Ebû Zer el Gıfârî Radiyallahü Anh
Ebû Zer el Gıfârî Radiyallahü Anh
Asıl ismi
“Cündüb bin Cünâde” olan Ebû Zer Radiyallahü Anh, kabilesinin hırçın tabiatlı,
cesur bir ferdi idi. Cahiliye Devri’nde süvarilerin önünü kesmekle tanınırdı.
Bu sebeple Medine civarındaki kabileler, Gıfarlı Ebû Zer Radiyallahü Anh’den
bir hayli rahatsızdı.
Günün birinde
Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış, Kureyşlilerin dinine meydan
okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.”
Garip
yaradılışlı biri olan Ebû Zer Radiyallahü Anh, merakını çeken bu haberi
araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye
gönderdi.
Üneys gidip
araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emîn” denilen zatın peygamberlik iddia
ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediğini
söyledi. Mekkelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı.
Ancak kendisi de bir şair olan Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi
bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım,
hiçbirine benzemiyordu!” dedi.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh’in merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle
tatmin olmadı, “Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin!” dedi ve yol
azığını hazırlatıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra
nihayet Mekke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden
zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip
dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği
hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla
hayatına devam etmeye başlamıştı.
Bir gün Hz.
Ali Radiyallahü Anh, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebû Zer Radiyallahü Anh gözüne
takıldı. Hâlinden garip ve yabancı biri olduğunu anladı:
“Sen garip
biri misin?”
“Evet.”
“Buyur,
benimle gel, seni misafir edeyim.” dedi. Ebû Zer Radiyallahü Anh kabul etti.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh kadar Hz. Ali Radiyallahü Anh de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O
gün birbirlerine açılamadılar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki,
birinin Müslüman olduğunu haber alır almaz hemen üzerine çullanarak
bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…
Sabah
olmuştu. Ebû Zer Radiyallahü Anh hemen kalkıp Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni
Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.
Akşama yakın
yine Hz. Ali Radiyallahü Anh oradan geçiyordu:
“Henüz bir
yer bulup yerleşemedin mi?”
“Hayır.
Aslında burada kalmaya pek niyetim yok.”
Hz. Ali
Radiyallahü Anh onu tekrar evine davet etti. Birlikte gittiler. Eve
vardıklarında Hz. Ali Radiyallahü Anh aralarındaki sır perdesini araladı:
“Doğru
söyle, seni buraya getiren bir şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibisin.”
“Gizli
tutacağına söz verirsen söylerim.”
“Emin
olabilirsin.”
“Bize
‘burada birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan haber
getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni
tatmin etmediği gibi, bu zata karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat
gelip onunla görüşmek ve konuşmak istedim.”
“Şüphesiz,
sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan
gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar
verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen
de durmaksızın ilerlersin.”
Ebû Zer
Radiyallahü Anh bunları duyunca pek sevindi. İçine tatlı bir heyecan dalgası
yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına çıkmıştı. Merakı bir kat daha
arttı. Hz. Ali Radiyallahü Anh’ın peşine takılıp gitti. Resûlullah’ın evine
yaklaştılar. Hz. Ali Radiyallahü Anh önden, Ebû Zer Radiyallahü Anh de arkadan
takip etti ve içeri girdiler.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona
hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı.
Peygamberimiz, tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.
İçi içine
sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Ebû Zer Radiyallahü Anh olmuştu.
Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Yüce
Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebû Zer
Radiyallahü Anh! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya
çıktığımızı haber aldığında döner, gelirsin.” Buyurdu.
Fakat Ebû
Zer Radiyallahü Anh, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu
hakikati müşriklerin ortasında haykırırım!” dedi.
Kötülük
yolunda gözünü budaktan esirgemeyen Ebû Zer Radiyallahü Anh, hak yolunda mı
çekinecekti?
Kâbe’de
Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş cemaati!” dedi,
“Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebû Zer Radiyallahü Anh, Allah’tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna kesin olarak şehadet
ediyorum.”
