Mecelle'nin 100 Maddesi
Mecelle'nin 100 Maddesi
1. MADDE:
Fıkhın Tarifi:
اَلْفِقْهُ: عِلْمٌ بِالْمَسَائِلِ الشَّرْعِيَّةِ الْعَمَلِيَّةِ
الْمُكْتَسَبَةِ مِنْ اَدِلَّتِهَا التَّفْصِيلِيَّةِ
Fıkıh: şeriatın ameli meselelerini, tafsili
delillerin den bilmektir.
1- “İlm-i fıkh, mesâil-i şer’iyye-i
ameliyeyi bilmektir.”
İlm-i Fıkh: Fıkıh ilmi
Mesail: Meseleler
Mesâil-i şer’iyye-i ameliye: Amellerle
ilgili şer’i / hukuki meseleler
2. MADDE:
اْلاُمُورُ بِمَقَاصِدِهَا
İşler maksatlarına göredir.
“Bir işten maksat ne ise hüküm ona
göredir.”
Örnek:
●
Yitik bir malı koruyup sahibine verme niyetiyle alan kişinin, malın helak
olması halinde onu tazmin etmesi gerekmezken; söz konusu malı sahiplenme
niyetiyle almış olması halinde tazmini gerekir.
● Bir
devlet büyüğüne ibadet niyetiyle secde edilmesi küfür, bunun saygı amacıyla
yapılmış olması sadece günah olarak görülmüştür.
3. MADDE:
اَلْعِبْرَةُ فِى الْعُقُودِ لِلْمَقَاصِدِ وَالْمَعَانِى لا
لِلاَلْفَاظِ وَالْمَبَانِى
“Ukudda itibar mekasıd ve meaniyedir; elfaz
ve mebaniye değildir.”
Ukud: Akitler, anlaşmalar
Mekasıd: Maksatlar
Meani: Manalar
Elfaz: Lafızlar, sözler, cümleler
Mebani: Açıklamalar
Bu madde, niyet ile ifade arasında
aykırılık bulunduğu zaman geçerlidir. Yoksa lafız tamamen bir kenara atılacak değildir.
Ayrıca bu madde, lafızların asıl manalarından başka manalarda da kullanılabileceği
göz önüne alınarak tespit edilmiştir.
Kaidede “ukud” kaydının bulunması,
yeminlerle ilgili hükümleri istisna etmek içindir; zira yeminler amaca göre
değil, kullanılan lafızlara göre değerlendirilir. Kısastan af gibi.
Örnek: Bir kimse usulü dairesinde tanzim
ettiği senette “Şu malımı oğlum Ahmet’e hibe ediyorum. Sağ olduğum müddetçe bu
malda tasarruf edeceğim, ben öldükten sonra oğlum Ahmet tasarruf edecek ve
diğer varislerim müdahale etmeyecektir.” demiş olsa, “hibe ediyorum” tabiriyle bu
tasarrufun hibeye hamli mümkün ise de “Ben sağ olduğum müddetçe tasarruf
edecek” ibaresinin delaleti ile maksadın vasiyet olduğu anlaşılır.
4.MADDE
اَلْيَقِينُ لا يَزُولُ بِالشَّكِّ
“Şekk ile yakin zail olmaz.”
Şekk: Bir şeyin varlığına ve yokluğuna eşit
derecede kani olmak
Yakin: Bir şeyin varlık veya yokluğundan
birine, bir delil sebebiyle, aklın kesin olarak veya kuvvetli bir zanla karar
vermesi
Zail olmak: Yok olmak
Yani: Var olduğu yakinen bilinen bir şeyin
aksine kesin delil bulunmadıkça, sonradan meydana gelen bir şüphe ve
tereddütten dolayı onun yok olduğuna hükmedilmez; yakin, ancak yakin ile zayi
olur.
Örnek:
●
Abdestli olan bir kişi, abdestinin bozulup bozulmadığından şüpheye düşse,
abdestinin bozulduğuna dair kesin bir bilgi olmadıkça bu şüpheye itibar
edilmez, bu abdestle kıldığı namazlar sahih kabul edilir.
● Bir
kimse “Filan şahsa zannımca şu kadar lira borcum vardır” dese bununla borç
sabit olmaz
5. MADDE:
اَلاَصْلُ بَقَاءُ مَا كَانَ عَلَى مَا كَانَ
“Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması
asıldır.”
Yani: Geçmişte sabit olduğu kesin olarak
bilinen bir şeyin, aksine bir delil bulunmadıkça geçmişteki haline itibar
edilir.
Örnek: Kayıp kişinin hayatta olduğu
geçmişte kesin olarak bilinmekte iken, öldüğüne dair kesin bir delil
bulunmadıkça hayatta olduğu kabul edilir. Dolayısıyla, bu durumdaki kişinin
ölümüne dair kesin bilgi elde edilmedikçe, malları mirasçılarına
paylaştırılamaz.
6. MADDE:
اَلْقَدِيمُ يُتْرَكُ عَلَى قِدَمِهِ
“Kadim
kıdemi üzerine terk olunur.”
Kadim: Başlangıcını kimsenin bilmediği şey,
eski.
Kıdem: Eskilik
Örnek: Bir evin yağmur suları, eskiden beri
komşusunun bahçesine akmaya devam ettiği halde, komşusu, “bundan sonra akıtmam”
diyemez. Çünkü bu uygulama “kadim” olmuştur.
7. MADDE:
اَلضَّرَرُ لاَ يَكُونُ قَديِمًا
“Zarar kadim olmaz”
Örnek: Yayaların geçişini engelleyecek
şekilde yapılmış balkonlar, kamu sağlığını tehdit eden kanalizasyon ve
çöplükler, ne kadar eski uygulamalar olursa olsun kaldırılır veya tamir edilip zararları
giderilir.
8. MADDE:
اَلاَصْلُ بَرَائَةُ الذِّمَّةِ
Beraatı zimmet asıldır.
Kişinin zimmetinin, başkasının hakkı ile
meşgul olmayıp beri olması asıldır. Zira her şahıs, yaratıldığında zimmeti beri
(temiz) olarak doğmuştur, zimmetinin meşgul olması, daha sonra hâsıl olan
muamelelerle meydana gelir. Bu aslın hilafını iddia eden kişinin, bu davasına
dair delilini getirmesi gerekir. Zira delil (şahit), aslın ve zahirin hilafını
iddia edenden istenir.
9. MADDE:
اَلاَصْلُ فِى الصِّفَاتِ الْعَارِضَةِ الْعَدَمُ
Arizi sıfatlarda asıl olan, yok olduğudur.
Arizi sıfat, aslından mevcut olmayıp
sonradan gelen ve hâsıl olan sıfatlardır; ticaret, ayıplı olmak, hastalık,
noksanlaşmak gibi. Bunların varlığı sonradan hâsıl olduğundan, aslen mevcut
olmadıklarına itibar edilir. Meselâ: Ortaklar arasında kârın olup olmadığında
ihtilaf çıksa, söz işi yürüten ortağın dediğidir. Kârın olduğunu isbat etmek
için, parayı veren orta-ğın delil getirmesi gerekir.
Asli sıfatlar, mevsufun var olmasıyla var
olan sıfatlardır. Sıhhat, selamet, bekâret gibi. Bunlarda aslolan var olmalarıdır.
Mesela müşteri bir at satın alsa, sonradan
atta eskiden olan bir aybın olduğunu iddia etse, satıcı da ayıpsız olduğunu
iddia etse, söz yeminle birlikte satıcının dediğidir, zira sıhhatli olmak asli
sıfatlardandır.
Arizi sıfatlarda asıl olan o sıfatın mevcut
olmamasıdır. Amma asli sıfatlarda ise, o sıfatın mevcut olduğu asıldır.
10. MADDE:
مَا ثَبَتَ بِزَمَانٍ يُحْكَمُ بِبَقَائِهِ مَا لَمْ يُوجَدِ
الْمُزِيلُ
Bir vakitte sabit olan şeyin, izale edeni
mevcut ol-madıkça bekası ile hükmolunur.
Bir zaman evvel birisi bir şeye malik
olduğu sabit olsa, sonradan mülkiyetini gideren bir şey olmadıkça (satmak veya
hibe etmek gibi), o şeyin mülkü o kimseden yok olmaz.
Bu kaide, “Bir şeyin bulunduğu hal üzere
kalması asıldır” kaidesine mutabıktır ve onu tamamlar. Bu kaide istishab ile
alakalı idi, burada da istishab hükümleri cari olur.
Yani bir şeyin geçmiş zamanda sabit olduğu
belli ise, şimdiki halde de sübutuna hükmedilir, ancak hılafına bir durum
mevcut olmamalıdır. Aynı şekilde halde/filhal bir şeyin devamı sabit olunca, o
şeyin evvelde de böyle olduğuna hük-medilir. Ancak o şeyi izale eden bir durum
söz konusu olma-malıdır.
Misal: Bir şeyin mülkiyeti bir şahıs için
sabit olsa, ondan bir sebeble (satmak, hibe etmek gibi) yok olmadıkça, o şeyin
mülkiyetinin o kişide devamına hükmedilir. Eğer izale eden şey mevcut olursa,
mülkiyetin devam ettiğine hükmedilmez.
11. MADDE:
مَا ثَبَتَ بِزَمَانٍ يُحْكَمُ بِبَقَائِهِ مَا لَمْ يُوجَدِ
الْمُزِيلُ
Hâdis olan işte asıl, onu en yakın vaktine
izafe etmektir.
Hâdis: Mevcut olmayıp sonradan mevcut
olandır. Bunun meydana gelmesinde ve sebebinde ihtilaf edilince, eski zamana
nisbeti sabit olmazsa, en yakın vaktine izafe edilir.
Misali: Kadın kocasının kendinden mal
kaçırmak için ölüm hastalığında kendini boşadığını iddia etse, varisleri de
sıhhatinde boşadığını iddia etse, söz kadının dediğidir, zira talak işi
sonradan meydana gelen bir iştir, varlığı en yakın zamana izafe edilir ki bu da
kocanın hastalığıdır. Varisler davaları için delil getirmedikçe kadın mirastan
hissesini alır.
Diğer bir misal: Baba, oğlunun malını
satsa, oğlan baba-sının malını kendisinin buluğundan sonra sattığını iddia etse
ve satışın geçersiz olduğunu söylese, babası satışın buluğdan sonra olmasını inkâr
etse, söz oğlun dediğidir, baba davasını isbata mecbur olur.
Diğer bir misal: Hıristiyan olan kadın,
kocası olan Müslümanın ölümünden evvel kendisinin de Müslüman olduğunu iddia
etse ve mirastan payını talep etse, varisler de kadının kocasının ölümünden
sonra Müslüman olduğunu iddia etseler, söz varislerin dediğidir, zira kadının İslam’a
girmesi, tarih bakımından kocanın ölümünden sonra olmaya daha yakındır.
12. MADDE:
اْلاَصْلُ فِى الْكَلاَمِ اَلْحَقِيقَةُ
“Kelâmda asl olan manayı hakikidir.”
Asl olan: Tercih edilen
Manayı hakiki: Gerçek anlam, sözlük anlamı;
bir söz duyulduğunda akla gelen ilk anlam.
Mecaz: Kelimenin sözlük anlamında
kullanılmayıp, ona benzeyen başka bir anlamda kullanılmasıdır. Örnek: “Şu ev
Ahmet’e aittir.” Diyen bir kişi, bu ikrarıyla, söz konusu evin mülkiyetinin
Ahmet’e ait olduğunu belirtmiştir. Bu kişi sonradan, “bu sözümle o evin,
Ahmet’in kira ile oturduğu meskeni olduğunu kastettim; aslında ev benimdir”
dese kabul edilmez ve önceki ikrarıyla sorumlu tutulur; çünkü öncelikle sözün
hakiki anlamı geçerlidir.
13. MADDE:
لاَ عِبْرَةَ لِلدَّلاَلَةِ فِى مُقَابَلَةِ التَّصْرِيحِ
Sarih (açık olan) karşısında delalete
itibar edilmez.
Yani sarih olan ile delalet eden çakıştığı
zaman sarih olan alınır, zira sarih kuvvetlidir delalet eden zayıftır.
Sarih lafzın tarifi: Usul âlimlerine göre
sarih, kendinden murad olanın açık, beyan edilmiş, tam ve alışılmış olmasıdır.
Mesela bir kişiye halin delaleti ile bir işe izin verilmiş olsa, sonra açık bir
ifade ile o işten men edilse artık delalete itibar kalmaz.
Mesela: Bir şahıs, başkasının evine girse
ve orda masa üzerinde su dolu bardak bulsa, su içerken bardak düşüp kırılsa,
ödeme sorumluluğu olmaz, zira halin delaletiyle o bardaktan su içmesine izin verilmişti.
Ama ev sahibi o kişiyi o bardaktan su içmekten men etmiş olsaydı ve o kişide
dinle-meyip su içerken bardak kırılsaydı bu durumda ödemesi gere-kir, zira
sarih men etmesi delaleten olan izni iptal etmiştir.
Diğer bir misal: Bir kişi başkasına bir mal
hibe etse, diğeri de bunu kabul etse, hibe aktinin hasıl olmasıyla o kişinin
malı teslim almasına delaleten izin verilmiş oldu; eğer teslim alırsa hibe
işlemi tamam olur. Eğer hibe eden kişi, hibeyi teslim alma-dan evvel hibe
edilen kişiyi teslim almasından men etse, delaletin hükmü düşer ve hibe batıl
olur. Şayet malı teslim alsa, gasb etmiş olur.
14. MADDE:
لاَ مَسَاغَ للاِجْتِهَادِ
فِى مَوْرِدِ النَّصِّ
“Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”
Şeriatın,
kendisi hakkında hüküm beyan ettiği meselede ictihad geçerli olmaz. Zira
ictihadın cevazı, hakkında nass (şer’i delil) olmayan meselelerdedir.
İctihad: Şer’i ve fer’i delilden hükmü
çıkartmak için taka tı ve kuvveti sarf etmektir, şöyleki bu gayretinden daha
faz-lasını sarfetmek mümkün olamaz.
Nass: Kur’anı Kerim ve Hadisi Şeriflerdir.
Misal: Hadisi şerif açıkça beyan etti ki
“Delil iddia eden üzerine, yemin inkar eden üzerine gereklidir”
Bu nass bulunduktan sonra, hiçbir
müctehidin bunun hılafına hükmetmesi caiz olmaz. Yani delili inkâr edenden
dinleyelim, yemini iddia eden yapsın diyemez. Aynı şekilde Kur’anda, “Allah
bey’i helal etti” ayeti geldikten sonra hiçbir müctehidin, “Bey’ helal mi yoksa
haram mı” diye ictihad etmesi caiz olmaz.
15. MADDE:
مَا ثَبَتَ عَلَى خِلاَفِ الْقِيَاسِ فَغَيْرُهُ لاَ يُقَاسُ عَلَيْه
“Ala hilafi’l-kıyas sabit olan şey, saire
makisun aleyh olamaz.”
Ala hilafi’l-kıyas: Kıyas kuralına ters
olarak
Kıyas: Dört rükünden meydana gelir: Asl,
fer’, hüküm, illet.
Sair: Başka
Makisun aleyh: Kendisi üzerinden kıyas
yapılan nass, hüküm; asl.
Yani: Bir konunun hükmü kıyasa aykırı
olarak sabit olmuşsa, bu hüküm ona benzer konuların kıyas edilmesi için “asl”,
yani “makisun aleyh” olamaz. Kıyasa aykırı olarak sabit olan nass, kendi konusu
ile sınırlı tutulur.
Örnek: Sabah namazının sünnetinin, öğle
vakti girmeden kaza edilmesi, özel bir sebebe binaen meşru kılınmıştır. “Ta’ris
olayı” diye bilinen, Hz. Peygamber’in ashabıyla birlikte Hayber dönüşü bir vadide
uyuyakalarak sabah namazını kaçırmasından sonra namazı sünnetiyle birlikte kaza
etmesi, zevalden sonra veya başka zamanlarda da sabah namazının kaza edileceğine
dair “makisun aleyh” olamaz.
16. MADDE:
الاِجْتِهَادُ لاَ يُنْقَضُ بِمِثْلِهِ
“İctihad ile diğer ictihad nakz olunmaz.”
İctihad: Nassın bulunmadığı bir konuda bir
âlimin, araştırmaları sonucu belirttiği görüşüdür.
Nakz olunmak: Geçersiz kılınmak, bozulmak
Yani: İçtihatlar aynı derecede birer zanni
delil olduklarından, kat’i olan nasslara aykırı olmadığı sürece biri ile
diğerini geçersiz kılmak caiz değildir. Aksi taktirde istikrarsızlığa yol
açılmış olurdu.
Örnek: Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in hilafeti
sırasındaki ictihadi uygulamalarına muhalefet etmiş ama daha sonra kendi
hilafeti döneminde bu içtihatlardan meydana gelen hükümleri bozma yoluna gitmemiştir.
İstisna: Kamu yararı bir içtihadın
bozulmasını gerektiriyorsa, başka bir içtihat ile onun bozulması caizdir.
17. MADDE:
اَلْمَشَقَّةُ تَجْلِبُ التَّيْسِيرَ
“Meşakkat teysiri celb eder.”
