İmanımızı Güçlendirmenin Yolların Nelerdir?
İmanımızı Güçlendirmenin
Yolların Nelerdir?
İman bir nurdur, Allah Teâlâ’nın bir
lütfudur. Fakat iman aynı zamanda bir ilimdir, öğrenilmesi gereken bir
hakikattir. İmanımızın güçlenmesinin iki yolu vardır:
Birisi ve en birincisi:
Kitap ve sünnet çizgisinde Ehl-i sünnetin akidesini öğrenmek ve
çağımızın bir gereği olarak bunu tahkik süzgecinden geçirmektir.
İkincisi:
Salih amel yaparak, günahlardan sakınarak kalbini tasfiye etmek,
nefsini tezkiye etmek suretiyle manevî alanda terakki etmektir.
Ancak bu asrın gidişatı bu ikinci yolu oldukça zorlaştırmıştır.
Bu sebeple tahkiki iman dersini veren eserleri okumak son derece önemlidir. Bu
çağın özelliğinin bir gereği olarak, dini ilimlerin yanında fen bilimlerinin de
okunması zorunlu hale gelmiştir.
Çünkü, "kalbin nuru dinî ilimler olduğu gibi, aklın ziyası
da fen bilimleridir."
Bu ikisini birlikte ders veren en önemli eserlerden birinin
Risale-i Nur Külliyatı olduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki, bunun yanında, İmam
Gazali, İmam Rabbanî, İmam Maverdi, İmam Kuşeyrî gibi zatların kitaplarından da
çok güzel istifade edilebilir.
İmanı koruma ve takviye etmek bir müminin en önemli meselesidir.
Öncelikle imanı korumak için takvaya önem vermek gerekir. İman takva kalesinde
korunur. Takva olmazsa iman yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. İmanı
takviye etmek için imani eserleri bolca okumak ve mütalaa etmek gerekir. İlim
ile gelen mesail-i imaniye akıl odasından geçmeden insanın latifelerine sirayet
etmez. Önce akılın tatmini gerekir.
Tefekkür çok önemlidir. İbrahim aleyhisselamın tefekkür
vasıtasıyla aya ve yıldızlara bakarak Rabbini bulması Kur’an-ı Kerim'de
anlatılmaktadır. Tefekkür ile iman inkişaf eder. Bu sebebtendir ki hadis-i
şerifte "Bir saat tefekkür bir yıl nafile ibadetten üstündür."
denilmiş.
Çevrenin insan üzerinde çok büyük etkisi vardır. Günahlar insan
üzerinde imansızlık telkini yapar. Telkinin insan üzerinde çok büyük etkisi
vardır. Farkında olmadan insanın şuur altında imansızlık aşılar. Bu sebepten
günahlı ortamlardan elden geldiği kadar uzak kalınmalıdır. Dışarıda serbestçe
pervasızca işlenen günahlar âdeta ahiretin olmadığını ve cezanın olmadığını
telkin ederler. Bu telkinin kötü etkilerinden korunmak için elden geldiği kadar
günahlı ortamlardan uzak kalınmalı ve her yerde elden geldiğince emir
bi'l-ma'ruf nehiy ani'l-münker (iyiliği emredip, kötülükten sakındırma) yapmaya
çalışmalıyız. Maruz kalınan kötü telkinin zararlarını telafi etmek için imani
meseleri bolca mütalaa etmek ve tebliğe önem vermek gerekir. Amel-i salihe önem
veren takva dairesinde yaşayan insanlarla birlikteliği arttırmak gerekir. Bu
yönüyle de cemaatin önemi daha belirgin olarak görülmektedir. Günahlar nasıl
imansızlık telkini yapıyorsa, öyle de amel-i salih de iman telkini yapar.
İmanın Mahiyeti Nedir?