Bu meydan
okuyuşu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Ebû Zer
Radiyallahü Anh’in üzerine saldırdılar. Ebû Zer Radiyallahü Anh mücadele
ettiyse de nafileydi, bayılıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi.
Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz?
Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.”
deyince onu bıraktılar.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi,
kardeşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.[1]
Bir müddet
sonra o da Medine’ye hicret etti. Resûlullah’ın en yakın Ashâbı arasında yer
aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurunda kalır ve
sohbetlerinde bulunurdu. Resûlullah’ın hastalığında daima başucunda duran ve
son nefesinde yanında bulunan sahabilerden biri de Ebû Zer Radiyallahü Anh
idi.[2] Allah Resûlü’ne o kadar yakındı ki, bazen ondan “dostum” diye söz
ederdi. Bağlılığı o kadar büyüktü ki, bizzat Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem’a,
“İnsanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur,
diye hayret ediyorum! Benim kalbim yalnız Cenâb-ı Hakk’ın ve Resûlünün
sevgisiyle doludur.” derdi. Bu sevgisini de kayıtsız şartsız itaatiyle
gösterirdi. Bir defasında Resûlullah’tan bir memuriyet istemişti.
Peygamberimiz
ona idarecilik için zayıf olduğunu söyleyerek, “İdareciliğin yükü ağırdır. Bu
işin hakkını vermek lazımdır. Eğer dikkat edilmezse, kıyamet gününde mahcup
olunur.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer Radiyallahü Anh hemen isteğinden
vazgeçti.[3]Bir defasında da Resûlullah ona şöyle demişti:
“Senin
hizmetin, emîrlerin hizmetinden az değildir. Onların kılıç kullanarak yapacağı
hizmeti sen kafa ve fikrinle yaparsın.”[4]
Peygamber
Efendimiz onun hakkında, “Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” buyurmuştu.
Onun hayatı gerçekten hep bu ifadenin doğrulanması şeklinde geçti.
Sıcak bir
yaz günüydü... Tebük Seferi için Ebû Zer Radiyallahü Anh de hazırlanıyordu.
Ne var ki,
devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer Radiyallahü Anh ne
yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu
arada bazıları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.
Tebük’e
yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebû Zer Radiyallahü Anh de görünürlerde
yoktu. Sahabiler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebû Zer
Radiyallahü Anh’ın de olmadığı hatırlatıldığında Resûlullah Sallallahü Aleyhi
Vesellem, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ulaştırır.”
buyurdu. Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Sallallahü Aleyhi Vesellem onun
İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.
Bir öğle
vakti idi... Gözcü, “Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geliyor!” dedi.
Resûlullah, “Ebû Zer Radiyallahü Anh mı acaba? Onun olmasını isterdim!”
buyurdu.
Sahabe
toplanmış, tek başına yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, “Vallahi
odur, Ebû Zer Radiyallahü Anh’dir!” dediler.
Gerçekten
gelen, Ebû Zer Radiyallahü Anh’di. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu
bırakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu.
Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Resûlullah, Ebû Zer
Radiyallahü Anh’i görünce sevindi ve “Allah, Ebû Zer Radiyallahü Anh’e rahmet
etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.”
buyurdu.[5]
Ebû Zer
Radiyallahü Anh, bitkin bir vaziyetteydi. Resûlullah Sallallahü Aleyhi Vesellem
onu şu dua ile taltif etti:
“Ey Ebû Zer
Radiyallahü Anh! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık,
Allah senin bir günahını bağışlasın.”
Ebû Zer
Radiyallahü Anh’in yükünü sırtından indirip susuzluğunu giderdiler.
