İnsanın Kur'an-ı Kerim'de Geçen 7 Zayıf Noktası
İnsanın Kur'an-ı Kerim'de Geçen 7
Zayıf Noktası
Cenâb-ı Hak, insan fıtratına fücûr ve takvâ
tohumlarını ekmiş ve ona her iki alanda da terakkî ve tedennî imkânı sunmuştur.
Bu bakımdan insan hâlet-i rûhiyesinin müsbet ve menfî olmak üzere iki vechesi
bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de insanı nefsin vartalarına düşmekten korumak,
onu hayra ve takvâya istikâmetlendirmek için daha ziyâde insan psikolojisinin
zaaf noktalarına temâs edilmiştir.
İnsanın Kur'an-ı Kerim'de geçen 7 zayıf noktası
İşte insan hâlet-i rûhiyesinin zaaf noktaları:
1-
İnsan Çok Zâlim ve Câhildir
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik
de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan
yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim (ve) çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
Âyet-i kerîmede geçen “emânet” umûmiyetle insanın
Rabbine karşı mes’ûliyetini yâni dînî emirleri yerine getirmekle mükellef
olmasını ifâde eder. İnsan bu emâneti “akıl” ve bunu kullanma kâbiliyeti olan
“irâde” melekesiyle îfâ edecektir. Sâdece insana tevdî edilen bu emânet, onu
diğer bütün mahlûkâttan ayıran vasıftır. İnsanın dünya hayatında imtihâna tâbî
tutulması da, bu emânetin kendisine tevdî edilmesi sebebiyledir.
Âyet-i kerîmede emânetin yerlere, göklere ve dağlara
teklif edilmesi, onların da bu teklîfi reddetmesi, cemâdât olarak bildiğimiz
varlıkların bile emânetin mükellefiyetinin ağırlığını fark edebilecek bir şuura
sâhip olduğunu göstermektedir.
“Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik Allâh
korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri düşünsünler
diye insanlara veriyoruz.” (el- Haşr, 21) âyet-i kerîmesinden de anlaşıldığı
gibi cemâdâttan olan dağlar bile ilâhî emirlere karşı hissî ve fiilî
aksülamellerde bulunabilecek varlıklardır.
Cenâb-ı Hak, insanın çok zâlim ve çok câhil olduğu
için mes’ûliyetten korkmadığını ve “emânet”i yüklendiğini bildiriyor.
Zulmün zıddı “adl”dir. Adl, aynı zamanda amel-i
sâlih mânâsında kullanıldığından, zulme düşmemek için bolca sâlih amel işlemeye
gayret etmek gerekmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Asr Sûresi’nde insanın
hüsrandan kurtulması için sâlih amel sâhibi olmasının zarûretinden bahseder.
Cehlin zıddı ise “ilim”dir. İlim de zâhirî ve bâtınî
olmak üzere iki çeşittir. İmâm Gazâlî -kuddise sirruh-, hakîkî ilmin bu iki
çeşit ilmi cem etmeye bağlı olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:
“Hakîkî âlimler, yâni peygamber vârisleri, zâhirî ve
bâtınî ilimleri cem eden âlimlerdir!”
Cenâb-ı Hak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak
ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o
inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Ancak selîm akıl sâhipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)
Zemahşerî, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle der:
“Allâh Teâlâ bilenler ifâdesiyle tâat ve ibâdet eden
kimseleri, bilmeyenler ifâdesiyle de böyle olmayan kimseleri kasdetmiştir.
Böylece kânitleri, yâni tâat ve ibâdet edenleri âlimler saymıştır ki bununla,
ameli olmayanın gerçek âlim olmayacağına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla bu
âyette ilimleri az olup sonra da itaat ve ibâdette bulunmayan, hem de o
ilimlerine aldanarak dünya husûsunda fitneye düşen kimseler için büyük bir
ayıplama vardır. O hâlde bunlar Allâh katında câhil kimselerdir.” (Keşşâf, V,
156)
Âyet-i kerîmeler muktezâsınca, “amel-i sâlih” sâhibi
olup zâhirî ve bâtınî ilmimizi irfâna dönüştürebildiğimiz nisbette “zalûm” ve
“cehûl” sıfatlarından kurtulmuş oluruz. Yâni bu mânevî hastalıkları tedâvî
etmek için ilmî sermâyenin yanında kalbî sermâye de lüzumludur.