İmân, mâhiyet itibariyle, Allah Teâlâ’nın insanlara en büyük
lütuf ve ihsanıdır. Allah Teâlâ onu dilediği kullarına nasib eder. Ne var ki bu
nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez. Bilakis, insan önce
kendi tercih ve iradesini kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır. Bu
talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da ona îman ve hidâyet nasip edecektir. Bu
sebeble İslâm büyükleri îmanı, "Cenâb-ı Hakk'ın, istediği kulunun kalbine,
o kulun cüz'î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden sonra koymuş olduğu bir
nûrdur." diye tarif etmişlerdir.
İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur?
Bir çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme
ve inkişaf gösteriyorsa, îman da öyledir. İslâm âlimleri, imânı önce iki
mertebeye ayırmışlardır:
1. Taklidî îman,
2. Tahkikî îman...
Taklidî İman:
Ana - babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde,
mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına bağlanmak demektir.
Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma
olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şüphe ve vesveselere mâruz kalabilir ve
sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:
Tahkikî îman:
İmâna âit bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve
teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır. Böyle bir
îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir.
Tahkikî îmanın da pek çok mertebesi vardır. Bu mertebeleri İslâm âlimleri
başlıca üç kısma ayırmışlardır:
1.
İlme'l-yakîn mertebesi:
İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla,
delilleriyle bilmek ve inanmaktır.
2.
Ayne'l-yakîn mertebesi:
İmanî mes'eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede
etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle ilmen bilmek, insana kanaat
vermesi bakımından çok farklıdır. İnsan bir şey'i tereddütsüz, kesin olarak
bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika'nın
varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi... İşte îmanın ayne'l-yakîn
mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş kat'iyetinde inanma hâlidir.
3.
Hakka'l-yakîn mertebesi:
İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine
girerek kabûl ve idrâk etmek demektir.
İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal
verilmektedir:
Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o
yerde ateş yanmaktadır. Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek,
ilme'l-yakîn inanmaktır.
Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü
farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat
yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını
duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn
inanma denilir.
Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir?
Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu zamanda taklidî îman pek çok
vesvese ve şübhelerle karşılaşmakta ve o şübheler karşısında sarsılıp yıkılmaya
mâruz bulunmaktadır. Taklidî îmanın eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde
yetersiz kalış sebebini, Ali Fuad Başgil, şu şekilde îzah etmektedir:
"İnsanlar her devirde din ve mâneviyat kuvvetine muhtaç
olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç, zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır. Eskiden
atalarımız gayet basit bir din bilgisi ve görenek hâlinde "taklidî"
bir îman ile rahatça yaşıyorlardı. Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre)
mâneviyat telkin ediyordu. Bugün durum tamamıyle değişmiştir. Din duygusu
zayıflamış, eski dinî hürmet terbiyesi yerini, küstahca bir saygısızlık
almıştır. Bugün aile daralmış ve bağları gevşemiştir. Aile yükü sırf
karı-kocanın omuzlarına çökmüş, ana-babalar iktisadî ihtiyaçlar karşısında
çocuklarının dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır."
"Öbür taraftan mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı
propaganda ocakları hâlini almıştır. İnatçı münkirlerin tezyif ve
temerrüdleriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle bir hava içinde, bugün artık
basit bir din bilgisi kâfi gelmez olmuştur."
"Din nedir? İlim ile münasebeti nedir?
İlim karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet
almalıdır? gibi sorular, şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır.
Hususiyle aydın gençlerin bu soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları vardır."
Gerçekten de, bugün verilecek bir din bilgisinin ve îman
dersinin ilimle îmanı mezceden, akıl ve mantığa îmanî mes'eleleri kabûl ettiren
tahkikî bir muhtevâda olması şarttır. Yoksa, basit bir din dersi, görenek
hâlindeki taklidî bir îman bilgisi, günümüz insanlarını -özellikle de
gençlerini- tatmîn etmekten çok uzak kalacaktır
İmanın İnsan İçin Önemi Nedir?
1. İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratan'ını îmanla
tanımak ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış gayesine uygun
hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak, cennete girecek, aksi
takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır.
