Sultan Abdülhamid’i Tahttan Nasıl İndirmişlerdi
Sultan Abdülhamid’i Tahttan Nasıl İndirmişlerdi
Prof. Dr. Mustafa Armağan
Tarih:
27 Nisan 1909.
Sultan
2. Abdülhamid'in tahttaki son dakikaları.
Yalnızdır,
Sultan, gözü gibi baktığı asker tarafından işgal ve hatta yağma edilmiş olan
Yıldız Sarayı'nın bir köşkünde iki haremağasıyla beraber gelecek haberlere
muntazırdır.
Öylesine
kuşatılmıştır ki etrafı, bırakın kendisine kahve ikramını, aç kalmış çoluk
çocuğuna ekmek bile bulamamaktadır.
33
sene eteğinin bir ucu Adriyatik'te, öbürü Basra Körfezi'nde serili bir
imparatorluğu kurtlara yem etmemek için çırpınmış olan Sultan Abdülhamid şimdi
kendi evladı gözüyle baktığı asker kılıklı eşkıya tarafından tahtından
düşürülmektedir.
Efendim,
dağa çıkan Resneli Niyazi çok dürüst, namuslu ve kahramanmış! Geçin efendim
bunları. Cuma vakti cümle erat ve zabitan namazdayken tabur kasasını kırarak
200 Hamidî altını çalan ve devletin silahlarına el koyarak adamlarıyla dağa
çıkan eşkıyayı efsaneleştirirseniz 15 Temmuz'daki alçaklığı millete reva
görenleri de alkışlamanız gerekir.
Hem
yüz küsur sene önce hem de bugün yapılan, bal gibi kanunsuz eylemlerdi ve biri
başarılı oldu diye tebcil edilirken öbürü başarısız olunca takbih edilmemeli,
hepsi aynı “gayrimeşruluk gayrimeşruluktur" kriterine göre maşeri vicdanda
mahkûm edilmelidir. Aksi halde iyi darbe-kötü darbe ikilemine sürükleniriz ki,
bu bizi çıkmazların en çürütücüsüne mahkûm eder.
Biz
yine Küçük Mabeyn Köşküne dönelim.
Yıldız
Sarayı'nın devasa kapısından dört fesli zat içeriye girmektedir. Bunlar biraz
sonra mazlum ve mağdur Sultanımıza hal' (tahttan indirme) kararını tebliğ
edecektir. İçlerinden birisinin ceket cebinde duran bir 'kâğıt parçası'
birazdan çıkacak ve okunduğunda tarihin yüzünü kızartacaktır.
Uyduruk
bir Meclis-i Millî tarafından silah zoruyla alınmış yine uyduruk bir fetvadır
o. Fetva dediğimiz belgenin adıyla beraber anılmaması gereken bir utanç
vesikası demek daha doğru.
Kimlerdi?
Sayalım:
1)
Ermeni Ayan (Senato) üyesi Aram Efendi,
2)
Draç Mebusu Arnavut Esad Toptani (sonradan 'hizmetlerine mukabil' Paşa
yapılacaktır),
3)
Yahudi Selanik Mebusu Emanuel Karasso ('Karasu' değil) ve,
4)
Abdülhamid Han'ın vaktiyle nice iltifatına mazhar olarak Koramiralliğe kadar
yükselmiş bulunan Arif Hikmet Paşa.
Bunlardan
Esad Toptanî o kadar vatanseverdi ki(!) Balkan Harbinde son kalemiz olan
İşkodra'yı canıyla başıyla savunan Hasan Rıza Paşa'mızı öldürterek kaleyi
Karadağlılara teslim etmiş, bu da yetmemiş, İtalyanlarla işbirliği yaparak
bağımsızlığını kazanan Arnavutluk'un başına geçmek için mücadele etmiş, nihayet
Paris'te bir Arnavut genci tarafından vurularak öldürülmüştü.
Peki,
Emanuel Karasso? Bu Yahudi ve 33 derecelik Mason üstad-ı azamının hikâyesi ise
daha feci. 1. Dünya Harbinde vagon ihtikârlarından muazzam paralar kazanmış,
Mütareke devrinde ise İtalya'ya kaçmıştı. Bir de bakılmış ki, adam İtalyan
vatandaşıymış! Yani çifte vatandaş!