Meşakkat: Zorluk, sıkıntı
Teysir: Kolaylaştırma
Celb etmek: Çekmek
Uyarı: Sözü edilen meşakkat, şer’i
yükümlülüklerin özünde bulunan zorluklar değildir; bir
konuda kolaylığa gidilmesi, o konu ile
ilgili nasslarla çatışmaya da yol açmamalıdır.
Örnek:
●
Açlıktan ölüm tehlikesi yaşayan birinin, yasak olan ölü veya domuz etini
yiyebilmesi
●
Yolculuk durumu, ibadetler konusunda önemli kolaylılar sağladığı gibi, hukuki
yönden de birçok ruhsatlara imkan vermektedir.
18. MADDE:
َاْلاَمْرُ اِذَا ضَاقَ اِتَّسَعَ
“Bir iş dıyk oldukta, müttesa’ olur.”
Dıyk olmak: Daralmak
Müttesa’: Genişletilen
Yani: Fazla sıkışan iş kendi kendine
genişler.
Örnek:
●
“Haddini aşan her şey aksine sonuç verir.” (Arap Atasözü)
●
İnsanların yaşama, sağlık, hürriyet, itibar ve şeref gibi tabii haklarını
tehlikeye düşürecek derecede ileri giden sıkı bir kanun hükmü, mahkeme kararı
veya idari tedbir, genellikle gayesinisağlayamaz. Halk, bu ağır hükümlerden
kaçınmak için çareler arar, türlü hilelere başvurur.
●
Borcunu ödemeye güç yetiremeyen kişiye ödeme gücü elde edene kadar süre
tanınması veya toptan ödeyemeyen kimseye taksit imkanı verilmesi bu kaide
gereğidir.
19. MADDE:
لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ
Zarar vermek ve zarara zararla karşılık
vermek yoktur
Örnek: Borcunu ödememekte ısrar eden
borçluyu alacaklının dövmeye veya hapsetmeye ya da malını zorla elinden almaya
yetkisi yoktur. Bunları yapması halinde tazminle sorumlu olacağı gibi ayrıca
kendisine cezai müeyyideler de uygulanır. (Hukuk dilinde buna “ihkak-ı hak”
denir ve kesinlikle meşru değildir.)
Aynı şekilde ayıplı bir malı satan kişi,
müşteriye maldaki ayıbı söylemeden satamaz, zira satılan maldaki ayıbı gizlemek
müşteriye zarar vermektir.
Bir belde halkı, başka birinin, kendi
beldelerinde yerleş-me hakkını men edemezler, bu, o kişiye zarar vermek olur,
bu da men edilmiştir.
Mesela avcılık mubah bir iştir, ancak
avcılık, hayvanatın tükenmesini, insanlara korku ve sıkıntı olmasını icab
ettirirse avcılıktan men edilir.
20. MADDE:
اَلضَّرَرُ يُزَالُ
“Zarar
izale olunur.”
İzale olunmak: Yok edilmek
Zarar zulümdür, aldatmadır, vacib olan
giderilmesidir. Zalimi, zulmü üzere yerleştirmek haramdır ve men edilmiştir.
Örnek:
●
Meslek erbabının kendilerinden kaynaklanan zararların yine kendileri tarafından
izale edilmesi gerekir.
●
Paranın sürekli değer kaybettiği yerlerde, alınan borcun miktar olarak aynen
ödenmesi, borç veren kişinin zararına yol açmaktadır. Bu zararın izale edilmesi
gerekmektedir; bunun için de, borçların geri ödenmesinde paranın miktarı değil,
alım gücü esas alınmalıdır.
Ayıp muhayyerliği, malı ayıpsız olduğunu
zannederek alan müşterinin zararını izale etmek için meşru’ edilmiştir.
Şuf’a hakkı, kötü komşunun zararını men
etmek için meş ru’ edilmiştir. Aynı şekilde komşunun arsasındaki ağaç büyümekle
dalları yan komşuya zarar verirse, zararı gidermek için ağacın dallarının
kesilmesi gerekir.
21. MADDE:
اَلضَّرُورَاتُ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ
“Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah
kılar.”
Zaruret: Yasak olan şeyin işlenmesini caiz
kılan özür
Memnu: Yasaklanmış
Mübah: Yapılıp yapılmaması serbest olan
Not: İslam hukuk usulünde, yasak olan
şeylerin mübah kılınmasına “ruhsat” adı verilmektedir ki, bir özür sebebiyle
sonradan meşru kılınan şey demektir. Fakat ruhsatta yalnızca hukuki sorumluluk
kalkar, haramlık ise devam eder.
Örnek: . Bazı şeyler de var ki zaruret
halinde yasaklığı kalkar. Açlıktan telef olma anında ölü etini yemek, domuz etini
yemek, susuzluktan şarap içmek gibi.
22.MADDE:
ماَ اُبِيحَ لِلضَّرُورَةِ يُتَقَدَّرُ بِقَدَرِهَا
“Zaruretler
kendi miktarlarınca takdir olunurlar.”
Yani: Zaruret sebebiyle caiz olan şey,
yalnızca zarureti giderecek kadar işlenebilir.
Örnek:
●
Canının telef olmasını önleyecek ekmek varken, et veya tatlı gibi pahalı bir
gıdayı sahibinden izinsiz almak, gasp hükmünde sayılmıştır.
●
Gerek sünnet, gerekse tıbbi bir tedavi ihtiyacı bir zarurettir ve sünnetçi veya
doktor konumunda olan kişinin kullanacağı ruhsat, işini gereği gibi
yapabileceği bir alanla sınırlıdır.
Misal: Açlıktan helak olma tehlikesinde
olan kişi için, başkasının malından açlığını def edecek miktarı alması caiz
olur, fazlasını alamaz.
Aynı
şekilde bir kimsenin binasına açtığı pencere, komşusunun hanımını (mahrem
bölgeyi) görecek bir halde ise buna cevaz verilmez.
23. MADDE:
مَا جَازَ لِعُذْرٍ بَطَلَ بِزَوَالِهِ
“Bir özür için caiz olan şey, ol özrün
zevali ile batıl olur.”
Caiz: Uygun, mahzursuz
Zeval: Ortadan kalkmak
Batıl olmak: Geçersiz olmak
Örnek:
● Su
bulunduğunda veya suyu kullanabilecek duruma gelindiğinde teyemmüm batıl olmuş
olur.
Kiralanan bir malda bir kusur meydana
geldiğinde, kiralayan kişinin bu akdi fesih yetkisidoğar. Ancak mal sahibi
akdin feshedilmesinden önce söz konusu kusuru giderirse, kiralayanın akdi
feshetme hakkı kalkar.
Misal: Asıl şahitlerin hasta olması veya
çok uzakta olmaları sebebiyle fer’ olan şahitlerin şahitliği caizdir. Asıl
şahitler hastalıktan kurtulsa veya uzaktan dönüp gelseler, fer’ olan şahitlerin
şahitliği artık caiz olmaz.
Çocuk, deli ve bunak kimselerin alış-veriş
gibi bazı tasarrufları men edilmiştir; ancak bu kusurlu halden kurtulurlarsa,
tasarrufları serbest olur.
24. MADDE:
اِذَا زَالَ الْمَانِعُ عَادَ الْمَمْنُوعُ
“Mani
zail olunca memnu avdet eder.”
Mani: Engel
Zail olmak: Ortadan kalkmak
Memnu: Yasaklanmış olan
Avdet etmek: Geri dönmek
Yani: Bir özür sebebiyle uygulanamayan asli
bir hüküm, özrün kalmasıyla önceki konumuna döner.
Örnek: Bir davada çocuk veya kör olan
birinin şahitliği çocukluk veya körlük sebebiyle reddolunduktan sonra, söz
konusu şahıs baliğ olsa ve gözleri açılsa, bu kişinin daha sonra aynı dava için
yapacağı şahitlik kabul edilir.
Birisi, görme muhayyerliği ile bir at satın
alsa, at yanında doğursa, müşteri atta bulduğu bir ayıp sebebiyle atı geri
veremez, zira doğurmakla mebide fazlalık hasıl oldu; amma yavrusu ölse, mani
yok olduğundan müşteri ayıp sebebiyle atı geri verebilir.
25. MADDE:
اَلضَّرَرُ لاَ يُزَالُ بِمِثْلِهِ
“Zarar
kendi misli ile izale olunamaz.”
Yani: Aslında yapılan zararın, zarar
vermeden telafi edilmesi en uygunudur; ancak bu mümkün olmadığı taktirde daha
hafif bir zarar ile zararın izale edilmesi amaçlanmalıdır.
Örnek: Bir malın üretildiği yerde, aynı
malı üretecek başka bir fabrikanın yapılması engellenemez. Yani önceki
fabrikanın zararına olur gerekçesiyle yeni yatırım yapmak isteyenlere zarar
verilemez.
Helak olmak üzere olan kişi, başkasından
helakini def edecek miktar şeyi zorla alabilir. Ancak diğeri de kendisi gibi
helak olmak üzere ise, onun elinden ihtiyacı olan şeyi alamaz.
İkaz: Zaruret hali ile meşru müdafaa
birbirine karıştırılmamalıdır.
26. MADDE:
يُتَحَمَّلُ اَلضَّرَرُ الْخَاصُّ
لِدَفْعِ ضَرَرٍ عَامٍّ
“Zarar-ı
âmmı def’ için, zarar-ı hâs ihtiyar olunur.”
Zarar-ı âmm: Geniş kapsamlı zarar
Zarar-ı hâs: Dar kapsamlı zarar
İhtiyar olunmak: Tercih edilmek
Örnek:
●
Hastalığa karşı aşı yaptırmak, geçici bir ateş ve sıkıntı yapabilir; ancak
ileriki yıllarda ölüm veya hastalıkla sonuçlanabilecek hastalıklara karşı
bağışıklık kazandırır.
●
Orman yangınlarında yangının daha fazla yayılmasını önlemek için, normal
şartlarda yasak olan bir kısım ağaçların kesilmesi bir zorunluluk halini
almaktadır.
●
Cahil doktoru işinden men etmek
Yangın önünde olan evlerin, yangını
durdurmak için yıkılmaları caizdir. Aynı şekilde yola doğru meyletmiş duvar
veya bina, yoldan geçenlere zarar vermemesi için yıktırılır.
Tüccarın fahiş fiyat koymaları durumunda
yetkililerin yiyecek maddelerinin ücretini sınırlandırması (narh koyması)
caizdir, aksi halde umuma zarar olur.
Dumanı veya kokusu ile diğer esnafa zarar
veren işletmelerin açılmasına mani olunur.
27. MADDE:
اَلضَّرَرُ اْلاَشَدُّ يُزَالُ بِالضَّرَرِ اْلاَخَفِّ
“Zarar-ı eşedd, zarar-ı ehaff ile izale
olunur.”
Zarar-ı eşedd: Çok şiddetli zarar
Zarar-ı ehaff: Daha hafif zarar
İzale etmek: Gidermek, yok etmek
Yani: Zarar, kendinden daha hafif bir
zararla telafi edilir.
Örnek:
● Ölen
hamile bir kadının, canlı olan ve yaşayacağı umulan çocuğunun ana karnından çıkarılması
gerekir. Bu durumda ölüye verilecek zarar, çocuğa gelecek zarardan daha
hafiftir.
●
Kişi, bakmakla yükümlü olduğu kimseler için yapması gereken harcamaları
yapmaması halinde hapsedilerek görevini yapmaya zorlanır. Böylelikle ihtiyaç
sahiplerinin zararının izale edilmesine çalışılır.
Mesela: Beş yüz liralık at başını, iki yüz
liralık bir küpün içine soksa, küp kırılmaksızın başını çıkartmak mümkün
olma-sa, küpün ücreti sahibine verilerek kırılır ve atın başı zararsız olarak
kurtarılır.
Tavuk birinin küpesini yutsa, küpe sahibi
tavuğun kıymetini verir ve onu keserek küpeyi çıkartır. Zira küpenin kıymeti
tavuktan daha fazladır. Eğer tavuğun kıymeti fazla olsa, bu durumda tavuğun
sahibi küpenin kıymetini verir, tavuğu kestirmez.
28. MADDE:
اِذَا تَعَارَضَ مَفْسَدَتَانِ رُوعِىَ اَعْظَمُهُمَا ضَّرَرًا بِارْتِكَابِ
اَخَفِّهِمَا
“İki fesat tearuz ettiğinde ehaffı irtikab
ile a’zamının çaresine bakılır.”
Tearuz etmek: Çatışmak
Ehaff: Daha hafif
A’zam: Daha büyük
İrtikab: Yapmak, tercih etmek
Yani: Biri büyük, diğeri daha hafif iki
zarar bir anda söz konusu olduğunda, hafif olan zararı işleyerek büyük zarardan
kurtulma yoluna gidilir.
Örnek:
●
İslam’da imamlık, müezzinlik ve Kur’an öğretme gibi ibadet niteliği taşıyan
işler için ücret almak caiz değildir. Ancak zamanla bu işler için istekliler
azalmış ve böylece bir zaruret sebebiyle ücret caiz kılınmıştır.
●
Zalim olan yöneticiye başkaldırmak, onun yaptığı zulümden daha kötü sonuçlara
yol açacaksa, ona itaat etmek suretiyle, hafif olana katlanarak daha büyük
zararların meydana gelmesi önlenmiş olur.
Misal: Bir kimse gemiye binse, gemide
yangın çıksa, kişi orada kalıp yanmak veya denize atlayıp boğulmak arasında
muhayyerdir, yani her iki halde intihar etmiş ve günah kazanmış değildir.
Eğer gemide su alma tehlikesi olsa, eşyanın
bazısı denize atılmakla gemi kurtulacaksa, bazı eşyalar denize atılır.
29. MADDE:
يُخْتَارُ اَهْوَنُ الشَّرَّيْنِ
“Ehven-i
şerreyn ihtiyar olunur.”
Ehven: Daha iyi
Şerreyn: İki kötü, zararlı şey
İhtiyar olunmak: Tercih edilmek
Örnek: Parmakta çıkan bir yara, kangren
olup kolun elden gitmesine sebep olacaksa parmak kesilir. Gerekirse vücudu
kurtarmak için kol da feda edilir.
30. MADDE:
دَرْءُ الْمَفَاسِدِ اَوْلَى مِنْ جَلْبِ الْمَنَافِعِ
“Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.”
Def’: Gidermek
Mefasid: Kötü ve zararlı şeyler
Celb: Elde etmek, çekmek
Menafi’: Yararlı şeyler
Evlâ: Daha iyi
Yani: Kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi,
yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir. Bir konuda yararla zarar
çatıştığı taktirde öncelikle zararın def edilmesi esas alınmalıdır.
Örnek: Meskûn bir mahalde oturanların huzur
ve rahatını bozacak bir iş yeri yapılamaz.
Misal: Kişinin kendi mülkünde olan bir
tasarrufu, komşulara zarar verirse bundan men edilir. Ancak menfaat daha fazla
ise tercih edilir, az bir zarara bakılmaz.
Misali: Yalan konuşmak fesad/kötü bir
iştir, ancak bunun la iki kişinin arasını ıslah murad edilirse, ihtiyaç
miktarınca olması caiz olur. Aynı şekilde zorba biri, birinin yanında olan
emanet bir eşyayı gasb etmek istese, emanet yanında olan kişi yanında emanet
olmadığını söylemekle (yalan söylemekle), emaneti muhafaza edebilir.
31. MADDE:
اَلضَّرَرُ يُدْفَعُ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ
“Zarar bi kaderi’l-imkan def olunur.”
Bi kaderi’l-imkan: İmkanlar elverdiğince
Def’ olunmak: Giderilmek
Yani: Meydana gelen bir zararın tamamıyla
telafi edilmesi her zaman mümkün olmayabilir.
Böyle durumlarda zararın telafisi için imkânların
elverdiği kadarıyla yetinilir.
Örnek: Bir zararı tazmin etmekle yükümlü
olan bir kişi öldüğü zaman, zarar gören kişi zararını onun bıraktığı mirastan
tahsil etme yoluna gider. Şayet kalan miras, zararın tamamını karşılamaya yetecek
miktarda değilse, mirasın yettiği kadarıyla zarar karşılanır, zararın kalan
kısmı için, mirasçı durumunda olan kişiler kendi mallarından ödemeye
zorlanamazlar.
Yanına hırsız girse, onu sopa ile def etmek
mümkün ise, silahla def etmesi caiz olmaz.
Birisi başkasının malını gasb etse ve onu
helak etse, helak olan o malın aynının geri verilmesi imkânsız olunca, mis
liyyattan ise gasb eden onun gibisini öder, kıyemiyyattan ise değerini öder.
Müşterinin yanında mebide yeni bir ayıp
meydana çıksa, daha evvel olmuş bir ayıba da müşteri muttali olsa, yeni ayıp
sebebiyle müşteri satıcıya veremez, zararı mümkün mertebe giderilir, yani
müşteri ayıbın noksanlaştırdığı miktarı satıcıdan taleb eder.
Binayı kiralayan kiracı binaya zarar
verise, hakimin emri ile icare akti fesh edilir.
32. MADDE:
اَلْحَاجَةُ تُنَزَّلُ مَنْزِلَةَ الضَّرُورَةِ عَامَّةً اَوْ
خَاصَّةً
“Hacet
umûmî olsun, husûsî olsun, zaruret menziline tenzil olunur.”