Peygamberimiz
zaman zaman Hz. Ebû Zer Radiyallahü Anh’e tavsiyelerde bulunurdu. Bazen de Ebû
Zer Radiyallahü Anh’in Radiyallahü Anh kendisi, Resûlullah’tan Sallallahü
Aleyhi Vesellem tavsiyede bulunmasını isterdi. Bir gün yine Peygamberimizden
ricada bulundu. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Sana Allah
korkusunu tavsiye ederim; çünkü Allah korkusu her şeyin başıdır. Okuyabildiğin
kadar Kur’ân oku ve Allah’ı an; çünkü Allah’ı anmak senin için yeryüzünde nur,
göklerde azıktır. Çok gülmekten sakın; çünkü gülmek, kalbi öldürür ve yüzün
nurunu giderir. Cihattan ayrılma. Çok konuşmamaya alış; zira çok konuşmamak,
şeytanı senden uzaklaştırır ve dininin muhafazasında sana yardımcı olur.
Fakirleri sev ve onlarla oturup kalk. Nimet noktasında senden aşağı olanlara
bak, senden üstün olanlara bakma. Böyle yaparsan Allah’ın sana verdiği
nimetleri küçümsemezsin. Acı da olsa daima hakkı, doğruyu söyle. Kendini kötü
bilmen, seni başkalarına dil uzatmaktan alıkoymalıdır. Senin işlediğin
kötülükleri başkaları işlediği zaman onlara kızmamalısın. Sende bulunan bir
kusuru görmeyip de o kusurla başkalarını kötülemekten ve kendin suçlu olduğun
hâlde aynı suçtan dolayı başkalarına kızmaktan daha büyük bir kusur olamaz.
“Ey Ebû Zer
Radiyallahü Anh, tedbir gibi akıl, yasak olan şeylerden sakınmak gibi takva,
güzel ahlak gibi de şeref yoktur.”[6]
Ebû Zer
Radiyallahü Anh, hayatının geri kalan kısmında Peygamberimizin bu tavsiyelerine
harfi harfine uydu.
Ebû Zer Radiyallahü
Anh mürüvvet sahibi biriydi. Başkalarına iyilik yapabilmek için hayatını dahi
çekinmeden ortaya koyabilirdi.
Bir
defasında adalet güneşi Ömerü’l-Fâruk bazı sahabilerle sohbet ediyordu. O anda
huzuruna iki genç girdi. Temiz giyimli, vakarlı ve mert tavırlı bir genci de
beraberinde getirdiler. Geliş maksatlarını da şöyle anlattılar:
“Biz iki
kardeşiz. Herkes tarafından sevilen ve sayılan babamız, bahçesinde meyve
toplamaktayken, bu genç tarafından bugün öldürüldü! Kendimiz bir ceza vermeye
tevessül etmedik, adaletin eline teslim etmek için size getirdik.” dediler.
Hz. Ömer,
davacıları dinledikten sonra, getirilen gence, “Bu söylenenler hakkında ne
diyorsun? Doğru mu konuşuyorlar?” diye sordu.
Genç
telaşlanmadan, soğukkanlılık içinde, başından geçenleri anlatmaya başladı:
“Ey
müminlerin emîri! Evet, bunlar doğru söylediler. Fakat hadiseyi daha geniş
olarak ben anlatayım: Ben bir çölün ortasında, vahada yaşayan bir insanım.
Ailemi alarak buralara kadar gezmeye geldim. Yolum bahçelerin arasından
geçiyordu. Atım ve kısraklarım da yanımdaydı. İçlerinden birisi vardı ki,
bakmaya kıyamazdınız! Yanımda çok kıymetliydi. Yürüyüşüne hayran olmamak
mümkün değildi. Bir bahçenin duvarından sarkan bir dal hayvanın içini çekmiş
ki, boynunu uzattı, daldan kopardı. Bunu görür görmez, atın yularını hemen
çektim. İşte tam bu sırada bahçeden sinirli ve öfkeli bir ihtiyar belirdi.
Üzerime doğru geliyordu. Elinde de bir taş vardı. Hiçbir şey demeden elindeki
taşı ata fırlattı. Ne olduğunu anlamadan bir de baktım ki, atım cansız yerlere
serilmiş! Canım kadar sevdiğim atın bu hâlini görünce, ben de yerdeki taşı
aldığım gibi adama attım. Adamcağız da bir feryat kopararak o anda can verdi!
Ben bu hâldeyken, bu iki genç, kolumdan tuttular. İşte, gördüğünüz gibi beni
huzurunuza getirdiler.”