Bu bakımdan îman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir
ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın îman
etmesi ve bu îmanını son nefesine kadar kaybetmeden veya zayıflatmadan muhafaza
etmesi, dünyadan da, dünya içindeki her şeyden de daha kıymetli bir nimettir.
İmanın bu büyük öneminden dolayıdır ki:
Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem bir hadîs-i
şerîflerinde:
"İmânınızı lâ ilâhe illâllah diyerek yenileyiniz."
(Müsned , II/359; et-Terğib ve’t- Terhib, II/415) buyurmuş; îmanı yenilemenin
ve muhafaza etmenin ehemmiyetine dikkatimizi çekmiştir. "İmânın her an
zayıflama ve kaybolma ihtimali mi var ki, devamlı yenilenmesi
emrediliyor?" gibi bir suâl akla gelebilir.
İmânı yenileme konusunu Bediüzzaman, akla gelen bu suâle de
cevab olacak şekilde şöyle izah etmektedir:
"İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri
için, her zaman tecdîd-i îmana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen
çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki
saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki, zaman altına girdiği için,
o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini
giyer."
"Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun
ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü'
ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise, hem o şahıstaki her
ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o
nuru açar bir anahtardır."
"Hem insanda, madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan
hükmediyorlar, çok vakit îmanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek
çok hîleleri ederler, şübhe ve vesveselerle îman nûrunu kaparlar."
"Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı İmamlar
nazarında küfür derecesinde te'sir eden kelimât ve harekât eksik olmuyor. Onun
için her vakit, her saat, her gün tecdîd-i îmana bir ihtiyaç vardır..."
(bk. Mektûbât, Yirmi Altıncı Mektup)
Bu ifadelerde, üç noktadan îmanı yenilemenin zarureti üzerinde
durulmaktadır:
Birinci nokta:
İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu mekân, temas ettiği
çevre itibarı ile hâlet-i ruhiyesi, düşüncesi, anlayışı sık sık
değişebilmektedir. Mâruz kaldığı hâdiseler, yaptığı işler, temas kurduğu
insanlar, onda müsbet veya menfi izler bırakmaktadır. Bu durumu Peygamber
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem de şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:
“Şüphesiz Ademoğlunun kalbi serçe kuşu gibidir, günde yedi defa
döner, çevrilir durur.” (Camiu’s-Sağir, 2342)
“Şüphesiz ki Ademoğullarının kalplerinin tamamı Rahman olan Allah
Teâlâ’ın kudret parmakları arasında tekbir kalp gibidir, kul nereye çevrilmeyi
istiyorsa Allah Teâlâ da onu oraya istediği gibi çevirir..” (Camiu’s-Sağir,
2344)
“Adem oğlunun kalbi tencereden daha çok değişkendir. Tencere
kaynarken suyun toplandığı gibi.” (Camiu’s-Sağir, 7300)
“Kalbin
misali; çöldeki bir tüy gibidir. Rüzgar onun içini dışına, dışını içine çevirir
durur.” (Camiu’s-Sağir , 8135)
“Kalbe, kalb isminin verilmesi sürekli dönmesi nedeniyledir.
Kalp, çölde rüzgarın içini dışına, dışını içine çevirip durduğu ağaca takılmış
bir tüy gibidir." (Camiu’s-Sağir, 2595)
İnsan kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış te'sirlere mâruz
olması sebebiyledir ki, hadîsde, sık sık "Lâ ilâhe illâllah" diyerek
îmânın yenilenmesi emredilmiştir.
İkinci nokta:
İnsanda nefis, hevâ ve vehim gibi menfî duyguların bulunması ve
şeytanın devamlı vesvese vermeye ve kötülüğü telkine çalışması gerçeğidir.
Gafletli bir ânında bu menfi telkinlerin, insanı îmanda şübheye düşürmesi
muhtemeldir. Böyle bir duruma düşmemek için de, tecdîd-i îmana ihtiyaç vardır.
