Ebû Sa’îd-i Ebü’l-Hayr Kuddise Sirrûh
Ebû Sa’îd-i Ebü’l-Hayr Kuddise Sirrûh
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Fadlullah bin Ebü’l-Hayr Muhammed
Mîhenî, künyesi Ebû Sa’îd’dir. 357 (m. 967) senesi Muharrem ayında Horasan’da,
Havaran bölgesi, Meyhene (Mihene) şehrinde doğdu. 440 (m. 1049)’da Şa’bân’ın 4.
günü Cum’a gecesi orada vefât etti.
Kendisi anlatır: Kur’ân-ı kerîmi okumaya başladığım zaman, babam
beni Cum’a namazına götürdü. Yolda evliyânın büyüklerinden Ebü’l-Kâsım Gürgânî
hazretlerine rastladık. Babama: “Talebeleri kaybedip dünyâdan gidemezdik. Bugün
bu çocuğu bize getir!” dedi. Namazdan sonra huzûruna gittik. Bize yer gösterdi,
oturduk. Odasında oldukça yüksek bir raf vardı. Babama “Çocuğu kaldır, rafın
üstündeki ekmeği alsın!” buyurdu. Babam beni kaldırdı ve raftaki ekmeği aldım.
Sıcak bir arpa ekmeği idi, Sıcaklığı elimi yakacak kadar çok idi. Ebü’l-Kâsım
hazretleri ekmeği ikiye bölüp yarısını bana verdi ve “Bunu ye!” dedi. Yarısını
da kendisi yiyip babama hiç vermedi. Sonra buyurdu ki:
“Bu ekmek otuz senedir bu raftadır. Bana, bu ekmek kimin elinde
sıcak olursa, bu söz ona söylenecektir, şeklinde söz verilmiştir. Şimdi sana
müjdeler olsun ki, bu kişi senin çocuğun olacaktır” buyurup, bana da: “Eğer bir
ân himmetini Hak ile bulundurursan, yeryüzünün senin olmasından daha iyidir”
buyurdu.
Fıkıh ilmini, Merv şehrinde, Şafiî fıkıh âlimlerinden Ebû
Abdullah el-Husrî’den öğrendi. O’nun vefâtından sonra Ebû Bekr-i Kaffal’dan
ders aldı. Merv şehrinde ilim öğrenmek için on sene kaldıktan sonra, Serahs
şehrine geldi. Yüksekçe bir tepe üzerinde Lokmân-ı Mecnûn’u gördü. Yanına
gitti, kaftanını yamıyordu. Ebû Saîd ( radıyallahü anh ) onu seyrederken kendi
gölgesi, Lokmân’ın kaftanının üzerine düşüyordu. Lokmân-ı Mecnûn, yamayı
kaftanına dikince buyurdu ki, “Ey Ebû Saîd! Biz seni bu yama ile bu kaftana
diktik.” Sonra elinden tutup, Ebü’l-Fadl-ı Serahsî hazretlerinin huzûruna
götürdü. Ona, “Ey Ebü’l-Fadl! Bunu sakla ki, bu sizdendir” dedi. Ebü’l-Fadl-ı
Serahsî ( radıyallahü anh ) Ebû Sa’îd’in elinden tutup yanına oturttu ve
“Maksadımız, insanlara Allahü teâlânın yolunu göstermektir, insanlara gönderilen
yüzyirmidörtbinden ziyâde peygamber, onlara “Allah” dedirtmek ve O’na ibâdet
ettirmek için geldiler” buyurdu. Ebû Saîd ( radıyallahü anh ) Ebü’l-Fadl’ın
kalblere hayat veren bu güzel sözlerini, kendinden geçmiş bir hâlde dinledi.
Ebü’l-Fadl ( radıyallahü anh ), kendisini talebeliğe kabûl etti ve “Kendinden
geçerek geri kalma amelden, bu büyük devleti, sakın çıkarma elden” buyurdu! Ebû
Saîd Ebü’l-Hayr ( radıyallahü anh ) tasavvufta çok yüksek mertebeye ulaştı.