Gencin
yaptığını böyle mertçe itiraf etmesi Hz. Ömer’in hoşuna gitti. Fakat adalet
tecelli etmeliydi. Hükmünü verdi:
“Suçunu
itiraf ettin. Kısas lazım!”
Genç,
verilen hükmü itiraz etmeden kabul etti. Fakat bir mazereti olduğunu belirterek
şöyle konuştu:
“Mademki
dinin hükmü budur, verilen kararı kabul ediyorum. Yalnız, benim küçük bir
kardeşim var. Babam daha önce ölmüştü. Ona da biraz para bırakmış, ‘Oğlum,
bunlar kardeşinindir. Büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana ait.’ demişti.
Ben de bu paraları bir yere sakladım. Yerini benden başka kimse bilmiyor. Eğer
hemen kısası yerine getirirseniz, para, sakladığım yerde kalır, yetimin de
hakkı zayi olur! Eğer müsaade buyurursanız gideyim, o emaneti güvenilir bir
adama teslim ettikten sonra dönüp geleyim. Ondan sonra cezamı çekmek için
canımı teslim ederim. Bu hususta bana kefil de bulunur.”
Genci
dinleyen Hz. Ömer biraz düşündükten sonra:
“Bu gence
kim kefalet eder?” dedi.
Genç,
mecliste bulunan sahabilere göz gezdirdi. Biraz sonra Ebû Zer Radiyallahü Anh
el Gıfârî Hazretleri’ni işaret ederek, “İşte bu zat,” dedi, “bana kefil olur.”
Hz. Ömer, Ebû
Zer Radiyallahü Anh’e dönerek, “Ey Ebû Zer Radiyallahü Anh, bu gence kefil olur
musun?” diye sordu.
Hz. Ebû Zer
Radiyallahü Anh, gencin mertçe davranışı karşısında hiç tereddüt etmeden,
“Evet,” dedi, “üç güne kadar döneceğine kefil olurum.”
Sahabiler
arasında yüksek mertebesi ve mevkii bulunan Hz. Ebû Zer Radiyallahü Anh’in
kefaleti, davacı olan gençlere de kâfi geldi.
Kefaleti
kabul edilen genç bırakıldı. Evine gitti. Aradan üç gün geçti. Verilen mühlet
bitmek üzereyken davacılar Hz. Ömer’e geldi. Ebû Zer Radiyallahü Anh Hazretleri
de orada hazırdı. Fakat suçlu olan genç henüz gelmemişti.
Davacı
gençler Ebû Zer Radiyallahü Anh Hazretleri’ne, “Ey Ebû Zer Radiyallahü Anh,
kefil olduğun adam nerede kaldı? Böyle durumlarda, giden geri gelir mi hiç?
Biz kısasın senin üzerinde yapılmasını istiyoruz! Kefilliğin icabı budur.”
dediler.
Verdiği
sözden dönmek bilmeyen Ebû Zer Radiyallahü Anh Hazretleri de:
“Acele
etmeyin, daha vakit var. Hele verilen müddet tamamlansın. Eğer dönmezse,
kefalet hükmünün yerine getirilmesine razıyım.” dedi.
Bu
konuşmaları dinleyen Hz. Ömer, davacılara ve Hz. Ebû Zer Radiyallahü Anh’e, “Eğer
genç gelmezse, Allah şahit olsun ki, kısasın hükmünü infaz ederim!” buyurdu.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh Hazretleri güzel ahlakı ve takvasıyla sahabilerin en çok
sevdiği bir kimseydi. Bu manzara karşısında hazırda bulunan sahabiler
ümitsizlik içinde ağlıyorlardı. Davacı gençlere diyet, yani kan parası teklif
ettilerse de kabul etmediler. Kısasta ısrar ediyorlardı.
Sonunda
zaman dolmuş, Ashâb’ın heyecanı son raddeye gelmişti. Ebû Zer Radiyallahü Anh
Hazretleri’nin, gözlerinin önünde kısas edilmesini o an için düşünmek bile
istemiyorlardı. Tam bu sırada genç çıkageldi. Yorgun ve bitkin bir hâldeydi.