Üçüncü nokta ise:
Şeriatın zâhirine aykırı düşen ve bâzı din âlimlerinin nazarında
küfür bile sayılan bâzı kelime ve sözlerden, insanın tamamıyla uzak
kalamadığıdır. Bu sebeble de, "Lâ ilâlhe illâllah" diyerek imanı
yenilemeye zaruret vardır.
İmanı kuvvetlendirmenin ve muhafaza etmenin bir başka yolu da
onu taklidî mertebeden kurtarıp tahkikî hâle çevirmektir.
Bu da ancak îman hakikatlerini tahkikî bir surette ders veren,
akla gelebilecek her türlü şübhe ve vesveselere cevap veren îmanî eserleri
okumak ve devamlı îmanî konularda sohbetler yapmak suretiyle olur.
İnsan îmanını taklidden tahkîka çıkarırsa, artık onun için
îmanını kaybetmek, son nefesde âhirete îmansız gitmek gibi bir durum söz konusu
olmaz.
İslâm âlimleri, sekerat vaktinde şeytan'ın bütün hîle ve
vesveseleri ile gelip insanı aldatmaya ve îmanını almaya çalışacağını
söylemişlerdir. Bu yüzden de sekerat vaktinden korktuklarını belirtmişlerdir.
İşte insan, sekerat vaktindeki bu gibi tehlikelerden, tahkikî
îman sayesinde korunabilir. Çünkü tahkikî îmanda, îman sadece akılda kalmış
değil; kalbe, ruha, diğer duygu ve lâtifelere de sirayet edip yerleşmiş haldedir.
Şeytan insanın aklındaki îmanını zedelese bile, eli, öteki
duygulara yerleşmiş olan îmanı söküp almaya yetişemez. Böylelikle de kişi, yine
îmanlı kalmış, îmanla vefat etmiş olur.
2. İman, aynı zamanda, insan için büyük bir moral kaynağı ve
sağlam bir istinad noktasıdır.
Hakikî imanı elde eden insan, bütün kâinata meydan okuyabileceği
gibi, îmanının kuvveti nisbetinde başına gelen hâdiselerin tazyik ve
baskısından da kurtulabilir. Tarihlere şan veren, destanlar yazdıran
zaferlerimiz, hiç şübhesiz îmanın insana kazandırdığı güç ve kuvvete güzel bir
misaldir.
İmanlı insan, başına ne derece büyük bir hâdise gelirse gelsin,
îmanın verdiği tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu ile o hâdise ve
musibetleri metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül ile göğüs gerebilir.
Ümidsizliğe, bedbinliğe düşmez. İsyan ve feryada başvurmaz. Bu,
ona îmanın kazandırdığı güç ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların
basit bir hâdise, küçük bir musibet yüzünden intihar edip hayatlarına son
verecek derecede ye's ve ümidsizliğe kapıldıkları çok sık görülen
olaylardandır. İslâm ülkelerinde intihar, hemen hemen hiç görülmezken, dünyanın
en medenî ve müreffeh ülkelerinde intihar vak'alarının her geçen gün artması da
bunu te'yid etmektedir.
İmanın insana kazandırdığı kuvvet ve direnme gücüne, Peygamber
Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem hadîs-i şerîflerinde şu şekilde işâret
buyurmuşlardır:
"Mü'min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin
gibidir. Rüzgâr ona hangi taraftan gelirse onu eğer de yaprağı diğer tarafa
döner meyleder (fakat o yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte
mü'min kişi de böyledir. O da belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Haktan
yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise sert ve dümdüz duran çam ve dağ servisi
gibidir. Nihayet Allah Teâlâ onu dilediği zaman (bir seferde) kırar
devirir." (Buhari, Tevhid, 32)
"Müminin
hâli ne güzeldir. Başına bir felaket gelse sabreder, bu onun için hayırdır.
Başına bir iyilik gelse şükreder, bu onun için hayırdır." (Müslim, Zühd,
64)
Kaynak: Sorularla İslâmiyet
Yorumlar
Yorum Gönder