Rasûlullah'ın Sultan Selim'e Emridir!
Rasûlullah'ın Sultan Selim'e Emridir!
Yavuz’un en büyük gururu Osmanlı topraklarını iki katına çıkartması ya da Avrupa’da nüfuzunu artırması değildir. Onu asıl sevindiren Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in beldesinin hizmetkârı seçilmesidir.
Yavuz Sultan Selim Osmanlı’nın en kısa süreli padişahları arasında sayılıyor. Ancak tarihçiler onun bu 8 yıl süren saltanatında 80 yıla sığacak hizmetler yaptığında birleşiyor. Gerçekten de Osmanlı, onun döneminde hazinesini doldurmakla kalmıyor, topraklarını genişletip, siyasi nüfuzunu; Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Balkanlarda artırıyor.
Babasından devraldığı tatminkâr hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etmişti: "Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi. Ta ki Vahdettin’e kadar…
Şüphesiz Yavuz’un en büyük zaferi Osmanlı topraklarının kilometrekaresini iki katına çıkartması, ya da Avrupa’da nüfuzunu artırması değildir. Onu asıl sevindiren Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in beldesinin hizmetkârı seçilmesidir.
Evet, Cihan Devleti’nin genç ve kudretli İmparatoru Yavuz, bunca zaferden sonra bir emir alıyor ve o emirden sonra dermanını yitiriyor, gücünü, ihtişamını unutuyor gözlerinden kan gelinceye dek ağlıyor, ağlıyor…
Evet, Yavuz’u böylesine titreten emir Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’den geliyordu…
Yavuz’un nedimi Hasan Can o gün Yavuz’la ilmi münazaraya gidememiş, uyuyakalmıştı. İşte ne olduysa o gecenin sabahında oldu.
Cihan Padişahı Yavuz Sultan Selim, Hasan Can’a gidip, “İmdi ne düş gördün beyan eyle, dinleyelim” der. Gördüğü rüyanın tesirinden kalkamayan Hasan Can bir şey anlatamaz, ancak yavuz çok ısrarlıdır. “Bre Hasan, anlat bakalım gördüğün düşü” der ve hasan Can’ı sıkıştırır...
Padişah’ın bu sıkıştırması boşuna değildir…
Kapı ağası Hasan ağa öyle bir rüya görmüştür ki, ne anlatabiliyor ne de gözlerindeki yaşı dindirebiliyor…
Hasan Can, işte Hasan Ağa’nın gördüğü o rüyayı padişah’a nakleder…
Rüya şöyledir;
“Gecenin bir vakti Sarayın kapısı çalınır, kalabalık halde gelenler Arap
elbiseli, Arap simalı nurani şahıslardır. Silah kuşanmışlar, ellerine bayrak
almışlar. Kapının yanında da dört nurani kimse durmaktadır. Ellerinde birer
sancak vardır. Kapıyı vuran şahsın elinde ise Padişah’ın ak sancağı
bulunmaktadır. Hasan Ağa’ya der ki:
“Bizi Rasûlullah Sallallahü
Aleyhi Vesellem gönderdi. Selâm ettiler ve buyurdular ki, “Yavuz kalkup gelsun,
Haremeyn hizmeti ona verilmiştir. Bu gördüğün dört kimseden; şu Ebu Bekri Sıdık
Radiyallahü Anh, şu Ömer-ül Faruk Radiyallahü Anh, şu Osman-ı Zinnureyn Radiyallahü Anh’dır. Seninle konuşan ben ise Ali Bin Ebu Talip Radiyallahü
Anh’dır. Var Yavuz Sultan Selim Han Rahmetullahi Aleyh’e
Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in bu emrini bildir!”
der…
Sultan Yavuz, Hasan Can’dan rüyayı dinledikçe gözlerindeki yaş artar, yüzü kızarır, boynu iki büklüm kalır…
Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in “Haremeyn hizmeti Selim’e verilmiştir” emri Yavuz Rahmetullahi Aleyh’in Mısır seferine çıkmasını sağlayacaktır. İşte o sefer, “Hakim-ül Haremeyn değil, hadim-ul Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) ifadesini bu emirden alır…
Ve Kutsal emanetlerin İstanbul yolculuğu da böylece başlamış olur…
Yavuz Rahmetullahi
Aleyh’a verilen “hizmet” görevi Osmanlı’nın “manevi”
alandaki en büyük gücü olmuştur. Çünkü İslam’ın ve Müslümanların “halifesi”
sıfatı sadece siyasal güç değil, aynı zamanda dini bir simgedir. Osmanlı’nın “sancak sahibi” olmasını en güzel
tanımlayan herhalde Yahya Kemal olmuştur. Kemal, “Aziz İstanbul” da şöyle
anlatır meseleyi; “Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi
temeli vardır. Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor.
Selim’in Hırka-i saadet önünde okuttuğu Kuran ki hala okunuyor.” der…
Osmanlı bu derin saygısıyla büyüdü. Ve Yavuz için en büyük mükâfat Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’in emanetlerinin koruyucusu olma şerefidir.
Emanetlere o kadar kıymet atfetmiştir ki, saray’da muhafaza edilmesini istemiştir. Ve hala devam eden Kuran okunması ise başlı başına bir saygı ifadesi değil de nedir?
“Bizim davamız kuru cihangirlik davası değildir” derken Osmanlı, işte bu kutsal vazifeden aldığı ilhamla yolunu aydınlatıyordu.
Sina çölünde önünde
yürüyenin Rasûllah Sallallahü Aleyhi Vesellem olduğunu görünce at’ından inen
Yavuz, köleler gibi anılmak için kulağına küpe taktığı ifade edilen Yavuz
Sultan Selim, “Benden Allah’ın kulu, kölesiyim” diyebilmiştir bu kadar
zaferlerin gölgesinde bir Padişah olarak…
Ama Yavuz’u asıl büyüten de bunca şaşaa ve ihtişama rağmen Mısır zaferi dönüşünde kendisine hazırlanan gösterişli karşılamayı istemeyip, gecenin en koyu vaktinde sandalla boğazdan gizlice saraya geçmeyi tercih edişi olmuştur…
Bu yazıda bahsedilen manevi veçhelere bazıları eleştiri getirebilir, Osmanlı padişahlarını kutsadığımızı, dokunulmazlık verdiğimizi iddia edebilir. Bu yazının amacı kimseye dokunulmaz atfetmek değildir. Ama tarihi bir vesikayı da ilan edip, bir gerçekle yüzleşilmesini sağlamaktır.
Şimdi yazıyı şöyle bitirelim…
Bu dönemde Rasûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem kendi emanetlerini koruması için acaba kime emir göndermiştir?
Fatih Bayhan - Haber
7
Yorumlar
Yorum Gönder