Hacet: İhtiyaç
Umûmî: Genel
Husûsî: Özel
Örnek:
●
Hakkında nass bulunmayan ve kendisine kıyas edilecek bir örnek de bulunmayan
pek çok husus, istihsan, örf veya maslahat açısından meşru görülmüştür.
Hepsinin gerekçesi de ihtiyaçtır.
● Bir
apartmanın ortak giderlerine herkes eşit miktarda katkıda bulunur. Oysa
herkesin giderlere konu olan ortak malzemeleri eşit derecede kullanması söz
konusu değildir. Aynı şekilde şehir içi ulaşımda, kısa ve uzun mesafe gidecek
olanlar ve otelde kalan müşteriler, otel imkanlarını farklı kullanmalarına
rağmen eşit ücret ödemektedirler. Böyle durumlarda kıyas mantığının
kullanılması halinde, insanlar sıkıntıya düşeceği gibi, hukuki ilişkilerde de
karışıklık meydana gelir.
Dolayısıyla bu tür ihtiyaçlar özel olsun
genel olsun zaruret gibi değerlendirilir ve ona göre hüküm verilir.
Aynı şekilde hamamlarda ücret karşılığında
yıkanmaya da cevaz verilmiştir, zira orda kullanılan menfaat meçhuldür ve belli
değildir, bu da kıyasen caiz olmamasını gerektirir; zira yıkanan kişinin
hamamda kalacağı müddeti ve kullanacağı suyun miktarını tayin mümkün değildir.
Ancak umumi zaruretten dolayı buna da cevaz verilmiştir.
33. MADDE:
َاْلاِضْطِرَارُ لاَ يُبْطِلُ حَقَّ الْغَيْرِ
“Iztırar
gayrın hakkını iptal etmez.”
Iztırar: Zaruret hali; kişinin hayati
tehlike karşısında, normalde yapmaması gereken şeyi yapmak zorunda kalma durumu
Gayr: Başkası
İptal etmek: Geçersiz kılmak
Örnek: Kişinin zaruretten dolayı başkasına
ait bir malı almak veya kullanmak zorunda kalması,mal sahibinin tazmin veya
ücret hakkını ortadan kaldırmaz.Mesela: Birisi şiddetli aç kalsa, ölüme
yakınlaşsa, sıkın-tısını giderecek kadar başkasının bir yiyeceğini izni olmadan
alması caizdir. Ancak aldığı malın değerini ödemesi gerekir. Yani ıztırar hali,
başkasının malını izinsiz kullanmayı mubah etse de, lakin kıymetini ödemeyi
düşürmez, bilakis mal sahibi-ne kıymetini ödemesi gerekir.
Mesela bir hayvan, kişinin üzerine saldırsa
ve onu helak etmek üzere olsa, o kişinin hayvanı öldürmesi caizdir, lakin
değerini sahibine ödeyecektir.
34. MADDE:
مَا حَرُمَ اَخْذُهُ حَرُمَ اِعْطَاؤُهُ
34- “Alınması memnu’ olan şeyin, verilmesi
dahi memnu’ olur.”
Memnu’: Yasaklanmış
Örnek:
●
Rüşvet
● Riba
(Faiz)
●
Uyuşturucu maddeler
Rüşvet veren ve alan da haram işlemiş olur.
Kahin ve falcıların para alması ve onlara para vermek haramdır. Aynı şekil de
şarkıcılara verilen paralar da böylece haramdır.
Yenmesi, içilmesi, giyilmesi haram olan
şeylerin başkalarına yedirilmesi, içirilmesi ve giydirilmesi de haramdır.
Ancak gasb eden kişinin elinden malı
kurtarmak için verilen şey rüşvet olmaz. Bunun gibi zaruret tahakkuk ettiği
yerlerde, zalimin zulmünü def etmek veya bir hakkı kurtarmak için verilen
şeyler de rüşvet olmaz.
35. MADDE:
مَا حَرُمَ فِعْلُهُ حَرُمَ طَلَبُهُ
“İşlenmesi
memnu’ olan şeyin istenmesi dahi memnu’ olur.”
Yani: Suça azmettirmek
Örnek:
●
Yalan yere şahitlik yapmak
●
Zulmetmek
●
Başkasını malını gasp etmek veya çalmak
Zulüm, rüşvet, yalan yere şahitlik etmek
haram olduğundan, bu gibi şeylerin başkalarına yapılmasını talep etmekte
haramdır.
Ancak yalan yere yemin eden kişiye,
davacının yemin ettirilmesini istemesi caizdir, zira belki vazgeçmesi umulur.
Aksi takdir de yemin ettirilmese, davaların yürüme şekli bozulur, yani delil
davacı içindir, yemin inkarcı içindir kaidesi.
36. MADDE:
اَلْعَادَةُ مُحَكِّمَةٌ
“Adet
muhakkemdir.”
Muhakkem: Hakem kılınan
Yani: İslam hukukunda, bir konu hakkında
Kur’an ve sünnette bir delil bulunmadığı zaman, halk arasında yerleşmiş olan ve
İslam dininin temel prensiplerine aykırı olmayan örf ve adetlere göre hüküm
verilmesi esas alınmıştır.
Örnek: Buğday ekmeği yenen bölgede ‘ekmek’
sözcüğü mutlak olarak kullanıldığında buğday ekmeğine, ‘para’ sözcüğü de
ülkenin kullandığı para birimine hamledilir.
37. MADDE:
اِسْتِعْمَالُ النَّاسِ حُجَّةٌ تَجِبُ الْعَمَلُ بِهَا
“Nâsın
istimali bir hüccettir ki, anınla amel vacip olur.”
Nâs: İnsanlar
İsti’mal: Uygulama
Hüccet: Delil
Anınla: Onunla
Amel: İş
Vacip olmak: Gerekmek
Yani: Örf ve âdetin hukuki bir
bağlayıcılığı vardır.
Örnek:
●
Yevmiyeci olarak çalıştırılan bir kişinin çalışma süresini, -özel bir düzenleme
yoksa örf belirler.
● Bir
kap içerisinde gönderilen hediyeye kabın dâhil olup olmadığını örf belirler.
●
Kişilerin iffet ve namusuna dil uzatmak anlamına gelen bazı kötü sözler, böyle
bir niyet ve amaç taşımadan bir bölgede yaygın hale gelebilir. Ceza veya uyarı,
bu durum göz önünde bulundurularak verilir.
●
Başlık parasının, hukuken mehir olarak değerlendirilmesi.
Mesela; bir kişi, diğerini -öğlenden
ikindiye kadar- belli ücret karşılığında çalışmak üzere kiralasa. Sonra bu
beldede örf -sabahtan akşama kadar çalışmaktır- diyerek, onun gün boyu
çalışmasını talep edemez. Bilakis konuşulan müddete itibar edilir.
38. MADDE:
اَلْمُمْتَنِعُ عَادَةً كَالْمُمْتَنِعِ حَقِيقَةً
“Âdeten
mümteni olan şey, hakikaten mümteni gibidir.”
Mümteni: İmkansız
Yani: Bazı şeyler gerçekte mümkün olabilir;
ancak adeten gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu taktirde gerçekte mümkün olmayan
bir şey gibi değerlendirilir. Örnek: Tevatür yoluyla sabit olan bir şeyi
yalanlayan kişinin yalanladığı konuyla ilgili davasına bakılmaz. Bu konuda
delil getirmesi de istenmez; zira böyle kesinlik ifade eden şeylerin inkarı
adeten pek görülmüş şey değildir.Adeten imkansız olan şey, aklen imkansız gibi
olduğundan hakkında dava dinlenmez.
Mesela: Bir kadının karnındaki çocuk
kendisine filan malı sattığını iddia etse, veya ondan şu kadar borç para
aldığını ikrar etse, iddiası aklen imkansız olduğundan dinlenmez.
Mesela, kendinden yaşca büyük olan Zeyd’in,
kendi oğlu olduğunu iddia etmesi de aklen imkansız olduğundan dinlenmez.
39. MADDE:
لاَ يُنْكَرُ تَغَيُّرُ اْلاَحْكَامِ بِتَغَيُّرِ اْلاَزْمَانِ
“Ezmanın
tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.”
Ezman: Zamanlar
Tegayyür: Değişmek
Ahkam: Hükümler
Örnek:
●
İslam’ın ilk dönemlerinde gasp edilen malın menfaati tazmin konusu değilken,
özellikle yetim ve vakıf mallarına haksız müdahaleler artınca, gayrı meşru
hırsları engellemek için, bu fetva terk edilerek menfaatin tazmini yönünde
hüküm verilmiştir.
● Hz.
Ömer zamanında atlara zekât konulması,
● Hz.
Ömer zamanında “müellefe-i kulub”a zekât verilmesinin kaldırılması,
● Hz.
Ömer zamanında “Sevad” uygulamasında taşınmaz malların ganimet sayılması,
● Hz.
Ömer zamanında diyet ödemesinin, katilin yakın akrabası olan “asabe” yerine
divana bırakılması… Zamanların değişmesiyle değişen hükümler örf ve adete
dayalı olanlardır. Zira zaman değişmekle insanların ihtiyaçları da değişir. Örf
ve adet değişmekle onlarla alakalı hükümler de değişir, fakat şer’i delile
dayanan hükümler böyle değildir, onlar asla değişmez.
Mesela: Kasten adam öldürenin cezası
kısastır. Bu şeriatın hükmüdür ki, örf ve adete dayalı değildir, zaman
değişmekle bu hüküm değişmez.
Zaman değişmekle değişen hükümler örf ve âdete
dayalı olanlardır; misal: Evvelki âlimlere göre birisi bir bina satın alsa,
bazı kısımlarını görmekle yetinilirdi. Sonra gelen âlimlere göre ise, her bir
odasını mutlaka görmesi gerekir. Bu ihtilaf delile dayalı değildir, bilakis örf
ve âdetin değişmesine dayalıdır, zira evvelki dönemde yapılan binaların her
tarafı eşit şekilde ve aynı tarzda olurdu. Bir odasını görmekle diğer odalarını
görmeye ihtiyaç kalmazdı. Amma sonraki dönemde binaların yapımı ve odalarının
farklılığı olunca, her bir odasının da görülmesi şart koşuldu. Bu meseleden
dolayı şer’i bir hükümde değişiklik lazım gelmedi belki adet ve örfte lazım
gelen bir hallerin değişikliği hâsıl oldu.
İnsanların örf ve adetleri bazen de batıl
üzere olabilir, buna asla cevaz verilemez. Mesela fasit şekilde olan alış
verişler gibi ki bunlar şer’an caiz olmaz.
İstisna: İnsanların tabii haklarını koruyan
ilahi emirler ve bazı nadir kanunlar ve kaideler zamanla değişmez
40. MADDE:
اَلْحَقِيقَةُ تُتْرَكُ بِدَلاَلَةِ الْعَادَةِ
“Âdetin delaletiyle mana-yı hakikî terk
olunur.”
Mana-yı hakiki: Gerçek anlam, sözlük
anlamı, birinci anlam.
Yani: Bir sözün örfen başka anlamda
kullanılması yaygınlaştığı taktirde gerçek anlamına itibar edilmez.
Örnek:
●
Lambayı yakmak
●
Odayı yakmak
Bir kimse düğün yemeği satınalması için
vekil tayin edilse, alışılmış olan (etli pilav-ayran gibi) yemeği alabilir,
yoksa herbir yenilen şeyi almaya izinli değildir.
Usul alimlerine göre kinaye manası, ya
hakiki ya da mecazi manada bulunur. Hakiki mana, kişinin kendi malı olan
elbisesini giymesi gibidir. Mecazi mana, ödünç aldığı elbiseyi giymesi gibidir.
Lafzın hakiki manada kullanılmasında delil
ve karineye ihtiyaç yoktur. Amma mecazda kullanmak için, hakiki manasına mani olan
bir karinenin bulunması şarttır.
41. MADDE:
اِنَّمَا تُعْتَبَرُ
الْعَادَةُ اِذَا اطَّرَدَ اَوْ غَلَبَ
“Âdet ancak, muttarit yahut galip oldukta
muteber olur.”
Muttarid: Düzenli
Yani: Âdetin muteber olabilmesi için,
düzenli bir şekilde devamlı ya da çoğu zaman uygulanır olması gerekir.
Örnek:
●
Katma Değer Vergisinin fiyatlara dahil olup olmaması
●
Nakliye ücretinin, beyaz eşyaya dahil olup olmaması
Düğünde çehiz hazırlanmasında sürekli galib
olan adete riayet edilir, bundan fazlasına değil.
Adetin itibarında hüküm verilecek
hadisenin, adetin cere yanı zamanında mevcut olması gerekir, daha sonra ortaya
çıkan bir örf ve adet olmamalıdır.
Misal: Nevisi tayin edilmeksizin (sadece
yüz demekle) yapılan satış muamelesinde, verilmesi gereken paranın o sıra
tedavülde olan ve rayiç olarak kullanılandan olması gerekir.
42. MADDE:
اَلْعِبْرَةُ لِلْغَالِبِ الشَّايِعِ لاَ لِلنَّادِرِ
“İtibar gaalib-i şayia olup nadire değildir.”
Galib-i şayi’: Çok yaygın
Nadir: Az
Yani: Hüküm vermede dikkate alınacak olan,
nadiren vuku bulan değil, insanlar arasında yaygın olan uygulamalardır.
Örnek: Mefkud, yani kayıp olan, sağ ya da
diri olduğuna dair bilgi alınamayan kişi; bir kısım
hakları elde etmesi bakımından ölü, ancak
kendisinden bir hak elde edecek başkaları açısından diri hükmündedir. Bu
kişinin ölümüne karar vermek için çocuk ölümleri ve salgın hastalık gibi
istisnai durumlar dışında, normal şartlar altında o bölgede yaşayan hemcinsi
olan insanların yaş ortalaması esas alınır. Nadiren bu yaşın üstünde yaşayanlar
da olabilir; ancak hüküm nadir olana göre verilmez.
Misal: Yitik bir kişinin 90 yaşında olması
sebebiyle öldüğüne hükmetmek, insanlar arasında yaygın olan ekseriyetle kişi 90
yaşından fazla yaşamadığı hükmüne dayandırılmasıdır; her ne kadar bazı kişiler
90 yaşından fazla yaşasalar da; fakat bu nadirdir, buna hüküm dayandırılmaz.
Bilakis örfte yaygın olan 90 yaşına itibar edilerek öldüğüne hükmedilir ve malı
varisleri arasında taksim edilir.
On beş yaşına gelen gencin buluğa erdiğine
hükmedilmesi de böyle yaygın olan kanaata göredir; her ne kadar bazı gençler on
yedi veya on sekiz yaşında baliğ olsa da; zira bu nadirdir.
Erkek çocuğun bakımının yedi yaş, kız
çocuğunun dokuz yaş olması da galib olan yaygın hükme göredir. Zira erkek
çocuğun bakıma olan ihtiyaçtan kurtulması yedi yaşında olur, kız çocuğun
müştehat (şehvetlenilmesi) çağına ulaşması, dokuz yaşında olur. Terbiyenin
noksanlığı veya iklimlerin değiş mesiyle bu hususlardaki farklılık nadir
olduğundan ona itibar edilmez.
43. MADDE:
اَلْمَعْرُوفُ عُرْفًا كَالْمَشْرُوطِ شَرْطًا
“Örfen
maruf olan şey, şart kılınmış gibidir.”
Maruf: Bilinen
Örnek:
●
Ücretle çalıştırılan bir kişiye yemek verilip verilmemesini örf belirler.
●
Araba satışlarında yedek tekerleğin fiyata dahil olup olmadığı sorulmaz.
Misaller: Bir kişi başkasının bir işini
yapsa ve aralarında ücret konuşulmamış olsa bakılır, eğer işi yapan adette
ücretle iş yapıyorsa, işi yaptıranın işi yapana, adet ve örfe göre misli ücret
vermesi gerekir. Böyle değil se ücret gerekmez.
Satış muamelesinde ücretin nevisi
belirtilmemişse, o beldede geçerli olan ücret nevisinden (mesela tl) verilmesi
gerekir.
Satın aldığı ineğin süt vermediğini görse
ve bu sebeple geri vermek istese bakılır, eğer bu kişi et için satın alan kasap
gibi biriyse, geri verme hakkı yoktur. Eğer sütünden faidelenmek için satın
alan biriyse geri verme hakkı vardır.
Baba evlenen oğluna bazı ziynet eşyası
(takılar) ve ev eşyası verse, düğünden sonra onların emanet olduğunu iddia edip
geri istese bakılır; eğer adet böyle ise onlar geri verilir, değilse geri
verilmez ve hibe sayılırlar.
Köy çobanı, hayvanları köyün çıkışında
bırakıp ahırlarına göndermesi adet ise, bu durumda yolda telef olanı ödemez;
eğer her bir hayvanı kendi ahırına teslim etmek adet ise, bu durumda noksanlık
ettiğinden dolayı telef olanı öder.
44. MADDE:
اَلْمَعْرُوفُ بَيْنَ التُّجَّارِ كَالْمَشْرُوطِ بَيْنَهُمْ
“Beynet-tüccar mâruf olan şey, aralarında
meşrut gibi dir.”
Beyne’t-tüccar: Tüccarlar arasında
Maruf: Tanınan, bilinen
Meşrut: Şart kılınmış
Yani: Tüccar arasında bilinen uygulamalar,
aralarındaki sözleşmelerin şartlarından sayılır.