Bunlar
ve daha niceleri…
Biz
bu ihanet zincirlerinin içinden geliyoruz ve bu ihanet zinciri FETÖ üzerinden
devam ediyor. Tarih de çok ilginç. 15 Temmuz, Haçlıların 1099 yılında Kudüs'ü
ele geçirdikleri günün 917. sene-i devriyesi ve ne tesadüf ki gün olarak da aynı:
Cuma.
“Günün
9. saatiydi" diyor Haçlı Kroniği'nin yazarı William Tyrennis. Ve o gün
tarife sığmaz katliamlar yapılmıştı Kudüs'te. Tıpkı 15 Temmuz'da zırh delici
mermiyle insanları parçalamayı göze alanlar gibi…
Nerede
kalmıştık?
Evet
o dört fesli, iki milletvekili ile iki senato üyesi sarayın koridorlarında
ilerlerken Sultan Hamid Küçük Mabeyn'dedir. Elinde tesbihi olduğunu söyler kızı
Ayşe Sultan. 'Hepimiz korku içindeydik, ağlaşıyor, dua ediyorduk' diye de ilave
eder.
Malum
dört kişi içeri girer, selam verirler. Hafif bir el hareketiyle selamlarını
alır Hakan.
Sultan
gayet metin ve mütevekkildir. Yorgun ve yaşlı görünmektedir. Vakarlıdır,
dimdiktir.
İnsanın
adeta içine nüfuz eden gözlerini heyetin üzerinde gezdirir. Neden geldiklerini
bilmektedir elbette ama kendilerinin lafa başlamalarını bekler.
Bunun
üzerine Draç Mebusu Esad Toptanî iki adım ileri atar. “Biz Meclis-i Mebusan
tarafından geldik. Fetva-i şerife var. Millet seni azl etti (görevden aldı).
Amma hayatın emindir (güvencededir)" sözleri sessizliğin hakim olduğu
salona buz parçaları gibi takır takır düşer.
Sultan
Abdülhamid bu sözü heyecanına bağışlar ama düzeltir: “Zannedersem hal' etti
(tahttan indirdi) demek istiyorsunuz." Öyle ya, padişah bir memur değildir
ki azl edilsin.
Besbelli
Padişahın şahsını tahkir maksadıyla yapılmıştı bu kelime oyunu. Tıpkı tahttan
indirilmiş Sultan Abdülaziz'i, iki kurenasıyla laubali vaziyetteki fotoğrafını
çektirerek tahkir etmek istedikleri gibi Sultan Hamid'i de bu kelimeyle vurmak
istemişlerdi.
Devam
etti: “Pekala buna gösterilen sebep nedir?"
Ardından
fetva okundu. Bula bula “bazı mesâil-i mühimme-i şer'iyyeyi kütüb-i şer'iyyeden
tayy u ihrac ve kütüb-i mezkûreyi men' u ihrak" suçlamasını bulmuşlardı ya
İslamın yaşaması için ömrünü heder etmiş bir Sultana şer'i meseleleri dinî
kitaplardan çıkarmak ve dinî kitapları yasaklayıp yakmak gibi bir şenaat
yakıştırılıyordu.
Olacak
şey değildi. Kur'an-ı Kerim'i, Sahih-i Buhâri'yi, Şifa-i Şerif'i onbinlerce
nüsha bastırıp dağıttıran Sultan şimdi onları yakmakla suçlanıyordu, öyle mi?
Lakin
mesele başkaydı. Yaktırdığı, yasaklattığı kitaplar yok muydu? Vardı da, onlar
ya yanlış harekelenmiş Kur'an-ı Kerim'ler veya içine uydurma rivayetler
katılmış hadis kitapları yahut Osmanlı Hilafetinin meşru olmadığını ileri süren
İngiliz veya Rus kaynaklı propaganda kitaplarıydı. Ne yani, Sultan hatalı
basılmış Kur'an-ı Kerim'leri hamam külhanlarında yaktırmayıp sevabına halka
dağıttırsa mıydı?
“-Ben
hangi şer'i kitabı yakmışım?" diye bağırdı yüksek sesle. Arkasından da
tarihin alnına şu sözleri kazıdı:
“-Ben
33 sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Hâkimim
Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa
öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak
Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime
kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular."
Ve
şu sözü ekleyerek salondan çıktı:
“-Bu
memleketi benden sonra 10 sene idare etsinler, 100 sene idare etmiş sayacağım."
27
Nisan 1909 ile Osmanlı'nın teslim olduğu 31 Ekim 1918 arasında sadece 9,5 yıl
vardır ve ne acıdır ki 10 sene tamamlanmamıştır!
Yorumlar
Yorum Gönder