Zamanındaki bütün evliyânın sultânı, baş tacı oldu. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr,
bütün müslümanların matlûbu, sevdiği idi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerine
vâkıf olup, ayrıca; fıkıh, tefsîr, hadîs ve başka ilimlerde de çok yüksek âlim
idi. Oruç tutulması caiz olmayan günler hariç, senenin bütün günlerini oruçlu
olarak geçirirdi. Sâde bir ekmek ile iftar eder, gece gündüz ibâdetle meşgûl
olurdu. Bütün ibâdetlerde, bilhassa namaz husûsunda çok hassas ve ihtiyâtlı
hareket eder, her namaz için guslederdi. Kendi hâlinde her an Allahü teâlâyı
hatırlar, hep “Allah, Allah” derdi. Ne zaman uyku basacak olsa, elinde ateşten
mızrak bulunan çok heybetli bir kimse karşısında zuhur eder “Allah de!” derdi.
Böylece, vücûdundaki bütün zerreler de zikir eder hâle geldi. Geceleri herkes
uyuduktan sonra kalkar ibâdet ederdi. Kendini ayıblı ve kusurlu görmekte, nefse
muhalefet etmekte, nihâyette idi. Tevâzusu çok idi. Konuşmalarında o, ben ve
biz demez, hep onlar ya’nî o büyükler derdi. Mübârek sözleri o kadar hoş ve
te’sîrli idi. ki, “Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh ) sözünün ulaştığı bir yerde,
bütün kalbler neş’elenirler” denilmiştir. Aklı, zekâsı, anlayışı, hafızası
fevkalâde idi. Nakledilir ki, daha çocuk iken otuz bin arabî beyt okumuştu.
Kerâmetleri, hikmetli sözleri her tarafa yayılmıştır. Fakat o, meşhûr olmak, parmakla
gösterilmek istemez, bütün hâllerin, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam
uymakla kıymetli olacağını söylerdi. Birgün kendisine sordular. “Filanca kimse
su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz?” “Bunun kıymeti yoktur, ördek ve kurbağa
da suda yüzer” dedi. “Filan adam havada uçuyor” dediler. “Sinek ve çaylak da
uçuyor. Sinek kadar kıymeti var” dedi. “Filan kimse, bir anda şehirden şehre
gidiyor” dediler. “Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin
dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. -Alış-veriş
yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz” buyurdu. Çocukluğundan beri şu
şiiri okurdu: Ben sensiz bir an karar kılamam. Senin ihsânlarını tek tek
sayamam. Bedenimdeki her kıl gelse de dile, Şükrünün binde birini yapam bile.
Babası şöyle anlatıyor “Her gece odasını kontrol eder, uyuduğuna iyice kanâat
getirdikten sonra ben de uyurdum. Bir gece geç vakitte uyandım. Baktım yerinde
yoktu. Araştırdım, kendisini bulamadım. Birkaç gece böyle ta’kib ettim. Bizim
uyuma vaktimiz geldikten sonra, o çıkıp gidiyor. Sabah ezanından biraz önce
geri geliyordu. Nihâyet kapısına zincir vurdum. Artık çıkamaz diyordum. Fakat
gene çıktı. Zincir aynen duruyordu. Nasıl çıktığını anlayamadım. Nereye
gittiğini ta’kib ettim. Bir mescide, vardı. Kapıyı kapatıp arkasından
sürgüledi. Pencereden kendisini gözetledim. Namaza durdu. Mescidin bir
köşesinde bir kuyu vardı. Namazdan sonra kuyunun yanına vardı. Kuyunun ağzına
bir ağaç koydu. Bir iple ayaklarını bu ağaca bağladı. Sonra kendisini başaşağı gelecek
şekilde kuyuya astı. Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı. Seher vaktine doğru
hatmetti. Sonra dışarı çıkıp abdest aldı. Ben hemence ve kestirme yoldan eve
gidip yattım. Biraz sonra o da gelip odasına girdi. Fakat zincirler bağlı
olduğu hâlde nasıl girdiğini gene anlıyamamıştım. Biraz vakit geçtikten sonra
namaz vakti oldu. Kendisini kaldırdım. Beraberce câmiye gidip cemâatle namaz
kıldık. Bundan sonra dikkat ettim. Bir mâni olmadıkça aynı şekilde hareket
ediyordu.”