Örnek: Ödemelerin peşin olup olmaması,
ödemenin hangi para birimiyle olacağı…
Tüccarlar aralarında alış-veriş yapınca,
belli ve örf olan hususları zikretmezler. Mesela: Peşin veya veresiye olduğu
zikredilmeden yapılan satışlarda ücret peşin verilir. Ancak belli müddet
veresiye satılması örf olan yerlerde, mutlak olan satışlarda veresiye tahakkuk
eder, peşin olması için ayrıca zikredilmesi gerekir.
45. MADDE:
اَلتَّعْيِينُ بِالْعُرْفِ كَالتَّعْيِينِ بِالنَّصِّ
“Örf
ile tayin nass ile tayin gibidir.”
Tayin: Belirlemek
Nass: Açıkça belirtilmiş söz
Yani: Bir şeyin açık sözle belirlenmesi ne
hüküm ifade ederse, örfler belirlenmesi de aynı hükmü ifade eder.
Örnek: Bir kimse komşusundan ödünç olarak
ekmek bıçağı alsa , bununla odun parçalayamaz.
Bir yemek kabı alsa onunla kömür taşıyamaz.
Birisi başkasına mutlak olarak (her hangi
bir şart olmaksızın) hayvanını ödünç verse, kiralayanın alışılmışın dışında
hayvana bin-mesi ve yük yüklemesi caiz olmaz. Hayvana demir yüklese veya bozuk
yolda seyrettirse ve bu husus alışılmışın dışında olsa, hayvana verilen zararı
öder.
Mutlak olarak satış için vekil olan kişi,
tasarrufuyla müvekkiline zarar veremez. Peşin olarak veya mutat olan bir
müddetle satışı yapar, uzun müddetle (veresiye) satamaz.
Kendisine süt veya et alması için birini
vekil tayin etse, orda mutat olan inek sütü ve etini kastetmiş olur; vekilin
başkasını alma hakkı yoktur.
46. MADDE:
اِذَا تَعَارَضَ الْمَانِعُ وَالْمُقْتَضِى يُقَدَّمُ الْمَانِعُ
Mani (engel) ve muktezi (işi gerektiren)
çakışırsa, mani takdim edilir.
Bir işte bir sebeb amel edilmesini
gerektirse, diğer bir sebebte yapılmasını men etse, yapılmaması tercih edilir.
Misal: Birisi başkasına evini rehin verse, rehin verenin evi satmaması gerekir.
Rehin veren eve sahip olduğu halde, kendi mülkünde tasarruf etmeliydi; ancak
rehin alanın hakkı güven için o eve tealluk etmiştir, hakkını korumak için evin
satılmaması tercih edilir.
Üst katta oturanın, alt kattakine zarar
vermemesi gerekir, mesela üst kattakinin evinin tabanını söküp açması
(delmesi), alttakinin tavanına zarar vereceğinden üst kattaki bu fiilinden men
edilir.
Miktarı bilinen ve bilinmeyen iki şey bir
akitte satılsa, her iki şeyin de satışı caiz olmaz.
Ölmek üzere olan biri, evladına ve başka
bir yabancıya birlikte bir malı ikrar etse, bu ikrarı geçerli olmaz, zira varis
için ölüm halinde yapılan ikrar geçerli değildir.
İstisna olarak: Cünüp iken şehit olan kişi
yıkanır, halbuki şehit yıkanmadan defnedilirdi; ancak cünüp olduğun-dan
yıkanması gerekti.
Ortak oldukları evde, ortağı yokken kendisi
ikamet etse, caizdir; halbuki ortağı yok iken orda oturması sahih değildi,
ancak kendi hakkı olduğu için oturması sahih oldu. (Şu iki hususta muktezi ile
amel edildi.)
47. MADDE:
اَلتَّابِعُ تَابِعٌ
“Tabi olan şeye ayrıca hüküm verilmez.”
Örnek:
● Bir
hayvanın karnındaki yavru ayrıca satılamaz.
●
Taşınmaz bir malın geçiş ve suyolu gibi hakları, taşınmaz malın kendisinden
ayrı olarak alınıp satılamaz
Var olmakta bir şeye tabi olan, hükümde de
ona tabidir. Gebe hayvan satılınca, karnındaki yavrusu da ona tabidir. Rehin
verilen hayvan doğursa, yavru da rehin muamelesine tabi olur. Satılan malın
teslim alınmasından evvel mebi’de hasıl olan değer artımı (ziyadelikler) de
müşterinin hakkıdır.
Mesela bir bahçe satılsa, müşteri teslim
almadan evvel ağaçlarda yeni meyveler hasıl olsa, satıcı onları kendine alamaz.
Gasb edilen şeydeki ziyadelikler de, asıl
mal gibi (hepsi) mal sahibine iade edilir. Gasb edilen at doğursa, annesiyle
beraber yavrusu da geri verilir.
48. MADDE:
اَلتَّابِعُ لاَ يُقَرَّرُ بِالْحُكْمِ
Tabi’, hükümle kararlaştırılmaz.
(Hakkında
ayrı bir hüküm verilmez.)
Hayvanın karnındaki yavru, ayrıca satılmaz,
annesine tabidir. Gebe hayvan hibe edilse, yavrusu da hibe edilmiş olur.
Birisi beş gram olması üzere muayyen bir
elması satsa, teslim anında tartılınca yarım gram daha ağır gelse, bu
fazlalıkta müşteriye aittir, ayrıca satılamaz. Zira yarım gramın ayrılması,
kalan kısma zarar verir.
Satılan akarın şuf’a hakkı, yol hakkı, su
hakkı o akara ait olduğundan ayrıca satılamaz.
İstisna: Bir kişi, annesinin karnındaki
çocuk için bir mal ikrar etse, bu ikrarı sahih olur ve yavru, altı ay veya daha
az bir müddette diri olarak doğarsa, ikrar edilen mala sahip olur. Burdaki
çocuk, annesine tabi iken, istisna olarak ayrıca hakkında ikrar edilen şeye
sahip olmuştur.
49. MADDE:
مَنْ مَلِكَ شَئْاً مَلِكَ مَا هُوَمِنْ ضَرُورَاتِهِ
Bir şeye sahip olan, o şeyin zaruriyyatına
da malik olur.
Bir bina satın alan, ona götüren yola da
sahip olur. Zira yol bina için zaruridir. Bu yüzden bina satılırken yolunu da
zikretmeye gerek yoktur.
Bir arsayı satınalan, altına ve üstüne de
malik olur, bu yüzden dilediği binayı yapar, kuyu kazar. (Bu gün için
belediyelerin uyguladığı imar planı, zarureten geçerlidir.)
50. MADDE:
اِذَا سَقَطَ اْلاَصْلُ سَقَطَ الْفَرْعُ
Asl düşünce, fer’i dahi sakıt olur.
Tabi ve fer’ olan şeyler, aslın düşmesi ve
yok olmasıyla yok olurlar.
Borçludan borcu ibra edilse (silinse), ona
kefil olan da borçla sorumlu olmaktan kurtulmuş olur, zira asıl borçlu
kurtulunca, fer’ olan kefil de kurtulmuş olur. Amma kefil olan kefaletten beri
edilse, asıl borçludan borç düşmez. Zira fer’ düşmekle asıl düşmez.
Bazen de fer’ sabit olur da asıl düşer,
misali: Birisi iki kişi hakkında iddia ederek, birine bin lira borç verdiğini
ve diğerinin de buna kefil olduğunu söylese. Borçlu borcu inkar etse, alacaklı
bunu isbat etmekten aciz kalsa, fakat kefil olan borca kefil olduğunu ikrar
etse, kefil üzerine ikrarına binaen borcu ödemekle hükmedilir; halbuki burada
kefil fer' idi.
51. MADDE:
اَلسَّاقِطُ لاَ يَعُودُ
Sakıt olan geri gelmez.
Bir şahıs, ıskatı ile sakıt olan bir hakkı
üzerinden düşür-se, daha sonra o hak kendine geri gelmez.
Iskatı kabul etmeyen haklarda, sahibinin
onu düşür-mesiyle ıskat tahakkuk etmez.
Misal: Bir kimsede olan alacağını ıskat
etse, sonra fikri değişip pişman olsa, sakıt olan borç geri gelmez, borçlu olan
borçtan beri olmuştur.
Amma bir şahıs, kendi mülkünde olan yolu
veya su hakkı nı ıskat etmekle bu hakkı yok olmaz, ancak bu hakkın satıl-ması
veya hibe edilmesi durumunda sakıt olurlar.
Satıcı malı sattığı müşteriden ücretini
almadan evvel mebiyi hapsedebilir, taki ücretini alsın. Amma ücreti almadan
evvel mebiyi müşteriye teslim etse, sonradan ücreti almak için hapsetmek
gayesiyle mebiyi geri isteyemez, zira sakıt olan geri gelmez.
Bir malı görmeksizin alanın görme
muhayyerliği vardır, fakat aldığı malı görmeden evvel başkasına satsa veya hibe
etse veya kiraya verse, daha sonra malı -görme muhayyerliği hakkı ile- geri
vermek istese, bu hakkı sakıt olduğundan geri gelmez.
52. MADDE:
اِذَا بَطَلَ شَيْئٌ بَطَلَ مَا فِى ضِمْنِهِ
“Bir
şey bâtıl oldukta ânın zımnındaki şey de batıl olur.”
Batıl: Geçersiz
Oldukta: Olduğunda
Zımn: Altındaki anlam; kapalı ifade
ânın: onun
Yani: Bir kısım söz ve sözleşmelerin
kendileriyle kastedilen açık anlam ve hükümleri olmasının
yanı sıra, onların altında yatan başka
anlam ve hükümleri de bulunur ki, bunlara, “zımnen sabit olanşeyler” adı
verilir. Bunların geçerli olup olmaması, kastedilen ve açıkça anlaşılan anlamın
geçerli olup olmamasına bağlıdır.
Örnek: Müşteri, aldığı maldaki bir kusur
için satıcıyla başka bir mal karşılığı sulh yapsa, anlaşsa, sonra müşterinin
özel bir çabası olmadan o kusur düzelmiş olsa; ‘dolayısıyla’, yapılan sulh
geçersiz olur.Bir diğer misal ; İki hasım, bir hak hususunda sulh edip
birbirlerini beri ettikten sonra, sulhun fasit olduğu anlaşılsa, sulh batıl
olduğu gibi, zımmında vakı’ olan ibra da batıl olur.
53. MADDE:
اِذَا بَطَلَ اْلاَصْلُ يُصَارُ اِلَى الْبَدَلِ
Asıl batıl olunca bedele gidilir.
Aslı
ifa etmek mümkün oldukça, mal sahibinin rızası olmadıkça, bedelini ifa etmek
caiz olmaz. Zira aslı ifa etmek eda etmek olur. Bedel ile bir şeyi ifa etmek,
asıl yerine olan şeyi (halefini) ifa etmek olur ki, asıl varken halefe gitmek
caiz değildir.
Mesela
gasb edilen mal, gasb edenin elinde mal mevcut ise, aynısını geri verir, aynısı
dururken bedelini ödemesi caiz olmaz.
Mesela: Birinden bir şeyi gasbeden kişi,
gasbettiği mevcut olduğu halde mal sahibine onun kıymetini vermek istese, mal
sahibi de razı olmasa, hakimin bedel ile hükmetmesi caiz olmaz. Usul alimleri,
gasb edilen malın aynının geri verilmesini -kamil eda- diye isimlendirirler.
Eğer
gasb edilen mal helak olsa ve aynını vermek müm-kün olmasa, bu durumda bakılır;
eğer gasb edilen şey misliy-yattan ise, gasb edenin mislini ödemesi emredilir.
Buna –misli ma’kul ile olan kaza veya kamil kaza- denir. Zira misli olan
mallar, aralarında suret ve mana bakımından benzeşirler. Misli olan şeyler
kıymette eşit veya çok yakın olurlar.
Eğer
gasb edilen mal kıyemiyyattan ise, gasb eden kıymetini öder. Buna -kâsır kaza-
denir. Zira gasb edilen malın kıymeti olan nakitler, gasb edilen malın suret ve
mana bakı-mından benzeri değildir.
54. MADDE:
يُغْتَفَرُ فِى التَّوَابِعِ مَا لاَ يُغْتَفَرُ فِى غَيْرِهَا
Bazı kere ibtidaen caiz olmayan şeyler,
tabi için caiz olur.
Müşteri, satıcıyı mebiyi teslim almaya
vekil tayin etse bu sahih olmaz. Ancak müşteri satıcıya bir kab verse ve
satınal-dığı şeyi o kabın içine koymasını istese, bu müşteri için teslim almak
(kabz) olarak itibar edilir. İlk durumda vekaletin sahih olmaması ve ikinci
durumda caiz olmasına gelince; ilk surette satıcı, bir anda hem teslim eden ve
hem de teslim alan olmuştu. Doğrusu akitlerde iki kişinin (satıcı ve alıcı)
akti üzerlerine alması, satıcının müşteriye mebiyi teslim etmesidir.
İkinci durumda müşteri, satıcıya bir kab
vermiştir, satıcı da onun işaretiyle amel ederek mebiyi kaba koymuştur. Bu
durum müşteri tarafından kabzetmek sayılır. Satıcının kabzı, müşteriye tabidir
ve sahihtir.
Aynı şekilde buğday satın alan müşteri,
satıcıdan onu öğütmesini istese ve satıcı da buğdayı öğütse, müşteri buğdayı
teslim almış olur.
Menkul olan eşyasıyla bir arazi vakfedilse,
menkul olan şeylerin vakfı örf ve adeten ilk anda caiz değildi, ancak asıl olan
gayrı menkule tabi olmakla sonradan caiz olmuştur.
Su hakkını satmak veya vakfetmek caiz
değildir, ancak su hakkının ait olduğu arazi satılırsa veya vakfedilirse, ona
tabi olarak su hakkı da satılmış veya vakfedilmiş olur.
55. MADDE:
يُغْتَفَرُ فِى الْبَقَاءِ مَا لاَ يُغْتَفَرُ فِى اْلاِبْتِدَاءِ
Başlangıçta cevaz verilmeyen şeye,
bekasında cevaz verilebilir.
Misal: Hisseli yerdeki hissesini hibe etmek
gibi. İlk anda bu caiz olmasa da, nihayet itibarıyla caiz olur. Mesela bir
kişi, başkasına hisseli olan bir arsadaki hissesini hibe etse, bu hibe sahih
olmaz, zira hisseler ayrılmamış ve yer belli olmamıştır. Fakat arsanın tamamını
hibe etse, sonradan bir hissenin başkasının hakkı olduğu anlaşılsa, hibe batıl
olmaz. Hisse sahibi hissesini aldıktan sonra kalan, kısım hibe edilende kalır.
Ölüm hastalığında olan birisi, tek malı
olan arsasını hibe etse, sonra vefat etse, arsanın üçte ikili kısmında hibe
batıl olur, sadece üçte birinde sahih olur. Bur da hisseli olduğu halde,
hibenin sahih olmasının sebebi; hisseli olmak arizi-dir/geçicidir, hibe arsanın
tamamında olmuştur. Varislerin hakkı olan üçte iki ayrılınca, kalan üçte birlik
hissede hibe sahih olur.
Bir malı satmaya vekil olan kişi, başkasını
o mal satmaya vekil tayin edemez; fakat alakasız birisi gelip o malı satsa,
asıl vekil olan da bu satışa izin verse, (fuzuli kişinin) satışı geçerli olur.
Henüz yetişmemiş meyvelerde ortak
olanlardan biri hissesini yabancı bir kişiye (iki ortaktan başkasına) satamaz,
zira bu diğer ortağa zarar verir; ancak iki ortak birlikte başka birine
meyveleri satsalar, sonra ortaklardan biri satın alan kişi ile anlaşarak kendi
aktini fesh etse, diğer ortağın hissesindeki satış fesh olmaz. Böylece yabancı
bir ortağa satış sahih olmuş olur.
56. MADDE:
اَلْبَقَاءُ اَسْهَلُ مِنَ اْلاِبْتِدَاءِ
Beka, başlangıçtan daha kolaydır.
Bir şeyin devam ve bekası, ilk defa meydana
gelmesin-den daha kolaydır. -ilk anda caiz olmayan şey, bekaen caiz olabilir-
kaidesi de bunun gibidir.
Misal: Hisseli olan binanın ortakları,
kendilerinden gayrı-sına binayı kiraya vermeleri sahih olmaz. Ancak ikisi
birlikte başka birine kiralamış olsalar, -binanın bir kısmı hakkında- başka bir
şahıs ‘kendi hakkı olduğunu’ dava ederek ispatla hakkını alsa, o kısımda icare
akti fesh olur, amma kalan kısımdaki icare akti devam eder. Burada hisseli
olması, icare aktinin devamına mani olmadı.
Şayet bir hakim, yerine bakması için birini
naib tayin etse, asıl hakim yok iken bu naib olan hakim bir davada hüküm verse,
bu hükmü geçerli değildir; ancak asıl hakim verilen hükmü inceleyip geçerli
yaparsa, hüküm sahih olur, aslında ilk anda sahih olmamakla beraber, bekaen
sahih olmuştur.
57. MADDE:
لاَ يَتُمُّ التَّبَرُّعُ اِلاَّ بِقَبْضٍ
Teberru’ ancak kabz (teslim almak) ile
tamam olur.