Ter içinde kalmıştı. Konuşmaya mecali kalmamıştı. Nefes nefese, geç kalışının
sebebini anlatmaya başladı:
“Kardeşimi
dayısına teslim ettim. Ona, paraları sakladığım yeri de gösterdim. Bütün
gayretlerime rağmen ancak şimdi gelebildim. Bulunduğumuz yer çok uzak olduğu
için biraz geciktim. Verilen hükmü infaz edebilirsiniz.”
Genci
pürdikkat dinleyen sahabiler, verdiği sözde durduğundan dolayı tebrik ettiler.
Ebû Zer Radiyallahü Anh’e de, mertliğin en canlı misalini veren genci nereden
tanıdığını ve ne maksatla kefil olduğunu sordular. Yüce sahabi şöyle cevap
verdi:
“Bu genci
sizin gibi ben de ilk defa gördüm. Daha önceden hiç tanımam. Ama sizlerin
huzurunda yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete uygun görmedim. ‘Âlemde insanlık
kalmamış’ mı denilsin?!”
Tarihlere
altın sayfalarla geçecek manzara karşısında duygulanan davacı gençler
dayanamayarak davalarından vazgeçtiler...
Ebû Zer Radiyallahü
Anh sonraları Şam’a yerleşti. Çok sade bir hayat yaşadı. Gösterişe meyletmediği
gibi, meyledenlerden de hoşlanmazdı. Şatafattan uzak kalmayı severdi. Son
derece kanaatkârdı. Kendisine 4000 dinar maaş bağlanmıştı. Fakat o, bu paranın
çok azını kendine sarf ediyor, büyük bir kısmını fakirlere tasadduk ediyordu.
Çünkü müminlerin, kazançlarını Allah yolunda sarf etmeleri gerektiğine
inanıyordu. Ailesi için gerekli olan nafakadan fazla mal biriktirmenin doğru
olmadığına kâni idi. Bu fikirlerini büyük bir cesaretle müdafaa ediyordu.
Nihayet zenginler onu, Şam Valisi Muâviye’ye Radiyallahü Anh şikâyet ettiler.
Vali
Muâviye, bin altını bir hizmetçisiyle bir gece yarısı Ebû Zer Radiyallahü Anh’e
göndermişti. Onun samimiyetini ölçmek istiyordu. Halka böyle telkin edip de
kendisi başka türlü mü yapıyordu?
Ebû Zer Radiyallahü
Anh parayı alır almaz hemen fakirlere dağıtıverdi. Vali sabah namazından sonra
hizmetçisini çağırıp, “Ebû Zer Radiyallahü Anh’e git, ‘Vali parayı başkasına
gönderdiği hâlde yanlışlıkla sana verdim. Geri ver, yoksa valinin cezasından
kurtulamayacağım!’ de.” dedi. Hizmetçi Ebû Zer Radiyallahü Anh’e Radiyallahü
Anh durumu açıklayınca, “Aman evladım, valiye söyle ki, yanımda altınlardan
biri dahi kalmadı! Size müsaade etsin de, gidip dağıttıklarımdan toplayayım.”
dedi.
Muâviye için
bu kadarı kâfi idi. Onun samimi olduğunu anladı. Durumu Halife Hz. Osman’a
bildirip onu Medine’ye gönderdi.
Hak bildiği
bir meseleyi söylemekte kimseden çekinmeyen Ebû Zer Radiyallahü Anh, burada da
herkese bildiği hakikatleri anlatmaya devam etti.
Hattâ
meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermekten
menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle demişti:
“Yemin
ederim ki, kılıcı enseme dayasanız, başımı uçurmadan önce Resûlullah’tan
duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!”
Nihayet
halife ve kendisinin de muvafakati üzerine, Medine dışında, Mekke yolu üzerinde
şirin bir konak yeri olan Rebze köyüne gitti. Hayatının son senelerini burada
geçirdi.