Kendisi anlatır: “Bir dağın yamacında sarp kayalarda mağaralar
vardı. Ona bakanın, dizinin bağı çözülürdü. Bir gün bu mağaralardan birine
çıkıp, hemen kenarında namaz kılmağa başladım. Namazdan sonra da nefsime, “Ey
nefsim, eğer burada uyursan, kendini aşağıda ölmüş görürsün. Burada Kur’ân-ı
kerîmi hatim edinceye kadar uyumak yok!” dedim. Sonra Kur’ân-ı kerîmi okumaya
başladım. Bir müddet sonra uyumuşum. Uyandığımda, boşlukta ve hızla yere
inmekte olduğumu gördüm, “İmdat” diye bağırdım. Bu sefer de, kendimi yukarı
çıkar vaziyette gördüm Allahü teâlâ imdâdıma yetişmişti.
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr (radıyallahü anh), bir mescidde va’z edip,
hocasını ilk gördüğü gün kendisine işâret buyurduğu şekilde, “İnsanlara Allahü
teâlâ’nın yolunu göstermek” için nasihat ediyordu. Huzûruna gelip tövbe
edenlerin sayısı çoktur. Halk kendisini çok sever. Manen mübârek sözlerinden,
tatlı sohbetlerinden istifâde etmek için can atarlardı. Ebû Ali Dekkak’ın kızı,
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr hazretlerinin va’zına gitmeği arzu etti. Babası çok arzu
ettiğini görünce, “Başına eski bir örtü al, kimse seni tanımasın” diyerek izin
verdi. O da babasının dediği gibi giyinerek kadınların bulunduğu üst kata çıkıp
oturdu. Ebü’l-Hayr hazretleri va’z ediyordu. Bir ara “Bu sözü, Ebû Ali
Dekkak’tan duydum ve şimdi onun bir parçası buradadır” buyurdu. Bu sözü duyan o
kız, kendisinden geçip üst kattan aşağı düştü. Ebü’l-Hayr hazretleri, “Yâ
Rabbî! Bu hanımı tekrar eski yerine çıkar!” buyurdu. O anda kız hava boşluğunda
yukarı doğru çıkmağa başladı, ikinci katın hizasına gelince havada kaldı. Kadınlar
çekip yanlarına aldılar.
Onu sevenler kullandığı eşyalardan bir şeyi yanlarında
bulundurup bereketlenmek için çok gayret ederlerdi. Hattâ birgün, elinden düşen
bir karpuz kabuğu yirmi altına satılmıştı.
Kendisini tanıyâmadıkları için, büyüklüğünü inkâr edenler oldu
ise de, bunların da çoğu hatâlarını anlayıp tövbe etmişlerdir. Büyüklüğünü
inkâr edenlerin sözleri, hakaretleri kendisine ulaştıkça gizliden bir ses,
“Rabbin sana kâfi değil mi?” (Fussılet-53) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okurdu.
Ebü’l-Kâsım isminde birisi, Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh ) büyüklüğünü inkâr
eder, aleyhinde konuşurdu. Birgün va’z ettiği kürsüde “Kim Ebû Saîd’in
meclisine giderse, birçok şeylerden mahrûm kalır” dedi. O gece rü’yâsında,
Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) yolda yürüyor gördü. “Yâ Resûlallah!
Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. “Ebû Sa’îd’in meclisine gidiyorum” buyurdu. O
kimse uyanıp, hayretler içinde kaldı. Hatâsını anladı. Ertesi gün Ebû Sa’îd’in
huzûruna vardı. Ebû Sa”îd ( radıyallahü anh ), Ebü’l-Kâsım’a evindeki ve yolda
gelirken olan ba’zı gizli hâllerini haber verdi. Bunun üzerine Ebü’l-Kâsım’da
ba’zı değişiklikler oldu. Kalbinde bulunan Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh )
büyüklüğünü inkâr hâli kaybolup, kendisine sevgi başladı. Bundan sonra
aralarındaki muhabbet daha da fazlalaşıp, birbirlerini ziyâret eder oldular.