Ayrıca yukarıdaki âyet-i kerîmelerde Allâh -celle
celâlühû-, insanın, ilâhî esrâr ve azametten gâfil olarak yaşaması netîcesinde
dûçâr olacağı bedbahtlığı da bildirmektedir.
Mesnevî şârihi Tâhiru’l-Mevlevî, insanın yüklendiği
bu mes’ûliyetin ağırlığını şöyle dile getirir:
Eli boş gidilmez gidilen yere;
Rabbim, boş gelmedim ben suç getirdim!..
Dağlar çekemezken o ağır yükü;
İki kat sırtımda pek güç getirdim!..
2-
İnsan Acelecidir
Allâh Teâlâ insan psikolojisinin bu husûsiyetini
şöyle beyân buyurmaktadır:
“İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır…”
(el-Enbiyâ, 37)
“İnsan, hayrı
istediği kadar şerri de ister. İnsan çok acelecidir!” (el-İsrâ, 11)
İnsan hayrı istediği gibi, şerri de ister ve
yaptıkları ile onu dâvet eder. Bunun sebebi insanın pek aceleci olmasıdır.
Sabır ve tahammül zor geldiği için sonra olacak şeyin vaktinden önce hemen
olmasını taleb eder. Bu davranış ise zaman zaman istenmeyen bir netice ile
sonuçlanır. Nitekim Mecelle’de: “Kim bir şeyi vaktinden evvel isti’câl eyler
ise mahrûmiyetle cezâlandırılır.” Yâni bir şeyin vaktinden önce acele olarak
gerçekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmek sûretiyle cezaya dûçar
kılınır, denilmiştir.
İnsanın aceleci vasfının bir tezâhürü de onun kolay
elde etme iştihâsında olmasıdır. Zîrâ o âhiret saâdetini, dünyada yaşamak
ister. Bu sebeple insanların birçoğu âhireti bırakır da dünyaya meyleder. O
büyük âhiret mükâfâtına ehemmiyet vermediği gibi o acıklı azâbı da düşünmez.
Aceleciliğinden dolayı hayır ve şerri birbirinden ayırmadığı için âkıbetini
hesâba katmaz. Âyet-i kerîmede insanın bu aldanışı şöyle beyân buyrulur:
كَلاَّ بَلْ تُحِبُّونَ
الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ اْلآخِرَةَ
“Hayır! Doğrusu siz âcil olan dünya hayatını
seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme, 20-21)
Gerçekten insan, öfkelendiği, bir sıkıntıya düştüğü
ve güçlüklerle karşılaştığı zaman, muhâtaplarına çok kolaylıkla bedduâ
edebilmektedir. Hâlbuki bu zor ve güç durumlardan sabır ve metânetle
kurtulmaya çalışmak gerekir. Ancak aceleci yapısı ile insan, böyle durumlarda
ümitsiz ve kötümser bir hâlet-i rûhiye içinde, bâzen de teessürünün
çokluğundan:
“Allâh’ım, cânımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!”
gibi sözlerle kendisi için bedduâ eder ki, bunlar aslâ doğru değildir.
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece
zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve:
“– Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun veyâ
O’ndan bir şey istiyor muydun?” diye sordu. Hasta şöyle cevap verdi:
“– Evet. Allâh’ım! Bana âhirette vereceğin cezayı bu
dünyada hemen peşin olarak ver, diye duâ ederdim.”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurdu:
“– Sübhânallâh! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ
etseydin olmaz mıydı? Allâh’ım! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik
ver ve bizi cehennem azâbından koru!”
Bunun üzerine adam bu duâyı yaptı ve şifâ buldu.”