Hicret’in
31. senesinde artık ölüme iyice hazırlanmıştı. Yeni bir elbiseye ihtiyacı
olduğu söylendiğinde, “Bana elbise değil, kefen lazım!” diyordu. Yakında
Resûlullah’a kavuşacağını söylüyordu. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi
vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!”
diye vasiyet etti.
Hanımı
ağlamaya başladı. Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömeceklerdi?
Bunun üzerine Ebû Zer Radiyallahü Anh, “Ağlama. Bir gün Resûlullah ile birlikte
idik... ‘Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden
küçük bir topluluk hazır bulunacak.’ buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi
topluluklar içinde vefat ettiler. Geriye ben kaldım. Yolu gözet, benim
söylediklerimi aynen yap.” dedi. Ve ruhunu teslim etti.
Hanımı ile
hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydular. Hizmetçi
de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdullah bin
Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üzere
gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az
kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Resûlullah’ın
sahabisi Ebû Zer Radiyallahü Anh’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti.
Yardım ediniz!” dedi.
Bunları
duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:
“Resûlullah,
‘Sen tek başına yürüyecek, tek başına yaşayacak, tek başına öleceksin.’
buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”
Arkadaşlarıyla
birlikte inip Ebû Zer Radiyallahü Anh’in namazını kıldılar ve orada defnettiler.[7]
Ebû Zer Radiyallahü
Anh 281 hadis rivayet etti. Onun rivayet ettiği hadislerin az olması inzivayı,
yalnız yaşamayı sevmesinden kaynaklanmaktadır. Rivayet ettiği hadislerden:
“Kardeşine
güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman
sadakadır. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermen sadakadır. İyi
görmeyen birine yardımcı olman sadakadır. Taş, diken ve kemik gibi, insanlara
zarar verecek bir şeyi yol üzerinden kaldırman sadakadır. Kovandan kardeşinin
kovasına su boşaltman sadakadır.”[8]
“Amellerin
en üstünü, sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir.”[9]
“Rasûlullah’ın
karşılaşıp da musafaha yapmadığı hiç olmamıştır. Bir gün beni çağırması için
birini göndermişti… Ben ise evde yoktum. Gelince, Resûlullah’ın çağırdığını
söylediler. Hemen yanına gittim. Sedir üzerinde oturuyordu. Beni kucakladı. Bu
kucaklama benim için çok güzel bir şeydi.”[10]
Ebû Zer
Radiyallahü Anh Sözleri
Ey insanlar!
Ebediyen farkına varamayacağınız bir hırs sizi öldürdü.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh
Ebu Zer'e
yalnızlık zor değil mi, neden yalnız yaşıyorsun? Diye soruyorlar. Cevap
veriyor; İnsanlar daha zor.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh
Ey Muaviye,
köşkler saraylar yaptırdın! Eğer bunları kendi paran ile yaptırdıysan israftır.
Halkın malı ile yaptırdıysan küfürdür!
Ebû Zer
Radiyallahü Anh
En garip ve
en çok muhtaç olduğun gün, kabre konulduğun gündür.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh
Yalnızlık kötü
arkadaştan, iyi arkadaş ta yalnızlıktan iyidir.
Ebû Zer
Radiyallahü Anh
“Bir malda
üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır
mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü
mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce
malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç
ortağın en âcizi olma!
Ebû Zer
Radiyallahü Anh
[1] Üsdü’l-Gâbe,
5: 187; Buhârî, Menâkıb: 82.
[2] Müsned,
5: 162.
[3] Müslim,
İmâre: 16.
[4] Asr-ı
Saadet, 3: 194.
[5] Üsdü’l-Gâbe,
5: 188.
[6] Hilye,
1: 168.
[7] Hilye,
1: 169-170; İsâbe, 4: 65.
[8] Tirmizî,
Birr: 36.
[9] Ebû
Dâvud, Sünnet: 2.
[10] age,
Edeb: 143; Müsned, 5: 163.
Yazar: Sahabeler Ansiklopedisi
Yorumlar
Yorum Gönder