Allah Her Şeyi Biliyorsa, Hiçbir Şeye İhtiyaç Duymuyorsa Neden İnsanı Yarattı?
Allah Her Şeyi
Biliyorsa, Hiçbir Şeye İhtiyaç Duymuyorsa Neden İnsanı Yarattı?
Soru
Detayı: Yani her
şeyi biliyor, yaratırsa ne olacağını da. Peki, bunu bilmesine rağmen neden acı
da çekebilen biz insanları yarattı?
·
Allah bütün bunları biliyorsa, örneğin
neden bir çocuğun babasını kaybettiğinde duyduğu acıya katlanmasına razı oldu?
·
Bu acı onun için önemsiz midir ya da
çocuğun acısını mı anlayamaz?
·
Neden bir yaratma ihtiyacı duydu; Allah
bunu neden yaptı?
Cevap:
Değerli
kardeşimiz,
Allah'ın
hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kâinata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan
görebilir. Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kâinatın neyi eksikti de
biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın
herhangi bir ihtiyacı görülüyor.
Allah her
şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına
gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki
zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi
yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne
yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve
aklen biliriz.
Allah bizi
kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı.
Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden
istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi
bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın
bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak
anlamına gelir.
Oysa âlimlerimizin
ittifakı ile "Allah, la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden
sorguya çekilmez. Ama kâinatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin
hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü kâinatta
hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kâinatı didik didik
araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.
Allah'ın
insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:
1. Allah
insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı
kesindir.
2. Allah kâinatta
tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde-
görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken
bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını
gerekli kılıyor.
3. İbadet
için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir.
Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız
ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.
4.
Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini
yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ
edilenin yaratılması icap eder.
5. Bir
çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşması
ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.
6. Eğer
başka âlemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız
gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya
gönderildik denilebilir.
İşte tüm kâinatta
rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani
bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere
ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler
yükleyecektir. Yoksa tüm kâinatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes
olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden
münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi
gerekmektedir.
Kâinatın
ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise bin seneyle
ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen
haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa
ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen
haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle
tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam
uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler
âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.
"Hiçbir
şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin..." (İsra, 17/44)
Mealindeki
âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine
alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.
Cenab-ı
Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye
kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi
mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan
yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru,
meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi
bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.
İmtihana
tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler,
âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için
yaratılmışlardı.
"Ben,
cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat,
51/56)
Âyette
geçen "ibadet" kelimesine birçok tefsir âliminin "marifet"
mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını,
birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet
ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.
Bu mümtaz
mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem
cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.
Nitekim
öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler,
sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu
bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya.
Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş
olup bu imtihanı kazanamıyorlar.
İmtihanın
diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve
neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini
düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha
fazla.
Bundaki
hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir
varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak
bir Nur cümlesi:
"Fâtır-ı
Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm
bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası
nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir
âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
İbadet ve
marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve
fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet
dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar
ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye
ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla
mümkün.
Çaresizlik
içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında
müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde
insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup,
gaflete dalabiliyor.
Konunun
çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün
isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.
Allah,
Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da O’dur zilleti çektiren de.
Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap
olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem
celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar
ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına
mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal
tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu
tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle
karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî
isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.
Nur
Külliyat'ında bir dua cümlesi var:
"Bize
gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster."
(Sözler, Onuncu Söz)
Bu
dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap
oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan
insanlar asıla kavuşuyorlar.
Şunu da
unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.
Kaynak: Sorularla İslâmiyet
Yorumlar
Yorum Gönder