(Müslim, Zikir, 23/2688; Tirmizî, Deavât, 71/3487)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir
hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
“Başına bir musîbet geldi diye hiçbiriniz ölümü
temennî etmesin. Mutlaka böyle bir şey temennî etmek zorunda kalırsa: “Allâh’ım,
benim için yaşamak hayırlı olduğu sürece beni yaşat, hakkımda ölüm hayırlı
olduğu zaman da beni öldür.” desin.” (Buhârî, Merdâ, 19; Deavât, 30; Müslim,
Zikir, 10, 13)
Bundan dolayı mü’minler, bedduâ etmemeli, sabır ve
ihtiyat ile hayra nâil olmak için duâ etmeli, faydalı hizmetleri yapmaya
çalışıp hayra dâvet etmelidir. Âyet-i kerîmede tavsiye buyrulduğu üzere:
“…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, âhirette de
iyilik ver ve bizi cehennem azâbından muhâfaza eyle.” (el-Bakara, 201) diye
niyazda bulunmalıdır.
3-
İnsan Menfaatine Çok Düşkündür
İnsanın bu vasfını anlatan bir âyet-i kerîmede şöyle
buyrulmaktadır:
“İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona
sevinirler. Şâyet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenâlık gelse, hemen
ümitsizliğe düşüverirler.” (er-Rûm, 36)
Aslında Allâh’ın lutuf ve rahmetiyle sevinmek men
edilmemiş, aksine emredilmiştir.[1] Fakat bu sevinçten maksat, nîmet vereni
tanıyarak, hamd ve şükrünü idrâk ederek sevinmektir. Burada ise nîmet vereni
hesâba katmayıp sadece nîmete güvenerek şımarıp hevâlarına uyan kimselerin hâli
açıklanmaktadır. Nitekim Kur’ânî ifâdeyle:
“…Sakın şımarma! Muhakkak ki Allâh şımaranları
sevmez.” (el-Kasas, 76) buyrulmaktadır. Böyle kimseler ibâdet etseler bile,
dünya menfaati için ederler. Sırf nîmete güvendikleri için kendi yaptıkları
şeyler sebebiyle başlarına bir fenâlık gelse derhal ümitsizliğe düşerler.
Allâh’ın rahmetinden tamamen ümit keserler. Çünkü teslîmiyetleri, Bâkî olan
Allâh’a değil, fânî şeyleredir. İnsanın menfaat-perestliği âyet-i kerîmede ne
güzel tasvir edilir:
“İnsanlardan kimi Allâh’a (şüphe ve tereddüt içinde)
yalnız bir yönden kulluk eder: Kendisine bir iyilik dokunursa, buna pek memnun
olur; bir de musîbete uğrarsa, çehresi değişir (dînden yüz çevirir). O,
dünyâsını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyânın ta kendisidir.”
(el-Hacc, 11)
Kimi insan da, nefsânî arzulardan kurtulamadığı için
kendi zâviyesinden Allâh’a ibâdet eder; gönülden ve içten gelerek değil, belli
bir maksat için gâfilâne bir şekilde dindarlık eder. Böyle kimselerde zikir
dilde kalmış, kalb mahfazasına yerleşmemiştir. O kişi eğer kendisine bir iyilik
gelirse sevinir, bir belâ geldiğinde ise hakîkatten yüz çevirir.
4-
İnsan Allâh’a Karşı Pek Nankördür
Âyet-i kerîmede:
“Şüphesiz ki insan Rabbine karşı pek nankördür.
Elbette buna kendisi de şâhittir.” (el-Âdiyât, 6-7) buyrulmaktadır.
İsrâ Sûresi’nde geçen şu âyetler ise gâfil insanın
bu husûsiyetini canlı bir şekilde anlatarak, bu tiplerin rûh hâllerinin içinde
bulundukları şartlara göre nasıl değişkenlik arzettiğini şöyle ifâde
etmektedir:
“Denizde başınıza bir musîbet geldiğinde, O’ndan
başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya
çıkardığında, (yine eski hâlinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür. O’nun,
sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut başınıza taş
yağdırmayacağından emîn misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.