Ebü’l-Kâsım birgün kürsüde va’z ederken, “Kim Ebû Saîd’in meclisine gitmezse,
evliyâlığa âit birçok şeylerden mahrûm olur. Önceden ben bu sözün aksini
söylemiş idim. Lâkin hatâmı anlayıp tövbe ettim. Şimdi böyle söylüyorum”
buyurdu.
Ebû Saîd’i ( radıyallahü anh ) çekemiyen, büyüklüğünü inkâr
edenlerden, kendisine hakarette daha ileri gidip, çok la’net eden, Ebû Hasen
Tûni isminde bir kimse vardı. Bunun Hazreti Ebû Saîd’e olan hürmetsizliği o
kadar fazla idi. ki, Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh ) bulunduğu mahalleye dahi
girmezdi. Ebû Saîd ( radıyallahü anh ) birgün, “Atımı eyerleyip hazırlayınız.
Ebû Hasen Tûnî’nin yanına gideceğiz” buyurdu. Birçokları bunun hikmetini
anlayamayıp hayret ettiler. O gerçekten bizim yanlış yolda olduğumuzu
zannediyor ve Allah rızâsı için, yanlışa la’net ediyorsa bu’ la’net sebebiyle
Allahü teâlâ ona rahmet eder” buyurdu. Talebelerinden bir kaç kişi ile yola
çıktılar. O kimsenin bulunduğu yere yaklaşınca, talebelerden birini gönderip,
kendisiyle görüşmek için geldiğini haber verdi. Ebû Hasen Tüni bu hâli haber
alınca, “Onun burada ne işi var. O, kiliseye gitsin. Onun yeri orasıdır” dedi.
O talebe mecbûren bu haberi hocasına getirince, “Bismillah! Madem ki öyle
diyor, biz de oraya gideriz” buyurup kiliseye gittiler. O sırada kilisede
hıristiyanlar âyin için toplanmışlardı. Acaba niye geldi diye merak edip onun
etrâfında toplandılar, içeri girdi. Duvarda, Îsâ’nın (aleyhisselâm) ve Hazreti
Meryem’in resimleri diye çizilmiş iki büyük tablo vardı. Ebû Saîd ( radıyallahü
anh ) resimlere bakıp, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Allahı bırakıp da beni ve annemi
iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?” (Mâide-116) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okudu ve “Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda bu iki resim
de secde etsinler” buyurdu. Allahü teâlânın izni ile o iki resim yere düştü.
Yüzleri Kâ’be tarafında olup, secde hâlini aldılar. Orada bulunan hıristiyanlar
feryâd ettiler. Kırk tanesi hemen Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Bu hâl,
Ebû Hasen Tûnî’ye ulaşınca hatâsını anlayıp, pişman oldu, tövbe etti. Hemen Ebû
Sa’îd hazretlerinin yanına gelip özür diledi ve sâdık talebelerinden oldu.
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın ( radıyallahü anh ) büyüklüğünü inkâr
edenlerden birisi de Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh ) “Alemde hiç kimse helâl
lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz” sözünü duymuştu. Kendisini
imtihan etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de,
birincisine çok benzeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi
ile Ebû Sa’îd’e gönderdi. Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde
oturdu. Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp,
haram para ile alınmış olan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp oğlağı yediler.
Hizmetçi, elinde kalan ve helâl lokma ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd’in
önüne koydu. Oğlakları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, o sarhoşlara
çok kızmıştı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Hazreti Ebû Saîd o kimseye
dönerek, “Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl
yiyenlere gelir” buyurdu. O kimse çok mahcûb olup hâline tövbe etti ve bu
hâdiseden sonra o büyük zâtın aleyhinde bulunmadı.
Hasen Müeddeb isminde birisi, ticâret için Ebû Saîd’in (
radıyallahü anh ) bulunduğu şehre gelmişti. Onun şöhretini duyduğundan
meclisine gitti. Aslında tasavvufu ve bu yolun büyüklerini inkâr ediyordu. Ebû
Saîd ( radıyallahü anh ) kendisini görünce “Gel! Seninle işimiz var” buyurdu.
