinedir.”
Gaflet
hakkında:
“Allahü
teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup
gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız
şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgul oluyorsunuz.
Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duracağınızı
unutturuyor. Halbuki Allahü teâlâyı anmak, ariflerin kalblerinde yerleşir.
Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan her
şeyi unutturur.”
Allah
için yapılmayan işler hakkında:
“Senin
dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya
kalbinin hali nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında
kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç
tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın
rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını
bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, adi
ve bayağı niyetlerin için tövbe et.
İnsanlara
gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü
teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve
dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol.
Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin. Resul-i ekrem daima
tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sadece başkasının
kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı.”
Allahü
teâlânın sevgisinde samimiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
“Kulun
Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve musibet geldiği
zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve sükun halini muhafaza
edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve fakirlik
zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi
Peygamber efendimize; “Ben seni seviyorum.” deyince; “Fakirlik için bir elbise
hazırla.” buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; “Ben Allahü teâlâyı
seviyorum.” deyince; “Bela için elbise hazırla.” buyurdu.”
Sabır
ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dair:
“Halinizden
şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin.
İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen
hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman
değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allahü
teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz.
Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını
görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık
cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen;
“Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” buyuruyor (Bekara suresi: 153)
Hayatı
fırsat bilmeye dair:
“Hayatta
olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı
kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler
yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu
fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih
kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz.”
Kabir
ziyaretine dair:
“Kabirleri
ziyaret ediniz. Salih kimseleri de ziyaret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle
yaparsanız, her şeyiniz düzelir.”
Günahlardan
sakınmak hususunda:
“Mümin
kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; “Mümin kimse,
günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise,
günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür.” buyurdu.”
Hasedin,
Allahü teâlânın gazabına sebep olacağı hususunda:
Ey
mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde
kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin imanını
zayıflatır. Mevlanın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına
uğratır. Peygamber efendimiz; “Allahü teâlâ, hasetçi kimse nimetimin
düşmanıdır,” buyurdu.” diye bildirmiştir. Resul-i ekrem bir hadis-i şerifte;
“Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer.” buyurdu. Sen, haset
ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi,
yoksa kendi kısmetin hususunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın
ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun.
Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği
nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı
haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık
ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden
endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin
kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü
teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp
başkasına vermez.
Abdülkadir
Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pekçok kıymetli eserlerinden bazıları: 1)
Günyet-üt-Talibin, 2) Fütuh-ul-Gayb, 3) Feth-ur- Rabbani, 4) Füyuzat-ı
Rabbaniyye, 5) Hizb-ül-Besair, 6) Cila-ül-Hatır, 7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye,
8) Yevakit-ül- Hikem, 9) Melfuzat-ı Geylani, 10) Divanu Gavsi’l A’zam’dır.
Yorumlar
Yorum Gönder