Yahut O’nun, sizi bir kez daha oraya (denize) gönderip üzerinize bir kasırga
yollayarak, inkâr etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emîn misiniz?
Sonra, bundan dolayı kendinize (intikâmınızı almak için) bizi arayıp soracak
bir destekçi de bulamazsınız.” (el-İsrâ, 67-69)
Diğer bir âyet-i kerîmede ise şöyle buyrulur:
“Fakat insan, Rabbi kendisini imtihan edip ikramda
bulunduğu ve nîmet verdiği zaman “Rabbim bana ikram etti.” der. Onu imtihân
edip rızkını daralttığında ise “Rabbim beni tahkir etti, önemsemedi.” der.”
(el-Fecr, 15-16)
Yüce Rabbimiz kulunu, sabrı nisbetinde
mükâfâtlandırmak üzere her an imtihan etmektedir. Bu esnâda rızkı daraltılan,
sıkıntılara mübtelâ olan pek çok insan, bunun ilâhî hesapta bir kolaylık,
âhirette büyük bir ecir olacağını, dolayısıyla ilâhî bir ikram ve muhâfaza
olduğunu düşünmeden; “Rabbim bana hor baktı, beni küçümsedi” diye gücenir.
Rabbinin üzerindeki nîmetlerini düşünemez hâle gelir. Rızık az da olsa yine
onun şükrünün edâ edilmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin, çoğun
kıymetini de bilemeyeceğini idrâk edemez. Rabbinin bunlar vesîlesiyle kendisini
imtihan etmekte olduğunu aklına getirmez. Hâlbuki Cenâb-ı Hak:
“…Sizi bir imtihan olarak şerle de hayırla da
deneriz…” (el-Enbiyâ, 35) buyurmaktadır. İnsan bu durumun şuurunda olmazsa bu
menfî duygular nihâyette onu küfre kadar sürükleyerek kendisini yaratan Yüce
Rabbine karşı hasım hâline bile getirebilir. Çünkü onun nazarı fazîlete değil,
dünyanın gelip geçen boş sevdâlarına yönelmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Allâh) insanı bir nutfeden yarattı. Bir de
bakarsın ki o, Rabbine karşı açık bir hasım kesilmiştir!” (en-Nahl, 4)[2]
5-
İnsan Harîs ve Cimridir
İnsanın cennetten çıkarılmasında büyük payı olan bu
mezmum sıfatlar, terbiye edilmediğinde dünya ve ukbâ hayatı için en büyük
tehlikelerden biri hâline gelir. Rabbimiz bu nevî sıfatların mü’minde olmasını
istememektedir. Cenâb-ı Hak bu hususta kullarını îkâz ederek şöyle buyurur:
“Hayır! Doğrusu siz, yetîme ikrâm etmiyorsunuz;
yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvîk etmiyorsunuz! Haram helâl ayırmaksızın
mîrâsı hırsla yiyorsunuz. Malı aşırı derecede seviyorsunuz!” (el-Fecr, 17-20)
“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.
Kendisine fenâlık dokunduğunda, sızlanır, feryâd eder, ona imkân verildiğinde
ise cimrileşir, pinti kesilir.” (el-Meâric, 19-21)
“Gerçekten insan dünya malına son derece düşkündür,
onu çok sever.” (el-Âdiyât, 8)
Âyet-i kerîmede dünya malı için “hayr” tâbirinin
kullanılmasının sebebi, insan fıtratının ona meyletmesi, çoğu insanın dünya
menfaatinden dolayı onu mutlak hayır zannetmesidir ki, âyette bu zan
kötülenmiştir. Yâni insan, mal ve serveti mutlaka “hayır” sanarak sevdiği için
cimridir, eli sıkıdır. Allâh için o malın hakkını vermek, hayra sarfetmek,
umûmun menfaatine hizmet etmek istemez, kıskanır. Onu kazanmak husûsunda çok
güçlü ve hırslı olurken, sıra o malın şükrünü ödemeye gelince zayıflığını ileri
sürerek nankörlük eder ve infaktan kaçınır. Kalem Sûresi’nde Allâh’ın verdiği
nîmetlere nankörlük edip şükrünü yerine getirmeyen bahçe sâhiplerinin dûçâr
oldukları hazîn âkıbet, acıklı sahneler hâlinde sergilenmektedir.[3] Bu kötü
sıfatları taşıyanlar için Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“İnsanları arkadan devamlı ayıplayıp çekiştiren
(hümeze), yüzlerine karşı da onlarla alay etmeyi âdet edinen (lümeze) her
kişinin vay hâline! O, malı toplar ve onu sayıp durur. Malının gerçekten
kendisini ebedî kılacağını sanır. Hayır, yemin olsun ki o Hutame’ye atılacaktır.”