Bu kaide, “Hibe ancak, kabzedilmiş olunca
caiz olur” hadisi şerifine dayanır. Şayet hibe, kabz (teslim) olmaksınız tamam
olsa, hibe eden kişinin, eda etmeye mecbur olmadığı birşeyi (kabzı), eda etmeye
mecbur olması gerekirdi. Bu, teberru’ manasına zıttır. Teberru’, verilmesi
vacib olmayan bir şeyi veren kişinin, ihsan olarak onu vermesidir.
Misal: Birisi başkasına bir mal hibe etse,
hibe edenin izni ile onu teslim almadıkça, o malda tasarruf etmesi sahih olmaz.
Aynı şekilde birisi eline bir miktar para alsa ve fakire vermek istese,
vermeden evvel vaz geçse, burda paraları fakire vermeye zorlanamaz.
Bu kaideden şu husus istisna edilir: Baba,
küçük çocuğu-na bir şeyi hibe etse, çocuk onu teslim almadığı halde hibe sahih
olur, zira babası (velisi olması hasebiyle) onun namına teslim almış
hükmündedir.
58. MADDE:
اَلتَّصَرُّفُ عَلَى الرَّعِيَّةِ مَنُوطٌ بِالْمَصْلَحَةِ
Teb’a üzerine tasarruf, maslahata dayanır.
Halkın
maslahatına göre tasarruf yapılır, şahısların men-faatine göre değil. Hakimin,
insanların mallarında ve vakıflar hak-kındaki tasarrufları da maslahata
dayanır.
Eğer halkın menfaatine uygun olmazsa,
teb’anın malla-rında tasarruf caiz olmaz.
Raiyye/teb’a: Umum insanlardır ki, valinin
veya devlet yetkililerinin idaresi altında bulunurlar.
Misal: Öldürülmüş birinin hiç kimsesi
(velisi) olmasa, sultan onun velisidir. Bu durumda katili kısas ettirebileceği
gibi, katilden diyet alma hakkı da vardır. Ancak diyet, şeriat ölçüsünden
noksan olmamak şartıyla.
İdarecilerin emri ile birinin malı, değeri
ile alınıp umumun yoluna veya ihtiyaç olunan tesislere katılır.
Maslahat yoksa hakimin tasarrufu sahih
olmaz. Misali: Hakim birine, hazine malını veya başkasının malını telef etmekle
emretse, bu izni sahih olmaz. Eğer hakim kendisi böyle malları telef ederse,
ödemesi gerekir.
Aynı şekilde hakim, vakıf mallarını veya küçük
çocuğun malını hibe edemez, zira hakimin tasarrufu maslahatla kayıtlıdır.
Hasılı kelam, sultanın, hakimin, valinin,
velinin tasarrufları, maslahat üzere olursa sahihtir, değilse geçerli olmaz.
59. MADDE:
اَلْوَلاَيَةُ الْخَاضَّةُ اَقْوَى مِنَ الْوَلاَيَةِ الْعَامَّةِ
“Velâyet-i
hâssa velâyet-i âmmeden akvâdır.”
Velâyet: Reşit olan bir kimsenin, ehliyeti
eksik olan birinin şahsi ve mali işlerini yönetme konusunda yetkili olmasıdır.
Velâyet-i hâssa: Ehliyeti eksik şahıslar
adına yetki kullanmanın yanı sıra, vakfın mütevellisi olmak gibi bazı özel
görevleri de içine almaktadır ki, bu, üç sınıfta değerlendirilir:
●
Yalnız nikah,
●
Yalnız mal,
● Hem
nikah hem mal konusundaki veliliktir
Velayet-i âmme: Devlet başkanının ya da
devletin yetki verdiği yargı kurumlarının, kamu düzenini sağlamak ve halkın
yararına olan düzenlemeleri yapmak üzere ellerinde bulunan hukuki yetkilerdir.
Akvâ: Daha kuvvetli
Örnek: Bir vakfın mütevellisi varken, hakim
o vakfın malında tasarrufta bulunamaz. İsterse onu kendisi tayin etmiş olsun.
Hatta hakim, vakıf malını kiraya verse, mütevelli onun akdini geçersiz
kılabilir. Burdaki velayetten murad, tasarruf yetkisi olan velidir.
Veli: Başkasının malında, onun rızasını
beklemeden tasarruf yapabilen kişidir. Vekil böyle değildir, zira onun
tasarrufunda müvekkilinin rızası şarttır.
Hususi velilik, nikah akdinde ve mal
hususunda olur. Burda ki veli, dede veya babadır. Sadece nikahta veli olanlar
asabalar, çocuğun annesi ve zevi-l erhamdır.
Sadece malda veli, evvela babadır, ikinci olarak
baba-sının hayatında iken tayin ettiği vasiydir. Üçüncü olarak şu tayin edilen
vasiynin tayin ettiği vasiy dir. Dördüncü olarak çocuğun dedesidir. Beşinci
olarak, çocuğun dedesinin tayin ettiği vasiy dir. Altıncı olarak ta bu vasiy
nin tayin ettiği vasiy dir. Vakıf velayeti de böyle hususi velayettendir.
Misal: Hakim, umumi velayet hakkına binaen
vakfın malı nı kiraya verse, vakfın mütevelli heyeti de vakfı kendisine
kiralasa, mütevelli heyetinin kiralaması sahihtir, hakimin de-ğil, zira hususi
velayet, umumi velayetten daha kuvvetlidir. Hususi velayet sahibi varken, umumi
velayet sahibinin tasar-rufu geçerli olmaz.
Aynı şekilde hakim, hainlik yapmayan
mütevelli heyeti mensubundan birini görevden alamaz. Aynı şekilde vasiysi olan
çocuğu, hakim evlendiremez, malında tasarruf edemez. Zira hususi velayet
sahibinin tasarrufu daha kuvvetlidir.
Bu kaidenin istisnası:
Ölünün velisi olan çocuğun vasiysi, katili
öldürtemez ve affedemez, ancak noksan olmayarak diyet üzerine mal karşılığında
sulh edebilir. Hakim ise katili kısasen idam ettirebilir; burda umumi velayet
sahibi olan hakim, hususi velinin kadir olamadığı şeye muktedir olmuştur.
60. MADDE;
اِعْمَالُ الْكَلاَمِ اَوْلَى مِنْ اِهْمَالِهِ
Kelamın i’mâli, ihmalinden evlâdır.”
İ’mâl: İşlemek
Evlâ: Daha iyi
Yani: Bir kelamın, gerçek veya mecaz bir
manaya hamli mümkün olduğu müddetçe ihmal edilmemeli, yani manasız
sayılmamalıdır. Kelamda asıl olan hakikat manasıdır. Hakikat manası
özür-lenmedikçe, kelamın manasını mecaza hamletmek caiz olmaz. Örnek: Bir şahıs,
“bu malımı filanın oğluna vakfettim” dese, fakat o şahsın oğlu yoksa, hakiki
anlam imkansız olacağından mecaz anlama bakılır ve torununa hamledilir; zira
kelamın i’mali, ihmalinden evladır.
61. MADDE:
اِذَا تَعَذَّرَ الْحَقِيقَةُ يُصَارُ اِلَى الْمَجَازِ
Hakikat t özürlenince, mecaza gidilir.
Hakiki mananın özürlenmesi halinde, kelam
mühmel kılınmaz, belki mecaza gidilir. Mehcur lafız, şer’an ve örfen
kullanılmayan lafız olup özürlenmiş hükmündedir. Mananın özürlenmesi üç türlü
olur:
1- Teazzürü hakiki, 2- Teazzürü örfi, 3-
Teazzürü şer’î.
Teazzürü Hakiki iki vecih olur, birincisi:
Hakikat mana-sının irade edilmesi imkansız olur.
Misal: Kendi evladı hayatta olmayan birisi,
bir miktar malını evlatlarına vakfetse, hakiki manada kendi evladı
olmadığından, hakikat manası imkansız olur. Sözünün boşa gitmemesi için
torunları, mecazen evlat kabilinden olduğundan vakıf onlara verilir.
İkincisi: Manayı hakikinin irade edilmesi,
büyük bir meşakkat ile ancak mümkün olur.
Misal: Birisi, “Şu hurma ağacından
yemeyeceğim” diye ağaca işaret ederek yemin etse, o ağacın gövdesi/odunundan
yemek mümkün olsa da, bu sözü söyleyenin kasdı o ağacın gövdesinden yemek
değildir, belki meyvesinden yemektir.
Teazzürü örfi: Lafzın hakiki manasının,
insanlar tarafından terk edilmiş ve kullanılmaz olmasıdır. Mesela birisi;
“Ayağımı filancının evine basmayacağım” diye yemin etmesi gibi. Bu sözün hakiki
manası terk olunmuş ve kullanılmaz olmuştur. Bur-da kullanılan mana, binaya
girmek manasıdır. Yani yemin eden kişi, kendisi içeri girmeyip kapıdan ayağını
içeri sokmakla yemini bozulmaz.
Teazzürü şer’î: Lafzın hakiki manası şer’an
terk edilmiş olmasıdır. Mesela husumet- kelimesi gibi. Şer’an asli manası terk
olununca, artık şer’an murafaa ve müdafaa (cevap vermek) manalarında kullanılır
oldu.
62. MADDE:
اِذَا تَعَذَّرَ اِعْمَالُ الْكَلاَمِ يُهْمَلُ
Kelamın i’mali mümkün olmazsa mühmel
bırakılır.
Kelamın hakiki ve macazi manalarına
hamledilmesi müm kün değilse, manasız/boş bırakılır. Hakikat veya mecaz mana-ya
kelamı hamletmek mümkün olmazsa, veya her iki manada müşterek olup birini
diğerine tercih mümkün değilse, bu zaru-retten dolayı kelam manasız kalır ve
onunla amel edilmez.
Kelamın ihmalini gerektiren şey evvela,
kelamı hakiki veya mecazi manaya hamledememektir.
İkinci olarak, lafzın iki manada ortak olup
birinin tercih edile memesidir.
Misal: Kendinden yaş bakımından büyük
birinin, kendi oğlu olduğunu iddia eden kişinin davası sahih olmaz. Zira bu,
hakikaten imkansızdır.
Birisi, “Filancının iki elini kestim,
onların diyeti olarak beş yüz lira borçlandım.” dese, bahsettiği kişinin elleri
sağlam olsa, bu kişinin sözüne itibar edilmez, sözü ihmal edilir.
İki manada müşterek olmasının misali: Bir
kişinin mu’tik (azat eden) efendisi olsa, birde mu’tak (azat ettiği kölesi)
olsa; bu kişi şöyle dese: “Malım, öldükten sonra mevlamındır.” Hangisi olduğunu
da tayin etmese; -Mevla- kelimesi, efendi ve köleye de kullanıldığından,
herhangi birini tercih etmek mümkün olmayınca, bu vasıyyet sahih olmaz.
63. MADDE:
ذِكْرُ بَعْضِ مَا لاَ يَتَجَزَّأُ كَذِكْرِ كُلِّهِ
Cüzlere bölünmeyen şeyin bazısını
zikretmek, tamamını zikretmek gibidir.
Bu yüzden bütününü zikretmek hangi hükmü
gerektirir-se, cüzünü zikretmek te aynı hükmü gerektirir. Cüzün zikri,
tamamının zikri yerinde olmasa, o zaman kelamın manası mühmel kalırdı.
Misal: Bir kişi, başkasına kefil olurken,
“Ben falancının yarısına veya dörttebirine kefil oldum” dese, kişi bölünmek
kabilinden olmadığı için, bazısını zikretmek, tamamını zikret-mek kabilinden
olup kefaleti tamamı hakkında sahihtir.
Şuf’a hakkı olanın, bu hakkının yarısını
ıskat etmesiyle, şuf’a hakkınnın tamamı sakıt olur, zira şuf’a hakkı bölünmez.
Kısasta veli olanın, katilden kısasın bir
kısmını affet-mesiyle kısasın tamamı sakıt olur, zira kısas bölünmez. Çünkü bir
insanın bazısını öldürüp, bir kısmını diri bırakmak mümkün değildir.
Cüzlere bölünen şeyin bazısını zikretmek,
tamamını zikretmek gibi değildir. Misali: Birisini, 600 lira olan borcun-dan
200 liralık kısmına kefil tayin etse, borç bölündüğü gibi, kefaleti de bölünmüş
olur, yani 600 liranın tamamına kefil olmuş olmaz.
Birisinden alacağının bir kısmını ibra
etse, kalan kısımda ibra tahakkuk etmez.
İstisna:
Birisi, başkasına şöyle dese: “Benim yarım
veya üçte birim, sana kefildir.” Burada kefalet akti tahakkuk etmez, burada
cüzün zikredilmesi, tamamının yerine kaim olmadı.
64. MADDE:
اَلْمُطْلَقُ يَجْرِى عَلَى اِطْلاَقِهِ اِذَا لَمْ يَقُمْ دَلِيلُ
التَّقْيِيدِ نَصًّا اَوْ دَلاَلَةً
Kayıtlama delili açıkca veya delaleten yok
ise, mutlak, ıtlakı üzere cari olur.
Mutlak ıtlakı üzere, mukayyed takyidi üzere
caridir. Mutlak, kemale sarf edilir. Mutlakın mukabili, mukayyettir.
Mutlakın tarifi: Tahsis, umum, tekrar ve
adet üzere delalet eden karinelerden soyulmuş bir iştir.
Mukayyed: Şu karinelerden birine yakın
olandır.
Misal: Birisi cübbe diken terzi ile bunun
üzerine anlaşsa, ancak bizzat terzinin kendisinin dikmesi şart koşulmasa, terzi
olan kişi, cübbeyi yanında çalışan başka bir ustaya diktirebilir. Bu sıra,
teaddi ve kusur olmaksızın meydana gelen telefi/zararı, terzinin ödemesi
gerekmez. Zira akit mutlak yapılmıştı.
Fakat müşteri, terzinin kendisinin bizzat
dikmesini şart koşmasında durum böyle değildir, zira burda kayıtlanan şarta
riayet edilmezse, terzi ödeme sorumluluğunda olur.
Birisi başkasına bir malı ödünç verse ve
menfaatlenmenin nevisini ve kullanacak kişiyi kayıtlamasa, ödünç (emanet) alan
kişi kendisi emaneti kullandığı gibi başkasına da verebilir. Zira emanet
verirken kayıtlamadı.
Eğer emaneti verirken kullanış nevisini ve
kullanacak kişiyi kayıtlarsa, o şartlara muhalefet sebebiyle emaneti alan kişi
öder.
Misal: Kervancılık yapan biri, başkasına
vekalet verip kendisi için at almasını istese de, vasıflarını beyan etmese.
Vekilin, müvekkilin işine ve haline itibar etmesi gerekir. Sürat için olan
binek atı alamaz, belki halin delaletiyle yük taşıyan at almalıdır.
Mutlak olarak bir şey satın almaya vekalet
verilince, vekilin misli ücretle alması gerekir, fazla fiyatla (gabnı fahiş)
alması geçerli olmaz.
Kurban bayramına yakın zamanda birisini
kendine bir koyun almakla vekil tayin etse, veya yazın buz almasıyla veya kışın
odun-kömür almakla vekil tayin etse, sözle müddetin kaydı olmasa da, halin
delaletiyle bu sayılan işler, o mevsimlerle kayıtlanır; yani kurbandan sonra
vekil koyun almaya yetkili değildir. Yaz geçmekle buz almaya olan vekalet
biter. Kış tükenmekle kömür almaya olan vekalet biter.
65. MADDE:
اَلْوَصْفُ فِى الْحَاضِرِ لَغْوٌ وَفِى الْغَائِبِ مُعْتَبَرٌ
Hazırda vasıf lağv olur, gaibte itibar
edilir.
Mesela: Satıcı mecliste hazır olan kır
atını satmak istese ve –şu yağız atımı, şu kadar ücrete sattım- dese, icab söz
sahihtir, söylediği –yağız- lafzı lüzumsuz olur. Eğer kır at hazırda olmasa,
-yağız- diyerek vasfederek satsa, kır at satılmış olmaz. Zira burda gaib olan
atın vasfına itibar edilir.
Yani kişi bir şeyi beyan ederek cinsini ve
vasfını açıklasa, eğer vasfedilen şey hazırda ise ve vasfedildiğinde ona doğru
işaret edilse, vasfedilen ile zikredilen aynı cinsten ise, vasfa itibar
edilmez. Eğer vasfedilen şey meclisten gaibte ise, o zaman vasıflara itibar
edilir.
Vasıf lağv olunca, iki şartın bulunması
gerekir.
1- Vasfedilen şeyin mecliste hazır olması.
2- Vasfedilen şeyin mecliste vasfedildiği
gibi olması.
Eğer birinci şart yok ise, sadece ikinci
şart mevcut olsa, vasıf itibar edilir. İlk şart olsa, ikinci şart olmasa, vasıf
yine itibar edilir.
Hazır olup vasfedilen şey, işaret edilenin
cinsinden olmalıdır. Yoksa kişi bir taşa işaretle -şu elması sana sattım-
derse, muhatabı kabul etse ve taş denen şeyin sırça olduğu zahir olsa, satış
akti hasıl olmaz. Ancak akti yapanlar, o taşın zaten elmas olmadığını bilmeleri
durumunda ise akit hasıl olur.
66. MADDE:
اَلسُّؤَالُ مُعَادٌ فِى الْجَوَابِ
Sual, cevabta iade edilmiş kabul edilir.