Bir miktar sohbetten sonra, fakir bir derviş için elbise istedi. Hasen Müeddeb
sarığını vermek istedi. Sonra da vazgeçip, “Bu bana hediye geldi. Hem de on
altın kıymetindedir” diye düşündü. Üstâd tekrar istedi. O yine sesini
çıkarmadı. Nihâyet üçüncü defa istedi. O yine sesini çıkarmadı. Onun yanında
oturan kimse bu sırada Hazreti Ebû Saîd’e “Yâ Üstâd! Allahü teâlâ kulu ile
konuşur mu?” diye sordu. Buna cevâbında “Allahü teâlâ, yanında oturan kimse
ile, bir sarık için üç defa konuştu. O ise, (Veremem, hediye geldi. Hem on
altın kıymetindedir) diyor” buyurdu. Bu sözü duyunca, Hasen Müeddeb’e bir hâl
oldu. Bir titreme başladı. Kalkıp, Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh ) huzûruna
yaklaştı. Sarığını çıkarıp kendisine teslim etti. Tövbe etti. Kalbinde bu
büyüklere karşı inkâr kalmadı. Bütün malını da, Ebû Saîd ve talebeleri için
sarf etti. Tam bir teslimiyet ile kendisine talebe oldu. Hocasının husûsî
hizmetçisi oldu.
Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh ) sohbetlerine devam eden bir
tüccâr vardı. Birgün sohbet esnâsında, Hazreti Ebû Saîd, ihtiyâcı olan bir
talebesi için oradakilerin yardımda bulunmasını istedi. O tüccârın bir dinârı
vardı. Bir dinar da borcu vardı, önce hatırına, bu bir dinârı fakire vereyim,
sonra gidip evden bir dinar alırım, onunla da borcumu öderim diye geldi. Sonra
bu düşüncesinden vazgeçip, bu bir dinârı borcuma vereyim diye düşündü. O bir
dinârı borcuna verdi. Sonra Ebû Sa’îd hazretleri bu tüccâra “Sen Allahü teâlâ
ile münazaa (çekişme) mi yapıyorsun? O sana bir dinârı fakire ver dedi. Sen ise
gidip borcuna verdin” buyurdu. O tüccâr, o büyük zâtın bu kerâmeti karşısında
birşey diyemedi. Kalbe ilk gelen hayırlı düşüncenin, Allahü teâlâ tarafından
geldiğini, geciktirmeyip hemen yapmak icâb ettiğini, aksi hâlde şeytan ve
nefsin vesvese verip o hayırlı işi yapmaya mâni olacaklarını, bu hâdise ile
daha yakînen anladı.
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr bir güçlükle karşılaşırsa, derhal uçarak,
Serahs şehrinde bulunan evliyânın büyüklerinden olan Ebû Fadl’a gelirdi.
Müşkilini sorup hallederdi. Birgün Ebû Fadl’ın talebelerinden biri hocasına,
“Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr uçarak geliyor efendim!” deyince, Ebû Fadl ( radıyallahü
anh ), “Sen onu uçarken gördün mü?” diye sordu. Talebe, “Evet efendim” deyince,
hocası “Bu senin a’mâ olmadan ölmeyeceğine işârettir” buyurdu. Hakîkaten o
talebenin, ömrünün sonuna doğru gözleri görmez oldu.
Gencin birisi; ticâret için bir kervan ile sefere çıkmıştı. Çok
uykusuz olduğu için, kervanın konakladığı bir yerde istirahat edip, ondan sonra
yola devam etmeyi düşündü. Kervan mola verince, yolun kenarına uzandı. Uyuya
kalmıştı. Uyandığında vaktin çok geçmiş, yol arkadaşlarının çoktan gitmiş
olduklarını anladı. Issız sahrada, arkadaşlarının izlerini de bulamadı. Ne
tarafa gittiğini bilmez bir hâlde koştu. Fakat kimseyi bulamadı. Bilmediği bir
tarafa doğru gitmeye başladı. Sıcak bastırmış, açlık ve hararet başlamıştı.