(el-Hümeze, 1-4)
“De ki “Eğer Rabbimin rahmet hazînelerine siz sâhip
olsaydınız, o zaman (dahî) harcamak(la tükenir) korkusuyla cimrilik ederdiniz.
Zaten insan çok cimridir.”“ (el-İsrâ, 100)
6-
İnsan Kıskanç ve Hasetçidir
İnsan fıtratındaki mezmum sıfatların en
tehlikelilerinden biri de kıskançlık ve hasettir. Âyet-i kerîmelerde şöyle
buyrulur:
“…Nefsler kıskançlığa meyilli olarak
yaratılmışlardır…” (en-Nisâ, 128)
“Yoksa onlar, Allâh’ın lutfundan verdiği şeylerden
dolayı insanları kıskanıyorlar mı?..” (en-Nisâ, 54)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasetten
sakındırarak onun zararını şöyle haber vermektedir:
“Haset etmekten sakının. Zîrâ haset, ateşin odunu
yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44)
Cenâb-ı Hak bu çirkin vasıftan kurtulmak için infak
ve îsâra ehemmiyet vermek gerektiğini bildirerek şöyle buyurmaktadır:
“…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte
onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 8)
7-
İnsan Zayıf Yaratılmıştır
Allâh Teâlâ diğer mahlûkâtı doğumlarından kısa bir
süre sonra hemen hayata intibak edebilecek ve kendi başına yaşayabilecek bir
kuvvette yarattığı hâlde, insanı uzun bir müddet başkalarının bakımına ve
muhâfazasına muhtaç, âciz ve zayıf bir durumda yaratmıştır. Âyet-i kerîmede
şöyle buyrulur:
“Allâh sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın
ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve
ihtiyarlık verdi…” (er-Rûm, 54)
İnsan, güçlü kuvvetli olduğu gençlik dönemine
aldanarak Allâh’a karşı isyana dalmamalıdır. Zîrâ bu kuvvetin ardından muhakkak
bir za’fiyet ve tükeniş dönemi gelecektir. İhtiyarlıkta duyulan pişmanlık ise
elden kaçırılan fırsatları geri getirmeyecek, rûhun hasret ve ıztırâbını
dindiremeyecektir. İnsanın bu hazîn âkıbeti âyet-i kerîmede şöyle
bildirilmektedir:
“Kime uzun bir ömür verirsek, biz onun
yaratılışını (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviririz. Hiç (bu
manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrâk
etmiyorlar mı?)” (Yâsîn, 68)
Fizyolojik yapısı itibâriyle birçok za’fiyet taşıyan
insan, aslında psikolojik yönden daha büyük bir za’fiyet içindedir. Bu iki yöne
de işâret eden âyet-i kerîmede:
“…İnsan zayıf yaratılmıştır.” (en-Nisâ, 28)
buyrulmaktadır.
Cenâb-ı Hak insanın irâde, hâfıza ve azim yönünden
zayıflığını Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsında şöyle ifâde eder:
“Şüphesiz daha önce Âdem’le (yasak ağaçtan yememesi
husûsunda) ahitleşmiştik, fakat o bunu unuttu. Biz onu fazla azimli bulamadık.”