Tasdik edilen sualde, tasdik eden muhatab,
o suali ikrar etmiş olur.
Bu kaide burda mutlak zikredilmişse de,
lakin mukayyettir. Suale karşı cevab gelince, kelam cevabın ihtiyacı kadar ise,
o kelam sual üzere kasredilir, sual cevabın zımnında iade edilmiş olur. Eğer
kelam, cevabtan daha fazlasına muhtaç ise, zahirde kelam inşa olur. Bazen de
zahirin hılafına cevab olur.
Cevab veren -ancak cevabı kasdettim- derse,
dinen tasdik edilir, hükmen değil. Misal: Fuzuli olan biri, başkasının malını
izinsiz olarak satsa, mal sahibine gidip -bana bu satışta izin verdin mi- dese,
mal sahibi de –evet- dese, bu sözü satışına izin verdim demek olur ve satış geçerli
olur.
Birisi başkasına hitaben –şu binamı sana şu
kadar liraya sattım- dese, diğeri de –evet- dese, bu sözü kabul olur ve satış
geçerli olur.
Hasta olana hitaben –malının üçte birini
hayır yollarına sarf etmek için beni vasiy tayin ettin mi- dese, hasta olan da
–vasiy tayin ettim- dese, bu sözü ile vasiy tayin etmiş olur.
67. MADDE:
لاَ يُنْسَبُ اِلَى سَاكِتٍ قَوْلٌ لَكِنَّ السُّكُوتَ فِى
مَعْرِضِ الْحَاجَةِ بَيَانٌ
Sükut edene bir söz nisbet edilmez, lakin
hacet anında sükut beyandır.
Sükut eden için şöyle dedi denemez; ancak
tekellüm gereken yerde susmak ikrar ve beyandır.
Sen birini görsen, senin iznin olmadan bir
şeyde mal sahibi gibi tasarruf ediyor, özrün olmadığı halde sükut etsen, bu
durum senden o malın senin olmadığını ikrar olur.
Birisi başkasının malını satsa, mal sahibi
onu işitip satışı-nı tasdik etmese veya men etmese, bu fiili ondan rıza
sayılmaz, satışa izin sayılmaz.Normal şartlarda susan, bir söz söylemeyen
kimseye, “şu sözü söylemiş oldu” denemez ve böyle bir varsayımla hüküm
verilemez; fakat konuşulması gereken yerde susması, ikrar veya beyan sayılır.
Örnek: Malının satıldığını gören kişinin
buna ses çıkarmaması, satışı onayladığı anlamına gelmez; şayet o malı alan
müşterinin malı alıp götürmesine de bir şey demez ve seyirci kalırsa, bu bir
açıklama sayılarak, mal sahibinin bu satışı onayladığına hükmedilir.
Birisi bir mal satın almak istese, sonra o
sırada başkası o mebide bir ayıp olduğunu müşteriye haber verse ve müşteri
sukut etse, bundan sonra mebiyi satınalmakla onda bulunan ayıpla (ayıp
muhayyerliği ile) mebiyi geri veremez, zira aybı duyduğunda susması rızadır.
Koyun çobanı, koyunların sahibine bu
koyunları senelik 100 lira karşılığında güdemem, belki 200 lira isterim- dese
ve koyunların sahibi sukut etse, çoban işine devam etmekle sene sonunda 200
lira isterse, koyun sahibi 200 lirayı vermelidir, zira sükutu kabuldür.
Birisi, hanımının veya bir akrabasının
huzurunda onların malını satsa, daha sonra hanımın veya akrabasının itiraz
hakkı yoktur, zira satış anındaki sukutları ikrardır.
Birisi başkasının yanına bir mal bıraksa ve
–bu mal emanettir- dese, diğeri sükut etse, o mal orda emanettir.
68. MADDE:
دَلِيلُ الشَّيْئِ فِى اْلاُمُورِ الْبَاطِنَةِ يَقُومُ مَقَامَهُ
Batınî işlerde bir şeyin delili, o şeyin
makamına kaimdir.
Yani, işin hakikatına muttali olunamayan
yerde zahir ile hükmolunur.
Batınına muttali olunmayan şeylerde harici
zahiri delil, delaletle o şeyin meydana gelişinin delili olur, zira batıni
işler üzerine hüküm vermek, ancak zahiri, harici delilleriyle mümkün olur.
Delil: Kendisini bilmekle, başka şeyin
bilinmesi lazım gelen şeydir.
Mesela, kişi bir mekandan yükselen bir
duman görse, orda ateşin var olduğuna delil getirir.
Misaller: Satış akti yapanlardan biri icab
yapsa (sattım dese), diğeri kabul etmeden evvel başka bir iş yapsa veya başka
bir sözle meşgul olsa, bu durum onun icabtan yüz çevir diğine delalet eder. Yüz
çevirmesi batıni bir iştir, buna muttali olmak ancak zahiri davranışıyla
bilinir.
Birisi bir hayvan satın alsa, onda bir
ayıba muttali olsa, o ayıbı tedavi etmekle uğraşsa, bu tedavisi ayıba rızanın
delaleti olur. Daha sonra ayıb sebebiyle hayvanı geri vermez.
Yolda bir malı bulan, eğer sahibine vermek
niyetiyle alırsa emanetçi olur, kendisi için sahiplenmek niyetiyle alırsa gasb
edici olur. Bu hususlar niyetle alakalı olup o da batıni bir iştir, zahirde
bunu bilmek ya sözle veya fiille belli olur. Eğer malı alırken sözle ilan
ederek –sahibine vermek üzere aldığına şahit tutarsa- emanetçi olur. Elinde iken
telef olsa malı ödeme sorumluluğunda değildir. Eğer böyle ilan etmeksizin
kendisi için alırsa gasb edici olur ve elinde telef olmakla ödemesi gerekir.
69. MADDE:
اَلْكِتَابُ كَالْخِطَابِ
Yazı, hitab gibidir.
İki kişi arasında sözle akitler (satış,
icare, vekalet, kefalet v.s.) yapıldığı gibi, aynı şekilde yazışmakla da bu
gibi akitler yapılabilir.
Yani: Uzaktan yazışmak suretiyle yapılan
sözleşmeler, yüz yüze yapılan sözleşmeler hükmündedir. Birisi, başkasına
verilmek üzere bir sahifeye filan şeyi şu kadar ücrete sana sattım- diye yazıp
gönderse, diğer kişi kağıttaki yazıyı okuyup o mecliste kabul ettiğini söylese
veya karşılık olarak yazı ile kabul ettiğini yazsa, satış akti sahih olur.
70. MADDE:
َاْلاِشَارَاتُ الْمَعْهُودَةُ لِْلاَخْرَسِ كَالْبَيَانِ بِالِّلسَانِ
Dilsizin malum işaretleri, dili ile beyanı
gibidir.
Bu kaideye göre dilsizin malum işaretleri
olan el ile veya kaşı ile olan hareketleri, dil ile beyan gibidir. Eğer
işaretlerine itibar edilmese, insanlardan hiç kimse ile bir muamele yapamaz olur,
neticede ölüme arzolunurdu.
Dilsizin malum işareti anında sesinin de
bulunması gerek lidir denilmiştir. Malum olmayan işaretlerinde, yanında
bulu-nan akrabası veya komşuları muradını açıklar. Bu kişilerin adaletli olması
gerekir.
Dilsizin işaretleri iki türlü olur: Başını
yan tarafa doğru hareket ettirmesidir ki bu, onun inkarıdır. İkincisi, başını
yukarı aşağı uzunlamasına sallamasıdır ki bu, onun tasdiğidir.
Dilsiz yazıyı becerebilirse, buna da itibar
edilir.
Dilsiz olmayanın işareti itibar edilmez. Yani
birisi bir malı satsa, diğeri konuşabildiği halde başıyla hareket ederek kabul
ettiğini işaret etse, buna itibar edilmez.
Dilsizin işareti satış, icare, hibe, rehin,
nikah, talak, ibra, ikrar ve kısas hakkında itibar edilir.
İstisna: Zina ve iftira cezası gibi hadler
konusunda dilsizin işareti ittifakla geçerli görülmemiştir.
Çünkü hadler, şüphe ile düşürülen
cezalardandır. Dilsizin işareti ise şüpheden uzak değildir.
71. MADDE:
يُقْبَلُ قَوْلُ الْمُتَرْجِمِ مُطْلَقًا
Mütercimin sözü, mutlak olarak kabul
edilir.
Mütercim, diğer lügatı tefsir eden kişidir.
İmamı A’zam ve Ebu Yusuf’ a göre bir tercümanın sözü kabul edilir, İmamı
Muhammed’e göre iki tercüman olmalıdır. Ancak İmamı Azam’a göre tercümanın kör
olmaması gerekir.
Hakim, davacı ve davalının veya şahitlerin
lisanını bilmiyorsa, bunların iddialarını veya şahitlerin şahitliğini tercüman
vasıtasıyla dinleyebilir. Tercümanın adil olması ve kör olmaması lazımdır.
İhtiyaten iki tercüman olması evladır.
Tercümanın sözü akitlerde, yeminlerde,
yeminden dönmek te, kısası, hadleri ve borcu ikrarda kabul edilir.
72. MADDE:
لاَ عِبْرَةَ بِالظَّنِّ الْبَيِّنِ خَطَأُهُ
Hatası açık olan zanna itibar edilmez.
Zanna dayanarak bir fiil sadır olsa, sonra
bunun şeriatın hükmüne muhalif olduğu belli olsa, bu zanna itibar edilmez.
Yani: Yanlış olduğu ortaya çıkan zan
hukuken geçersizdir.
Örnek: Hâkimin verdiği kararda hata ettiği
anlaşılırsa, iade-i mahkeme yoluyla hâkimin önceki görüşünden dönmesi gerekir
Mesela: Kefil borcun ödenmediğini
zannederek asîlin borcunu ödese, sonradan borcun ödendiği anlaşılırsa ödediğini
geri alır.
Kendi malı zannederek başkasının malını
harcasa, sonra anlaşılınca bedelini öder.
Birisi başkasından bin lira alacağı
olduğunu iddia etse, dava edilen kişi, “Benden alacağın olduğuna dair yemin edersen
veririm” dese, davacı da yemin etse, davalı kendinin bin lirayı vermesi lazım
geldiğini zannederek parayı verse, fakat bundan sonra davacının yemin etmesinin
gerekmediği-ni, bilakis davalının yemin etmesi gerektiğini öğrense, (davalı)
verdiği bin lirayı geri alma hakkına sahiptir.
Tüccarda mal alan kişi, toplam ödemeyi
istediği anda tüccar, toplamda hata yapıp bin lira yerine iki bin lira borcu
olduğunu söylese ve müşteri de iki bin lirayı ödese, sonra hatalı olduğu
anlaşılırsa, müşteri bin lirayı geri alır.
73. MADDE:
لاَ حُجَّةَ مَعَ اْلاِحْتِمَالِ النَّاشِى عَنْ دَلِيلٍ
Delilden ortaya çıkan ihtimal ile birlikte,
hüccet olmaz.
Her hangi bir huccet, delile dayanan bir
ihtimal ona karşı gelse, huccetin hükmü kalmaz. Delile dayanmayan ihtimaller
yok gibidir.
Misal: Birisi varislerinden biri için borcu
olduğunu ikrar etse, eğer ölüm hastalığında ise, diğer varisler bunu tasdik
etmedikçe bu borç sabit olmaz. Zira hasta, bu ikrarıyla diğer varisleri mahrum
bırakmayı kasdetmiş olma ihtimali vardır. Zira hastalık hali bunun delilidir.
Eğer sıhhat halinde bu ikrarı yapsa borç
sahih olur, mal kaçırma ihtimali, delile dayanmadığından itibar edilmez.
Hastanın, varislerden başkası için yaptığı
ikrarı vasıyyet kabilinden olduğu için, onda varislerin hakkını kaçırma ihtimali
yoktur ve sahih olur.
74. MADDE:
لاَ عِبْرَةَ لِلتَّوَهُّمِ
Tevehhüme itibar edilmez.
Şer’i bir hükmün vehme istinadı caiz
olmadığı gibi, sabit olan bir şeyi, sonradan arız olan vehimle ertelemek te
caiz değildir.
Örnek: İflas ederek ölen bir kimsenin
malları satılarak değeri alacaklılar arasında paylaştırılır.Başka bir
alacaklının daha ortaya çıkabileceği ihtimaline dayanılarak başka bir pay
ayrılmaz. Yani onun mahrum kalacağı vehmine itibar edilmez. Şayet böyle biri
çıkarsa, normal yollarla hakkını arar.
Misal: İflas eden kişi ölse, malı satılır
ve alacaklılar ara-sında taksim edilir. Her ne kadar başka bir alacaklının
çıkıp gelme vehmi olsa da, malın bir kısmı onun için bekletilmez, belki ordaki
alacaklılar arasında taksim edilir, diğer bir alacaklı gelirse, şu taksim
edilen alacaklılardan şer’i dava ölçüsünde hakkını talep eder.
Satılan bir binanın iki komşusu olsa,
birisi o anda gaib olsa, hazırda olan komşu şuf’a hakkı ile binayı alabilir.
Diğeri de alma hakkına sahiptir diye hüküm bekletilmez.
Birisi kendi arsasına saman yığını yapsa,
yan komşu, ‘samanların yanıp kendi evini de yakar’ vehmiyle dava ederek
samanları ordan kaldırtamaz.
75. MADDE:
اَلثَّابِتُ بِالْبُرْهَانِ كَالثَّابِتِ بِالْعِيَانِ
Delille sabit olan, aşikâre (gözle) sabit gibidir.
Bir şey şer’i delille sabit olunca, hüküm
gözle görülmüş gibidir.
Burhan: Hak ile batılı ayıran, sağlam ile
fasidi temyiz eden delildir.
I’yan: Bir şeyi açıkça gözle görmektir ki,
onunla beraber karışıklık şüphesi kalmaz. -Filancı falan şeyi muayene etti-
denilince, ona gözü ile baktığı kasdedilir.
Misal: Bir şahıs, başkası üzerinde bir
hakkı olduğunu iddia etse, bu hususta yaptığı ikrarı, hüküm için onun aleyhine
delil ve dayanak yapılır. Davalı inkar ettiği zaman, getirilen şahitleri de
hüküm için delil yaparak, şehadetle davacının sözünü isbat ederiz.Yani: Kesin
bir delille (adil bir kişinin şahitliği de buna dahildir) sabit olan şey,
açıkça, gözle görülerek sabit olmuş hükmündedir.
76. MADDE:
اَلْبَيِّنَةُ عَلَى الْمُدَّعِى وَالْيَمِينُ عَلَى مَنْ اَنْكَرَ
Delil davacı için, yemin inkar eden
üzerinedir.
Bu kaide, hadisi şeriften alınmıştır.
İddiacının sözü, zahi-rin hılafına olunca zayıf kalır, bunu kuvvetlendirmesi
için delile ihtiyaç duyuldu. Davalının sözü zahire uygun olunca, takviye için
yeminden başkasına ihtiyaç duymaz.
Beyyine: Adil şahit olup, davacının
doğruluğunu kuvvet-lendirir.
Dava: Hakim huzurunda birinin, hakkını
başkasından talep etmesidir.
Buna göre hak iddia eden davacıdan hakim
delil (şahit) getirmesini ister, eğer şahit getiremezse davalı yemin ettirilir.
Bazı davalarda davalılar bir cihetten
davacı, diğer cihet-ten davalı/inkarcı olabilirler. Davacı olması tercih edilen
taraf-tan şahit/delil getirmesi istenir, getiremezse diğer taraf delil getirir,
odan delil getiremezse yemin ettirilir.
77. MADDE:
اَلْبَيِّنَةُ لاِثْبَاتِ خِلاَفِ الظَّاهِرِ وَالْيَمِينُ لِبَقَاءِ
اْلاَصْلِ
Beyyine, zahirin hılafını isbat içindir,
yemin aslın bekası içindir.
Asıl, zahir hali kuvvetlendirir, başka bir
teyide ihtiyacı olmaz. Zahirin hılafına olan şey, doğru ve yalan arasında
ihtimalli olur, bu yüzden birinin diğeri üzerine tercihini gerektiren şeye
(delile/şahitlere) ihtiyaç duyar.
Zahirin hılafı, aslın hılafı: Arizi
sıfatların mevcut olma-sı, zimmetin borçla meşgul olması, hadiseleri uzak
vakitlerine izafe etmek gibi.
Arizi sıfatlarda asıl olan yok olmasıdır;
zimmetin beri olması, hadiseleri en yakın vaktine izafe etmek gibi.
Satış akti yapanlardan biri, aralarındaki
satış aktinin bey-i vefa olduğunu iddia etse, diğeri de kesin bir satış olduğu
nu iddia etse, zahir ve asıl, satışın kesin olduğu üzerine olun-ca, söz satışın
kesin olduğunu iddia edenin dediğidir. Satışın bey-i vefa olması aslın ve
zahirin hılafı olunca, bunu iddia edenden beyyine (şahit) getirmesi istenir.
Birisi, başkasından alacağını talep etse,
davalı olan da bu borcu inkar etse, delil getirmek davacı için lazımdır, zira o
zahirin hılafını iddia etmektedir ki bu da zimmetin meşgul (borçlu) olmasıdır.