Sabretti. Ertesi gün oldu. Buralarda kalıp öleceğini anladı. Bu sırada son bir
ümit ile etrâfı gözetledi. Çok uzaklarda bir yeşillik vardı. Bütün gücünü
toparlayıp oraya koştu. Çeşme vardı. Hemen abdest alıp serinledi. Sonra namaz
kıldı. Biraz bekledi, öğle vakti olmuştu. Uzaklardan, birisi geldi. Uzun boylu,
heybetli, gür sakallı, beyaz tenli, çok hoş bir zât idi. Abdest aldı. Namaz
kıldı ve gitti. Genç, kendisi ile konuşmaya cesâret edemedi, ikindi vakti
olunca o zât gene geldi. Namazdan sonra genç ona hâlini anlatıp, kendisinden
yardım istedi. Bu esnada bir arslan geldi. O zât, arslanın kulağına eğilip bir
şeyler söyledi. Sonra da genci arslanın sırtına bindirip, “Gözlerini kapa!
Arslan nerede durursa, orada inersin” dedi. Genç, “Peki” deyip ayrıldı. Bir
miktar gidince arslan durdu. Genç de indi. Gözlerini açınca arslanın gitmiş
olduğunu gördü. Memleketi olan Buhârâ’ya gelmişti. Birkaç gün sonra, Ebû Sâ’id
hazretlerinin Buhârâ’ya geldiğini haber aldı. Kendisini merak edip görmek
istedi. Bir de baktı ki, kendisini arslana bindiren zât idi. O gence dönerek,
“Hayatta olduğum müddetçe bu sırrı hiç kimseye söyleme” buyurdu.
Birisi, “Onu nerede arayayım?” dedi. Bunun üzerine: “Nerede
aradın da bulamadın? Eğer, istek yolunda sıdk ile bir adım attınsa, baktığın,
herşeyde O’nu görürsün” buyurdu.
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr hazretlerinin bir oğlu vardı. Küçük iken
mektebe gitmekten çok çekinir, korkardı. Birgün Ebû Saîd ( radıyallahü anh )
“Talebelerin geldiğini haber veren kimsenin her arzusunu yerine getireceğim” buyurdu.
Bu sözü duyan oğlu hemen dama çıkıp misâfirleri gözetledi. Bir zaman sonra,
uzaklardan beklenen misâfirlerin gelmekte olduğunu görüp, hemen babasına haber
verdi. Babası “Ne dilersen dile!” buyurdu. “Beni mektebe gönderme!” dedi. Ebû
Saîd ( radıyallahü anh ) “Peki gitme” buyurdu. Çocuk “Hiç gitmiyeyim mi?” dedi.
Ebû Sa’îd ( radıyallahü anh ) başını eğip, bir müddet düşündükten sonra, “Hiç
gitme. Ama Fetih sûresini mutlaka ezberle” buyurdu. Çocuk sevinerek kabûl etti.
Kısa zamanda Fetih sûresini ezberledi. Ebû Saîd’in ( radıyallahü anh )
vefâtından sonra, Ebû Tâhir adındaki bu oğlu çok fakir ve borçlu oldu. İsfehan
hâkimi Hâce Nizâm-ül-mülk’ün yanına gitti. O kendisini tanıdığı için, çok izzet
ve ikramda bulunup hürmet etti. İhtiyâçlarını temin etti. Ebû Tâhir’i sevmiyen
bu durumu görünce “Öyle birisine yardım yapıyorsun ki, dinî ilimlerden haberi
yok, Kur’ân-ı kerîm okumasını dahi bilmiyor” dedi. Hâce Nizâm-ül-mülk buna
üzülüp, “Onu çağıralım. Senin istediğin bir sûreyi okusun, eğer okuyamazsa, o
zaman senin söylediklerini kabûl ederim. Biz kendisini din işleriyle, dîne
hizmetle meşgûl olarak tanıyoruz” dedi. Büyük zâtların bulunduğu bir meclise
Ebû Tâhir’i çağırdılar. Nizam-ül-mülk, o kimseye dönerek “Hangi sûreyi
okumasını istiyorsun?” diye sordu. O da “Fetih sûresini okusun” dedi. Ebû Tâhir
ağlıyarak Fetih sûresini okudu. O iddiacı kimse mahcûb, Nizam-ül-mülk çok
memnun oldu. Nizam-ül-mülk, Kur’ân-ı kerîmi okurken ağlayıp çok gözyaşı
dökmesinin sebebini sordu. O da babasının kendisine Fetih sûresini ezberlemesini
söylediği hâdiseyi anlatınca, Nizam-ül-mülk, “Öyle büyük bir zât ki, evlâdının
yetmiş sene sonra karşılaşacağı sıkıntının çâresini tâ o zamandan bildiriyor. O
zâtın derecesini anlamaktan biz âciziz” dedi. Bundan sonra, o büyüklere olan
muhabbeti daha da arttı.