(Tâhâ, 115)
Nitekim “insan” kelimesinin iki ayrı kökten müştak
olduğu söylenir. Birincisi, unutma mânâsındaki “nisyan”dır. Âyet-i kerîmede
ifâde edildiği gibi Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- Allâh ile yapmış olduğu ahdi
unutmuştur. İkincisi ise “ünsiyet”tir ki, insan bulunduğu yere çabucak alışır,
ülfet eder ve âdeta o yerin rengine boyanır.
Allâh Teâlâ’nın, birçok âyet-i kerîmede zayıflık ve
acziyetinden bahsettiği insanoğlunun kibirlenip böbürlenmesini gerektirecek
hiçbir sebep olamaz. Üstelik Cenâb-ı Hak insanı sevimli ve hoş görünümlü bir
alın teri veya göz yaşından değil de atılmış değersiz bir sudan yaratmıştır. Bu
yüzden ona yakışan, Yaratıcı’sının sonsuz kudreti karşısında acziyet ve
hiçliğini idrâk etmesidir. Nitekim insan, bu hususta şöyle îkâz edilmiştir:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık
ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!”
(el-İsrâ, 37)
İnsanda kulluk temâyülü fıtrîdir. Bu bakımdan ya
nefsânî temâyüllerine, yâni dünyevî menfaatlerine, ya da Rabbine kul olacaktır.
Rabbine lâyıkıyla kul olabilmesi için de nefs engelini aşması lâzımdır. Bunun
için Elest Bezmi’ndeki: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” ahdine sâdık kalması
îcâb eder.
Rûh, Rabbiyle bu ahdi gerçekleştirirken herşey ayân
idi. Melekleri görüyor, azamet-i ilâhiyeyi kolayca seyrediyordu. Lâkin and
veren bu rûh, -hadîs-i şerîfte ifâde edildiğine göre- ana karnına 120. günde
üfürülünce, beş duyunun esâretine girdi. Nefs engeli ile karşılaştı. Letâfetten
kesâfete bürünerek perdelendi. Ancak ona bu kesâfetten kurtuluşun yolu da
gösterildi. İnsan bu beş duyusunu, Allâh’ın ihsân ettiği mânevî istîdâdlarla ve
O’nun arzu ettiği istikâmette tezkiye etmesi ile nefs engelini aşmış olur. Beş
duyunun istikâmete girmesi ise, ancak kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi ile
mümkündür. Bunun sonunda kesâfet azalır, letâfet artar ve kalb, hakîkatleri
alıcı hâle gelir.
“(Âdem’e) şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim
zaman!..” (el-Hicr, 29) âyetinde beyân edilen rûh, “emir âlemi”nden gelen rûh-i
sultânîdir. Fânî olan cesedin içine girmiştir. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, bu rûh-i sultânînin cesedin içinde kaybolmaması ve cesede hâkim olması
için şu misâli verir:
“Ayran içinde yağ, nasıl gizli ve görünmez bir
hâldeyse, ceseddeki rûh da öyledir.”
“Yağın meydana gelmesi için, ayranın dövülmesi
lâzımdır.”
“Tıpkı bunun gibi, sultânî rûhun da, bedeni, yâni
cesedi kontrol altına alması için mücâhede, riyâzât ve birtakım mahrûmiyetlere
sabretmesi şarttır.”
Kalbin; kesâfetten, yâni süflî dünyâ lezzetlerinden
kurtulup letâfete kavuşması, ilâhî duygularla dolu olması zarûrîdir. Aksi
hâlde mârifetullâha vâsıl olmak mümkün değildir. Merhûm Necip Fâzıl, bu kalbî
hakîkati bir yakarış hâlinde ne güzel ifâde eder:
Bende sıklet, Sen’de letâfet…
Allâh’ım, affet!
Latîf’ten af bekler kesâfet…
Allâh’ım, affet!
Etten ve kemikten kıyâfet…
Allâh’ım, affet!
Dipnotlar:
[1] Bkz.
Yûnus, 58.
[2] Ayrıca
bkz. Yâsîn, 77.
[3] Bkz.
el-Kalem, 16-33.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş – Kur’ân-ı Kerim Işığında
Nebiler Silsilesi – 1
İslamveihsan.com
Yorumlar
Yorum Gönder