Söz yeminle beraber ikinci şahıs içindir,
zira o, zimmetinin beri olduğunu (aslı) iddia etmektedir.
78. MADDE:
اَلْبَيِّنَةُ حُجَّةٌ مُتَعَدِّيَةٌ وَاْلاِقْرَارُ حُجَّةٌ قَاصِرَةٌ
Beyyine, teaddi eden delildir, ikrar kâsır
delildir.
Beyyine: Hariçte sabit olan işin kendisi
ile açığa çıkan şehadettir.
Teaddi: Tecavüz eden, diğerine geçen.
İkrar: Kişinin üzerinde başkasının hakkı
olduğunu haber vermesidir.
Kâsır: Diğerine geçmeyen.
Bu kaideden anlaşılana göre ikrar, ikrar
edenin kendinde kalan ve başkasına geçmeyen bir huccettir. Beyyine ise,
başkasına geçen hüccettir. Zira beyyine ile hakimin hükmü başkası üzerinde
geçerli olur.
Mesela bir neseb beyyine ile sabit olunca,
bu hüküm bütün insanlara sirayet eder, bunun hılafına dava dinlenmez. Ama ikrar
ile sabit olsaydı, aleyhine başkasının getirdiği beyyine dinlenirdi.
Misal: Birisi ölünün varislerinden birinin
yanında ölünün zimmetinde şu kadar bir borç olduğunu iddia etse, davasını
beyyine ile isbat etse, hakim de zikredilen borç ile hükmetse, bu hüküm diğer
varisler hakkkında da da geçerli olur. Diğer varisler, davacının davasını kendi
huzurlarında da isbat etme-sini isteyemezler. Eğer burdaki hüküm beyyineye
değilde varisin ikrarına dayanmış olsaydı, o varisten gayrısı üzerine geçerli
olmazdı. Zira ikrar kâsır huccettir.
Bir kişi bir mala hak sahibi olsa ve bunu
beyyine ile isbat etse, hakim bu hak ile hükmetse, aleyhine hüküm verilen kişi
müşteri ise, satıcıdan ücretini dönüp almaya hak kazanır. Satıcı mahkemede
hazır olmadığını söyleme hakkına sahip değildir. Eğer hak ikrar ile sabit
olsaydı, müşteri olan kişi satıcıya dönüp ücreti isteme hakkına sahip olmazdı.
79. MADDE:
اَلْمَرْءُ مُؤَاخَذٌ بِاِقْرَارِهِ
Kişi, ikrarıyla sorumlu tutulur.
Ancak ikrarı, şeriat tarafından tekzib
edilirse, sorumlu olmaz.
Bir şahıs, bir malın başkasının olduğunu
ikrar etse, sonra ikrarının hata olduğunu iddia etse bu sözü dinlenmez.
Mesela: Birisinin kendinden alacağı
olduğunu ikrar etse, sonra o borcu ödediğini iddia etse bakılır, eğer iddiası
da ikrar meclisinde ise, sözü kabul edilmez, zira ikrardan dönmek olur ve
sözünde çelişki olur. Fakat ikrar meslisinden başka bir yerde olursa, sözü
kabul edilir.
Birisi falan kişinin alacaklısının emri ile
onun borcuna kefil olduğunu iddia etse ve borcun kefilden kefaleti sebebiyle
alınmasını istese, kefil de kefaleti inkar etse, davacı isbat edip borcu
kefilden alsa, kefil asıl borçludan ödediği meblağı dönüp alma hakkına
sahiptir, kefaleti inkar etmesine bakılmaz, zira şeriat onu tekzib etmiştir.
(Kefaleti sabit kılmıştır.)
İkrar edenin akıllı, baliğ olması gerekir.
Çocuğun, delinin bunak olanın ikrarı sahih değildir. İkrar edenin rızası
şarttır, zorlamayla yapılan ikrar geçerli değildir.
80. MADDE:
لاَ حُجَّةَ مَعَ التَّنَاقُضِ لَكِنْ لاَ يَخْتَلُّ مَعَهُ حُكْمُ
الْحَاكِمِ
Tenakuz ile beraber huccet olmaz, lakin
bununla beraber hakimin hükmüne halel gelmez.
Şahitler şehadetten dönse tenakuz hasıl
olur, bu yüzden şehadetleri delil olmaz; ancak ilk şehadetleri üzerine bir
hüküm verilmişse, bu hüküm bozulmaz ve bu sebeble verilen zararı şahitler öder.
Bu kaide fıkıh kitablarındaki –şehadetten
dönmek- bahsinden alınmıştır.
Hidaye kitabında şöyle der: “Şahitlerin
şehadetiyle hüküm verilmeden evvel şahitler dönse, bununla tenakuz hasıl
olduğundan hüccet olmaz. Şehadetleri ile bir hüküm verilmediğinden her hangi
bir taraf için zarar söz konusu olmadığından şahitler bir şey ödemez.”
Tenakuz, ikrarın sıhhatine mani değildir.
Mesela: Bir kişi bir şeyi inkar etse, sonra onu ikrar etse, ikrarına itibar
edilir, zira ikrar eden kişi şu ikrarında töhmet altında değildir. Fakat evvela
ikrar etse, sonra inkar etse, ikinci inkarına itibar edilmez, evvelki ikrarı
geçerlidir.
81. MADDE:
قَدْ يَثْبُتُ الْفَرْعُ مَعَ عَدَمِ ثُبُوتِ اْلاَصْلِ
Bazan fer’ olan, aslın sabit olmamasıyla
beraber sabit olur.
Misal: Filancının falana şu kadar borcu
var, ben de ona kefilim, (onun emri olmadan kefil olmuş), asıl borçlu –borcu-
inkar etmekle beraber, alacaklı kişi, kefil üzerine borcu ödeme siyle davacı
olsa, kefilin borcu ödemesi lazım gelir.
Burda kefalet emirle olmadığı halde kefilin
ödemesi, asla sabit olmadığı halde fer’e ödettirilmesinin misali oldu. Eğer
kefalet asıl borçlunun emri ile olsaydı, o zaman kefil, asıl yerine kefaletle
öderdi.
82. MADDE:
اَلْمُعَلَّقُ بِالشَّرْطِ يَجِبُ ثُبُوتُهُ عِنْدَ ثُبُوتِ
الشَّرْطِ
Şarta bağlı olan şeyin, şart sabit olunca
sabit olması vacibtir.
Bir şarta bağlanan şey, bağlandığı şart
tahakkuk etme-den evvel yok hükmündedir. Eğer o şey şart sabit olmadan evvel
sabit olsa, bu durum şart olmadan meşrutun mevcut olmasını gerektirir ki bu
imkansızdır.
Muallak: Bir cümlenin mazmununun husulünü,
diğer cümle nin mazmununun husulüne bağlamaktır.
Misali: Bir kişi, başkası için “Benim senin
üzerinde alacağım varsa, seni ondan beri ettim.” dese, hakikatte ondan alacağı
olsa, borcu ibra etmiş olur.
Filancı, senin şu malını, bana şu kadara
sattı, dese, diğeri de o şekilde sattıysa bende izin verdim- dese, o malın
söylendiği şekilde satıldığı sabit olursa, verilen izin sahihtir.
Vakı’ olması imkansız şeye bağlanan
talikler batıldır.
Birisi, başkasına hitaben dese: “Filancı
sana olan borcu-nu ödemezse, ben onu ödemeye kefilim.” Bununla şarta bağlı
kefalet sabit olur, bu sebeble kefil olan borçla taleb olunur.
Akitlere uygun olan şartlara bağlamak sahih
olur, eğer akitlere uygun olmazsa fasit olur. Bu akitler, vekalet, ticarete
izin, kadıyı görevden azletmek, kefalet, kefaletten beri etmek, satış-tan sonra
şuf’ayı teslim etmek, vasıyyet ve havale gibi.
Sefihin velisi, “Halin salaha ulaşınca
ticaretine izin verdim.” derse, sefihin hali salaha ulaşınca izinli olmuş olur.
Sultan birine derse: “Filan beldeye
ulaşınca oraya seni vali tayin ettim veya kadı tayin ettim.” Şarta bağlanan
hüküm, şart meydana gelince tahakkuk eder.
Şartın uygun olmadığı akitlerde talik sahih
olmaz. Mesela: Rüzgar esince veya filancı falancının evine girince, sen benim
vekilimsin, dese, şart tahakkuk etse de hüküm sabit olmaz.
83. MADDE:
يَلْزَمُ مُرَاعَاةُ الشَّرْطِ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ
İmkan miktarınca şarta riayet lazımdır.
Meşru’ olan ve aktin gereğinden olan bir
şarta mümkün oldukça riayet edilir, fasit ve lağv olan şartlara riayet edilmez.
Şartlar üç kısımdır: Caiz olan, fasit olan
ve lağv olan. Burda riayet edilen şart caiz olanıdır, yani şer’i şerife uygun
olanıdır. Bu kaidede zikredilen şart, kendisinde şart edatı olma yanlardır.
Satışın iktizasından olan şartla yapılan
satış geçerli olup şart itibar edilir.
İcarelerde akit yapanların getirdiği
şartlara itibar edilir.
Emanetlerde emanete faideli olan şartların
icrası mümkün olursa, onlara itibar edilir.
Ortaklıkta mal sahibinin koştuğu şartlara
riayet edilir.
Vakıflardaki şartlar nass gibi olunca,
onlara riayet vacib olur; ancak şartın şeriata uygun olması gerekir.
1-İtibar edilmeyen şartların Misali: Satış
aktinde koşulan ve akit yapanların menfaatine olmayan şart lağv olur, satış
sahih olur.
Mesela: Atını birisine satsa ve bunu kimseye
satmayacağını şart koşsa, satış sahihtir, şart lağvdır. Müşteri aldığı atı
istediğine satabilir.
Vekalet, karzı hasen, hibe, sadaka, rehin,
vasıy tayini, ikale, me’zunu men gibi akitler bu kısımdandır.
2- Fasit şartlarla sahih olmayan akitler:
Satış, taksim, icare, akte izin vermek, borçtan ibra, müzaraat, müsakat, vakıf,
maldan karşılık olarak inkardan veya sukuttan veya ikrardan sulh.
Misal: Sana atımı, kendimin bir ay binmem
şartıyla sattım demesi gibi. Bu şart sebebiyle satış fasit olur, zira bu şart
satışa uygun değildir, belki akit yapanların birinin menfaatinedir.
Evimi sana kiraya verdim, senin bana şu
kadar borç vermen şartıyla veya bir hediye vermen şartıyla, sözünde yine icare
akti fasittir.
84. MADDE:
اَلْمَوَاعِيدُ بِصُوَرِ التَّعْلِيقِ تَكُونُ لاَزِمَةً
Vaadler, talik suretleriyle lazım olurlar.
Bu durumda, iltizam ve teahhüd (üzerine
alma) manası açığa çıkar.
Mesela “Sen filancıya malını sat, eğer
parasını alamaz-san ben vereceğim.” Dese, müşteri parayı vermezse, vaad edenin
vermesi gerekir.
Eğer vaad sırf vaad olursa, yani talik
suretinde olmazsa, bu durumda lazım gelmez.
Mesela: Birisi başkasına misli ücretle bir
malı satsa, satış tamam olduktan sonra müşteri, satıcıya ücreti geri verirse
ikale (anlaşmayı fesh) etme vaadinde bulunsa, satıcı sonradan malı geri almak
isteyerek müşteri den ikale yapmasını talep etse, müşteri mecbur değildir, zira
şu vaadi, mücerred (talik-siz) bir vaad idi.
85. MADDE:
اَلْخَرَاجُ بِالضَّمَانِ
Haraç (hasıl olup meydana gelen şey), zaman
(ödeme) iledir.
Haraç: Burda, kişinin mülkünde çıkan/hasıl
olan şeydir. Yavru, gelirler, hayvanın sütü, kira bedelleri, arazi gelirleri
gibi şeylerdir.
Zaman: Masraflar manasındadır. Hayvana
yapılan harcamalar, akarın tamir masrafları gibi.
Yani, bu hususlarda bir şey harcayan,
mukabilindeki gelirlerden istifade eder. Mesela müşteri hayvanı ayıp sebe-biyle
geri verse, yanında onu kullandığı halde bunun için ücret ödemesi gerekmez,
zira hayvan yanında telef olsaydı, kendi mülkü olarak telef olacaktı.
Ömer İbni Abdul Aziz r.anhu bu meselede
satıcıya ücret verilmesiyle hükmetmişti, sonra hadisi şerifi (haraç zaman
iledir) görünce, evvelki hükmünü bozdu.
Satılan malın tesliminden evvel onda hasıl
olan fazlalık-ların aslında satıcıya ait olması lazım iken müşteriye
verilmektedir, niçin?
- Teslimden evvel mebi ile faidelenmek mülk
sahibi olmak iledir, teslimden sonra mülk sahibi olmak ve ödeme/za-man iledir.
Müşteri mebiye akitle malik olmuş ve teslim aldıktan sonra da masraflarını
üzerine almıştır.
Gasb edenin, malı sahibine ödemesi
vacibtir, buna göre gasb ettiği maldaki fazlalıkların da gasb edenin olması
lazım-dır, halbuki bu fazlalıklar da asıl mal sahibinindir, niçin?
- Gasbedenin ödemesi sorumluluğu hususi bir
ödemedir, yani bununla zamanı mülk kasdedilir. Netice; bir şeyin menfa ati, o
şey kim adına telef olursa o kişiye aittir. Gasb eden kişi, gasb ettiği mal
onun ödemesi altında olsa da, lakin mülkiyyet ona ait değildir.
86. MADDE:
َاْلاَجْرُ وَالضَّمَانُ لاَ يَجْتَمِعَانِ
Ücret ve zaman, bir arada olmaz.
Ödenme sorumluluğu olan yerde ücret
vermekte gerekli olmaz. Mesela kişi bir hayvan kiralasa, kusuru olmaksızın
hayvan telef olsa, sadece kira ücretini öder. Hayvanı gasb etse ve telef olsa,
sadece kıymetini öder, ücret gerekmez.
Misal: Hayvanı binmek için kiralasa,
üzerine yük yüklese ve hayvan telef olsa, hayvanın kıymetini öder, ayrıca ücret
ödenmesi istenmez.
Hayvanı gasb etse ve kullansa, hayvan
elinde helak olsa, sahibine hayvanın kıymetini öder; eğer hayvanı helak
olma-dan sahibine geri verirse, kullandığından dolayı ücret vermesi gerekmez;
ancak hayvan yetim çocuğun ise veya vakıf ise veya gelir getirmek için
hazırlanmış bir yer ise bu durumlarda ücretini ödemesi gerekir.
Misali: Birisi, başkasına sadece kendisinin
belli bir yere kadar binmesi için bir hayvan kiraya verse, o kişi kendisi bindi
ği halde arkasına (terikesine) başka birini oturtsa, eğer hay-van konuşulan
mesafeye vardıktan sonra telef olsa bakılır; eğer hayvan iki kişiyi taşıyacak
güçte ise, konuşulan ücret ve hayvanın kıymetinin yarısı gerekli olur. Burda maksud
mesafe ye ulaştığından ücret gerekti, arkasına başkasını aldığın dan haddi
aşmakla hayvanın değerinin yarısına zamin oldu. Zira burda, iki şeyin sebepleri
değişiktir.
87. MADDE:
اَلْغَرْمُ بِالْغَنَمِ
Ödeme, menfaat karşılığındadır.
Bir şeyin menfaatine nail olan, zararını da
üzerine alır. Mesela: Bir maldaki ortaklardan herbiri için, malın zararından
kendi hissesi miktarınca lazım gelir; nasıl ki kârdan da kendi hissesince
istifade ederse.
Satışlarda yazılan senedin yazma ücreti
müşteriye aittir, zira bunun menfaati müşteriye döner.
Ortak olan malın tamirine ihtiyaç duyulsa,
her bir ortak kendi hissesince masrafa katkıda bulunacaktır.
İki komşu arasında ortak olan duvarın
tamirinde, her ikisi de masrafı ortak olarak karşılar.
Vakıf binasında oturan kişi, tamirini
yapmaya mecburdur.
88. MADDE:
اَلنِّعْمَةُ بِقَدَرِ النِّقْمَةِ وَالنِّقْمَةُ بِقَدَرِ النِّعْمَةِ
Nimet, külfet miktarıncadır. Külfet te,
nimet miktarıncadır.
Bu kaidenin ilk kısmı, evvelki kaidenin
manasındadır.
Misal: Yolda bulunan ve babası-velisi
bilinmeyen çocuğun masrafları hazineden ödenir, adam öldürse diyet yine
hazineden ödenir. Aynı şekil de bu çocuğun malı olsa ve ölse, malları hazineye
kalır.
89. MADDE:
يُضَافُ الْفِعْلُ اِلَى الْفَاعِلِ لاَ اْﻵمِرِ مَا لَمْ يَكُنْ
مُجْبِرًا
Fiilin hükmü, failine izafe edilir, mücbir
olmadıkça amirine izafe edilmez.
Misal: Birisi, başkasına “Filancının malını
telef et.” dese ve diğeri bunu yapsa, ödeme sorumluluğu telef edene aittir,
zira emreden kişi burda şer’an cebredici değildir. Hemde emredenin, başkasının
malında bir tasarrufu da yoktur.