Ebû Saîd ( radıyallahü anh ), bir zaman Tûs şehrine bir
yolculuğa çıktı. Bir dağı aşması gerekiyordu. Orayı geçinceye kadar,
ayakkabıları içinde ayakları sanki donmuştu. Yanında bulunan kimsenin kalbine
“Üzerimde bulunan kumaştan bir parça vereyim de ayaklarına sarsın” diye bir
düşünce geldi. Biraz gittikten sonra, kumaşın kıymetli ve kaliteli olmasını
düşünerek önceki niyetinden vazgeçti. Nihâyet Tûs’a vardılar. Ebû Saîd
hazretlerinin yanında bulunan kimse bir ara kendisine, “Efendim, Hakkın ilhamı
ile şeytanın vesvesesini açıklar mısınız?” diye sordu. Buna cevaben, “Sana, Ebû
Saîd’in ayaklarının üşümemesi için, o kumaşın bir parçasını yırtıp kendisine
ver demeleri ilham, bunu yapmana mâni olan bozuk düşünce ise vesvesedir”
buyurdu. O kimse bu cevâbdan çok müteessir olup, kalbe gelen iyilik arzusunun
hemen tatbik edilmesi lâzım olduğunu ve bozuk düşüncelerin de hemen atılması
icâb ettiğini bu hâdise ile daha yakînen anladı.
Hucvirî ( radıyallahü anh ) Keşf-ül-mahcûb isimli eserinde şöyle
anlatıyor “Mihene şehrinde, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın türbesinde bulunuyordum.
Türbenin üzerinde bir kumaş parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak geldi ve o
kumaşın altına girdi. Herhalde birşeyden kaçıyordu. Onun için oraya gizlendi
diye düşündüm. Biraz sonra merakım arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin orada
yoktu. Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti
nedir? diye düşünürken, bir gece rü’yâmdâ Hazreti Ebû Sa’îd’i gördüm. Gördüğüm
hâdiseyi kendisine sordum. “O güvercin, amellerimin safâsıdır. Hergün kabrime
gelip bana nedim (sohbet arkadaşı) olur” buyurdu. Anladım ki, o büyük zatın
güzel amelleri, beyaz bir güvercin şekline girerek kabrine geliyor ve kendisi
ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar.”
Şu rubaiyi Ebû Saîd ( radıyallahü anh ) söylemiştir:
“Nefsine uymak doğru değildir elbet,
Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.
Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,
Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet.”
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr buyurdu ki: “Tasavvuf; başındaki sevdayı
atmak, elindeki dünyâyı dağıtmak ve vâki olanda karar kılmaktır.”
“Allah bâki ve kâfidir. O’ndan başkası boştur. O’ndan gayri
herşeyden nefsini uzak eyle!”
“Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir. Arş
ve Kürsî de değildir. Perde, insanın benliğidir. Bu aradan kaldırılırsa Allaha
kavuşulur.”
“Allahü teâlânın dört kitabından, şu dört söz seçilmiştir
Tevrat’da “Kanâat eden doyar.” İncîl’de “Uzlet eden (insanlardan ayrı yaşayan)
kurtuldu.” Zebur’da “Susan, az konuşan kurtuldu.” Kur’ân-ı kerîmde de “Allahü
teâlâya tevekkül edene Allah kâfidir.”
İslam Âlimleri Ansiklopedisi
1) Tezkiret-ül-evliyâ cild-2, sh. 270
2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 235
3) Nefehât-ül-üns trc. sh. 339
4) Fâideli Bilgiler sh. 165
5) Keşf-ül-mahcûb sh. 324
Yorumlar
Yorum Gönder