Bir kimseye, satılan koyunun kesilmesini
emretse ve emredilen de, bunun satıldığını bilerek koyunu kesse, asıl
müşterinin, koyunu kesen kişiye ödettirmesi hakkı vardır. Emredene ödettiremez.
Yani emreden kişi, mecbur bırakacak şekilde zorlama (ikrah) ile emretmemişse,
(sadece sözle emretmişse), ödeme sorumluluğu emredene ait değildir.
90. MADDE:
اِذَا اجْتَمَعَ الْمُبَاشِرُ وَالْمُتَسَبِّبُ اُضِيفَ الْحُكْمُ اِلَى
الْمُبَاشِرِ
İşe mübaşeret edenle sebeb olan bir arada
topla-şırsa, hüküm mübaşeret edene izafe edilir.
Bir şeyi yapan mübaşirdir. Sebeb olan, o
işin vukuuna götüren şeyi yapandır. Sebeb olanın işi mutlaka kötü neticeye
götürmez. Bu yüzden işin vukuunda ödeme sorumluluğu, bizzat işi yapan (mübaşir
olan) failedir, sebeb olana değil.
Mübaşir: İşin meydana gelmesinde bizzat
fiili vakı’ olan, araya başkasının fiili girmeyendir.
Misal: Birisi umumun yolunda bir kuyu
kazsa, diğer birisi başkasının hayvanını o kuyuya atsa ve hayvan telef olsa,
hayvanı kuyuya atan kıymetini öder, kuyuyu kazan ödemez. Zira sadece kuyunun
kazılması, hayvanın telef olmasını gerektirmez, belki mübaşir olanın fiili ile
hayvan telef olmuştur.
Ancak birisi şöyle bir itiraz getirebilir;
eğer kuyu kazılma saydı asla hayvan oraya düşmeyecekti? Cevaben deriz ki; telef
olma işi son fiille hasıl oldu ki o da kuyuya atma işidir, hüküm ona izafe
edilir.
Eğer
hayvan kendisi gelip kuyuya düşmüşse bakılır; eğer kuyu idarecilerin izni
olmadan kazılmışsa, ödeme işi kuyuyu kazan kişiye döner.
Mesela birisi bir hırsıza yol gösterip
başkasının malını haber verse, hırsız da onu çalsa, yol gösterenin ödemesi
gerekmez.
Birisi başkasının ahırının kapısını açsa ve
atın ipini çözse, hırsız gelip atı götürse, ödeme sorumluluğu hırsıza aittir.
Misal: İki kişi tartışsa ve birbirlerinin
elbiselerini çekince birinin cebinden saati düşse ve kırılsa, düşürmeye sebeb
olan kişinin ödemesi gerekli olur.
Mesela, birisi zeytinyağı dolu tulumu
delse, veya asılı olan kandilin ipini kesse, yağ veya kandil telef olsa, sebeb
olan kişi öder.
91. MADDE:
اَلْجَوَازُ الشَّرْعِىُّ يُنَافِى الضَّمَانَ
Şer’î cevaz, ödemeye zıtt olur.
Kişiye şeriatın cevaz verdiği bir işi
yapmak, bir zarara sebeb olsa da caiz olur.
Mesela kendi mülkünde kuyu kazmakla, oraya
bir hayvan gelip düşse, kuyuyu kazanın bir şey ödemesi gerekmez. Zira kişinin
kendi mülkünde tasarrufu, selamet şartıyla kayıtlı değildir. Fakat umumun
yoluna izinsiz olarak kuyu açarsa, telef olan şeyi öder. Zira, kendine ait
olmayan yerde izinsiz kuyu açma hakkına sahip değildir.
Yük taşımak için hayvan kiralasa, hayvana
mutad miktar veya daha az yük yüklese ve hayvan telef olsa, kiralayan bir şey
ödemez.
Emanete bırakılan hayvanın masraflarını,
emanet alan kişi hakimin emriyle hayvan sahibinin parasıyla ödese, sonra-dan
emanetçinin, hayvan sahibine bu miktarı ödemesi gerek-mez.
Bir kimseye yemek ikram etse, sonrada
ücretini talep etse, ücret gerekli olmaz.
92. MADDE:
اَلْمُبَاشِرُ ضَامِنٌ وَاِنْ لَمْ يَتَعَمَّدْ
Mübaşir, kasdetmese de zamin olur.
Başkasının malını telefi kasdetse de
kasdetmese de, mübaşir olan verdiği zararı öder. Sebeb olan ile bunun farkı,
sebeb olanda kasıtlı olması şarttır, mübaşirde değil. Zira mübaşirde fiil,
bizzat mübaşeret edenin fiili ile olmaktadır ve fiilin müstakil illeti
mübaşeretidir, hükmü ona dayandırmaktan kurtulamayız. Sebeb olmak müstakil
illet değildir, burda fiilin meydana gelmesi için kasıt lazım geldi ki ödeme
lazım gelsin.
Misal: Birisi bir bakkala girse, ayağı
kayıp bal küpünü kırsa, kıymetini öder.
Demircinin körüğünden veya kaynak
kıvılcımlarında sıçra yan alevler birinin elbisesini yaksa, demirci öder.
Oduncu odun kırarken sıçrayan bir parça,
komşunun camını kırsa, oduncu öder.
Birini, duvarını yıkmak için ücretle çalıştırsa,
duvardan kayan bir taş başka birini öldürse, çalışan kişi diyeti öder.
Burdaki işlerde mübaşeret bulunduğundan,
kasıtlı olup olmamasına bakılmaz.
93. MADDE:
اَلْمُتَسَبِّبُ لاَ يَضْمَنُ اِلاَّ بِالتَّعَمُّدِ
Sebeb olan, ancak kasıtlı olmakla öder.
Sebeb olanın ödemesinde iki şart vardır.
1- Kasıtlı olması.
2- Haddi aşması/tecavüz etmesi.
Kişinin elinden hayvanı kaçıp birine zarar
verse, hayvan sahibi kasıtlı olmadıkça bir şey ödemez.
Birisi kendi arsasında kuru otları yaksa ve
ateş başka-sının bir şeyini yakıp zarar verse, ateşi yakan kişi ödemez; ancak
kasıtlı olarak ateşi yakmışsa; mesela rüzgarlı bir günde ise, verdiği zararı
öder.
Bunun gibi, izinsiz olarak umumun geçtiği
yola kuyu kazsa, içine bir hayvan düşüp helak olsa, kuyuyu kazan haksız olduğundan
öder.
Kendi arazisini mutad şekilde sulasa, suyun
bir kısmı yan araziye akıp oraya zarar verse, sulayan kişi bir şey ödemez. Eğer
adetin hılafına bir sulama yapmışsa, bu durumda verdiği zararı öder.
94. MADDE:
جِنَايَةُ الْعَجْمَاءَ جُبَارٌ
Hayvanın verdiği zarar hederdir.
Hayvanın verdiği telef, heder olup sahibi
bir şey ödemez. Ancak sahibinin kastı ve noksanlığı olmamalıdır.
Mesela: İki kişi hayvanlarını hususi
bağlanan yere bağlasalar, birinin atı, diğerinin atını helak etse, telef eden
at sahibinin bir şey ödemesi gerekmez.
Birinin kedisi, başkasının kuşunu telef
etse, kedi sahibi bir şey ödemez.
Fakat hayvan sahibinin kasdı ve kusuru
olmamalı demiştik; mesela:
Kişi hayvanlarını başkasının ekili
arazisine salıverirse, verdikleri zararı öder. Kendi hayvanlarının başkasının
arazisi-ne girip ekinlere zarar verdiğini görse ve men etmese, verilen zararı
öder, zira men etmekte kusurlu olmuştur.
Umumun geçtiği yola hayvanını salıverse, bu
gibisinin yola salıverilmesi adet olmasa, hayvan yolda birini öldürse veya bir
zarar verse, hayvan sahibi ölünün diyetini veya verdiği zararları öder.
Saldırgan köpek, köye veya mahalleye
gelenler tarafından sahibine seslenip; “Bunu muhafaza et, tut” dense de köpek
sahibi köpeği tutmasa, verdiği zararı köpek sahibi öder.
95. MADDE:
َاْلاَمْرُ بِالتَّصَرُّفِ فِى مِلْكِ الْغَيْرِ بَاطِلٌ
Başkasının mülkünde tasarrufla emretmek
batıldır.
Başkasının malında tasarruf etmekle olan
emre itibar edilmez. Bunun üzerine bir hüküm terettüb etmez. Bu emir batıl ve
sahih olmayınca sanki bir meşvere veya nasihat gibi olup, emredenin bu yüzden
bir sorumluluğu olmaz.
Geride geçen mübaşirle alakalı kaideye
göre, başkasının emri ile bir işi yapanın kendisi, verdiği zararları öder.
Ancak, emredenin kendi malı zannedip kişi o
malı telef etse ve sonradan bunun başkasının malı olduğu anlaşılsa, emredilen
kişi zararı öder ve ödediğini emredenden dönüp alır.
Birine şu duvara bir kapı yap dese,
emredilen de duvarı delip kapı yapsa, sonra duvarın emredenin olmadığı
anlaşılsa kapıyı yapan zararı öder.
Fakat duvarın olduğu binadan bir kişi bunu
emretse veya emreden benim için kapı yap demişse, bu durumlarda kapıyı yapan
zararı ödese de emredenden dönüp alır.
Emrin batıl olması iki şeye dayanır:
1- Başkasının mülkü olması.
2- Emredenin velayetinin olmaması.
96. MADDE:
لاَ يَجُوزُ لاَحَدٍ اَنْ يَتَصَرَّفَ فِى مِلْكِ الْغَيْرِ بِلاَ
اِذْنِهِ
Bir kimse için, başkasının mülkünde, onun
izni olmadan tasarruf etmek caiz değildir.
Birisi, başkasının duvarı hizasına kadar
yükselen bir duvar yapmak istese ve komşunun duvarını kullanmak istese,
komşunun izni olmadan duvarını kullanamaz. Komşu kullan-maya izin verse ve
sonra izninden dönse caizdir.
Başkasının arazisine veya binasına izinsiz
girmekte caiz olmaz.
Ortakların birinin, diğerinin izni olmadan
ortak hayvana binmesi veya üzerinde bir şey taşıması caiz olmaz.
İzin bazan açık olur: Birini vekil tayin
etmek gibi.
Bazen izin delalet üzere olur: Helak olmak
üzere olan bir koyunu çobanın kesmesi gibi. Çoban açıkça koyunu kesmeye izinli
değildir, fakat istihsanen izinli sayılır.
Geride geçen kaidelerde veli ve vasiy olan
kimselerin, maldaki tasarruflarının geçerli olduğu zikredilmişti.
Mesela yangın esnasında, yangını durdurmak
için idare-ciler, yakında olan binaları, sahiblerinin izni olmadan
yıktırabilirler. Zira idarecilerin umuma ait velayetleri vardır.
Eğer zaruret olursa, başkasının malında
izinsiz tasarruf caiz olur.
Mesela, birinin elbisesi komşunun bahçesine
düşse, kom şunun izni olmasa da oraya girip elbisesini alabilir.
Hasta olan kişinin tedavisi için, onun
malından oğlu veya babası harcayabilir, buna izin adet cihetinden sabittir.
Seferde olanlardan biri ölse, arkadaşları
onun kefen ve mezar masraflarını malından harcarlar ve kalan malını varislerine
verirler.
97. MADDE:
لاَ يَجُوزُ لاَحَدٍ اَنْ يَأْخُذَ مَالَ اَحَدٍ بِلاَ سَبَبِ شَرْعِىٍّ
Hiçbir kimse için, başkasının malını şer’î
bir sebeb olmaksızın almak caiz olmaz.
Şaka maksadıyla veya kızdırmak için birinin
malını almak la kişi, gasb edici veya hırsız olmaz fakat, şeriatın izin
vermediği bir fiil olduğundan günah işlemiş olur.
Bu sebeble bulunan malın veya rüşvet olarak
alınan veya gasb edilen malın aynen sahibine iadesi gerekir; eğer telef olduysa
kıymetinin verilmesi gerekir.
İki kişi bir borç üzerine bir mal ile
anlaşsalar, sonradan böyle bir borcun olmadığı açığa çıksa, malı alanın
diğerine onu geri vermesi gerekir.
Satıcı ile müşteri malda olan bir ayıp
hakkında davalaşsalar, neticede ayıp sebebiyle ücretten bir miktar düşülse,
daha sonra ayıbın olmadığı veya kendi kendine yok olduğu anlaşılsa, müşterinin
aldığı miktarı satıcıya geri vermesi gerekir.
Birisi hakime rüşvet verse ve sonra buna
pişman olsa, hakimden verdiği rüşveti geri isteyebilir.
Unutarak başkasının malını alan kişi,
hatırlayınca onu sahibine vermelidir, zira unutmak, kul haklarında özür
değildir.
98. MADDE:
تَبَدُّلُ السَّبَبِ الْمُلْكِ قَائِمٌ مَقَامَ تَبَدُّلِ الذَّاتِ
Mülk sebebinin değişmesi, zatın değişmesi
yerine kaimdir.
Bir şeyin malik olma sebebi değişince,
hükmen o şeyin zatının da değiştiği sabit olur.
Mesela: Birisi başkasına bir at hibe etse
ve ona teslim etse, bu kişi de atı başkasına hibe edip teslim etse, ilk hibe
eden hibesinden dönemez, zira at el değiştirmekle sanki kendi hibe ettiğinden
başka bir at olmuştur. Hatta son hibeyi alan kişi, atı ilk hibe edene ücret
karşılığında satabilir. Burda, hibe edenin hibesinden dönmesine mani olmak
için, hile yapılmış oldu.
Mülk sebebi üçtür:
Satış ve hibe – Miras – Mubah olarak elde
etmek.
Üçüncüsünün misali, avlanmak, yağmur suyunu
toplamak, kimsenin arazisi olmayan yerlerde ot veya çiçek toplamak gibi. Kişi
böyle bir şeyi alınca, artık onun mülkü olur, başkası onu izinsiz kullanamaz.
Sadaka ve hediyelerde durum aynıdır. Kişi
damadına zekat verse, sonra onun evinde bir şey yemesi veya içmesi caiz olur,
zira damadının teslim almasıyla malın hükmü değişmiştir.
99. MADDE:
مَنِ اسْتَعْجَلَ الشَّيْئَ قَبْلَ اَوَانِهِ عُوقِبَ بِحِرْمَانِهِ
Her kim bir şeyi vaktinden evvel acele elde
etmek isterse, ondan mahrum olmakla cezalanır.
Birisi müverrisini (babasını), mirasa
konmak için öldürse, mirastan mahrum olur. Zira vakti gelmeden evvel mirasa
sahib olmak istemiştir, bu yüzden mirastan mahrum edilir. (Ayrıca ya kısas
edilir veya keffaret öder.)
Vasıyyet edilen kişi de, kendine vasıyyet
edeni bu sebeb le öldürse, vasıyyetten mahrum edilir.
Eğer öldürme işi kısas veya keffaret
gerektirmeyen şekilde olursa, bu durumda mirastan mahrum olmaz.
Mesela çocuğun veya delinin öldürmesi,
kocanın veya mahremlerden birinin, zina sebebiyle kadını öldürmesi gibi.
Bunlarda mirastan mahrum edilmez.
Ölüm hastalığında hanımını mirastan mahrum
etmek isteyen koca onu üç talakla boşasa, kadın iddet içinde iken koca ölse,
kadın mirastan mahrum olmaz.
Müstesna:
Borçlu kişi, alacaklıyı öldürse, borcun
müddeti olsa da hemen ödenmesi lazım gelir.
100. MADDE:
مَنْ سَعَى فِى نَقْضِ مَا تَمَّ مِنْ جِهَتِهِ فَسَعْيُهُ مَرْدُودٌ
عَلَيْهِ
Her kim, kendi tarafından tamam olan şeyi
bozmaya sa’y ederse, bu sa’yi (gayreti) red olunur.
Kişi kendi tarafından tamam olan şeyi
bozmaya kalksa, bu fiili geçersiz olur.
Mesela: Malını birisine satsa, akit
yapanlardan biri satışın fuzuli satışı olduğunu iddia etse, burda söz, sıhhati
ve aktin geçerli olduğunu iddia edenin sözüdür.
Birisi emanetçiye gelip, emanet verenin
vekili olduğunu söyleyerek emaneti istese, emanetçi de ona emaneti verse, daha
sonra vekaletin sabit olmadığını iddia ederek vekilden emaneti geri isteyemez.
Buluğ haline ihtimali olan mümeyyiz çocuk
bir malı satsa veya satın alsa, buluğ çağında olduğunu itiraf etse, daha sonra
baliğ olmadığını iddia etse, bu iddiası geçerli olmaz, satışı veya satın-alışı
geçerli olur.
Müstesnalar:
Çocuğun babası veya vakıf mütevellisinden
biri veya çocuğun malındaki vasiy, çocuğun veya vakfın malını başkasına satsa,
sonra (baba veya vasiy) satışta aldanma olduğunu iddia etse, bu durum sabit
olursa satış fesh edilir.
Müşteri, satıcının sattığı şeyi daha evvel
mescid yapmış veya kabristanlık yapmış veya vakfeylemiş olduğunu iddia etse,
isbat edilirse satış akti bozulur.
Yararlanılan Kaynaklar; www.ihvanlar.net
İslam Hukukunun Genel Kuralları Pdf
Yorumlar
Yorum Gönder