Münir Özkul’u Hatırlarken


Münir Özkul’u Hatırlarken

Misbah ERATİLLA

Ramazan ayının beşinci veya altıncı akşamıydı.
O akşam iftardan sonra teravih namazını kılmak için bir mescide gittim. Sağ yanımda on altı on yedi yaşlarında bir genç oturuyordu. Teravihin ilk iki rekâtını kılmış selâm vermiştim. Yanımdaki gencin sağında oturan yaşını başını almış bir adam gence yüksek sesle: “Pantolonunun diz kapağında yırtık var namazın kabul olmaz!” diyordu. Genç ise sanki büyük bir suç işlemiş gibi başını öne eğmiş alnındaki terleri siliyordu. Adam genci ifadeye çeker gibi mezheplerden ilmihal bilgileri vererek yüksek sesle konuşmasını sürdürüyordu. Namaza devam etmek için ayağa kalkındığında ise yaşını başını almış adam gence:

“Ne biçim elbise giyiyorsunuz?” diye konuşmasını sürdürüyordu. Teravih namazının diğer rekâtlarına başlamak için ayağa kalktığımızda sağ yanımdaki genç karanlığın içinde kaybolan bir ışık gibi namaz sırasından ayrılarak koşar adımlarla kayboldu, gitti.

Bir müddet gencin arkasından baktım; sonra yaşlı adama dönerek:

“Sen doğru bir şey yaptığını mı sanıyorsun? Bak genç namazı bırakıp gitti!” dedim. O gece ki teravih namazını kıldım, ama içimdeki boğuk sisli hava yüreğimi sıkıştırıyordu. O genç, belki bundan sonra sokaklarda onu yargılamayan arkadaşlarının yanına koşmuştu. Bu sıkıntının huzursuzluğu içindeyken bir gün önce Münir Özkul’la ilgili okuduğum bir yazı üzüntümü bir kat daha arttırdı.

Okuduğum yazıda Münir Özkul’ un başından geçenler şöyle anlatılıyordu: “Münir Özkul dindar bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu ve gençliğini İstanbul’un Bakırköy ilçesinde geçirir. Kartaltepe İlkokulu’nda okur. Okul aynı adı taşıyan bir caminin bahçesine bitişiktir. Bir bahar günü teneffüste caminin avlusunda rengârenk açan çiçeklerden bir kaçını koparıp öğretmenine vermek için cami avlusuna geçer. Tam eğilip elini çiçeklere uzattığı esnada caminin kapısı açılıverir ve o taraftan korkunç bir ses duyar. Kafasını kaldırdığında avazı çıktığı kadar bağıran bir adam görür. Münir o kadar korkar ki o adam ona insan dışı bir yaratık olarak görünür. Bu korkunç sesin sahibi kısa boylu, göbekli ve sakallı biriydi. Münir bir anda fark ettiği bu korkunç görüntüden sonra çiçeği unutur, canını kurtarmak için koşar, yere düşe kalka kendini ilkokulun avlusuna zar zor atar. Kurtulduğunda nefes nefese kalmıştır. Artık aklına ne ders girer, ne de başka bir şey. Aklında varsa yoksa o sakallı adam ve: “Ne yapıyorsun ulan orada! Şimdi gelirsem, koparırım kulaklarını!” diye korkunç bağırışı kalır.

O günden sonra Münir Özkul bir daha cami tarafına dönüp bakmaz. Hele de cami bahçesinde gördüğü o sakallı tipe karşı bütün benliğini derin bir korku ve öfke kaplar. Aradan yıllar geçer; Münir Özkul’un camiye ve dindar insanlara kırgınlığı, kızgınlığı, küskünlüğü geçmez. Kendi dünyasından dini ve inancı büsbütün uzaklaştırır. Oysaki dindar bir insan olan babası, vefatından kısa bir süre önce onu yanına çağırmış ve demişti ki:

“Oğlum, sana inanç ve ibadet konusunda faydalı olamadım, ancak bunları unutmaman ve bir gün mutlaka içten hatırlayasın diye sana bir soyadı bırakıyorum. Baban olarak senden tek isteğimi bu soyadı ile açıklıyorum. Ben senin kul, hem de öz kul olmanı istiyorum. Kul olmayı hayatının gayesi olarak bilmeni arzuluyorum. Bu sebeple soyadı kanunu çıkınca Özkul soyadını seçtim. Özden kul olalım diye. Evlâdım! Senden başka bir isteğim yoktur. Kul olduğunu unutma yeter. O zaman sana babalık hakkımı helâl ederim” der.

Münir Özkul dindar babanın bu vasiyetini uzun yıllar ciddiye almaz, hatta bunu çağdışı bulur ve sonra da unutur. Önce tiyatro sonra da sinema oyuncusu olarak yıllar yılı inanç ve ibadet hayatına ilgisiz bir hayat sürer. Altmış yaşlarından sonra geçmişi bir yargıç gibi karşısına dikilir. Uykusuz gecelerden sonra sıcak bir duygu ona:

“Galiba babam haklıymış!” der.

Din ile ilgili sorular kafasını kurcalamaya başlar. İlk adım olarak dindar bildiği arkadaşı Uğur Bey’e gider ve bu sıkıntıdan kurtulması için ne yapması gerektiğini sorar. Her gün biraz daha inanma ihtiyacı onu zorlar. O vakit içinde bulunduğu çevrenin seçimi ve beğenisi istikametinde her ne kadar inançsız takılıyorsa da arkadaşı Uğur’un kendisine yardımcı olmasını ister. Uğur ise onu bir başkasına götürmeyi teklif eder. Uğur ona,

“Seni Sümbül Efendi Camii’nin çok muhterem hocasına götüreyim!” der. Münir Özkul da bu teklifi büyük bir sevinç ve heyecanla kabul eder.

Uğur’la anlaştıkları gün ve saatte buluşarak Nurullah Efendi’ye giderler. Nurullah Efendi onu büyük bir sempati ve sevecenlikle karşılar. Bu da Münir’in bütün korkularını ve endişelerini yok eder. O güzel insanın şahsında, vefat etmiş babasını bulmuş gibi sevinir. Hoca efendi ona gerçekten bir baba gibi davranır ve aralarında müthiş bir güven ortamı oluşur. Yangın yerine dönen iç dünyası gülistana döner.

Nurullah Efendi’yi şimdiye kadar tanımadığı için çok üzülmüştür. Ona bundan sonra sıkça ziyaretine gelip kendisinden istifade etmek istediğini söyler. Hoca da bu ziyaretlere çok sevineceğini söyler. Hoca ona artık hiç ayrılmayacaklarını ve inşallah iki cihanda da beraber olacaklarını ve kapısının ona her zaman açık olacağını söyler.

Bu tanışmanın ardından Cuma günü Sümbül Efendi Camii’nde buluşmaya karar verirler. Uğur ve Münir Cuma vaazından önce caminin kapısı önünde buluşmak üzere sözleşip vedalaşırlar. Münir Özkul büyük bir heyecan içinde Cuma gününü iple çeker. Nihayet beklenen gün geldiğinde içi içine sığmaz. Münir Özkul doğru abdest almak için kısa bir araştırma yapar. Nerdeyse çeyrek asır aradan sonra ilk defa camiye gidecektir. Münir, Uğur’a:
“Hata yapmamam, göze batmamam, pot kırmamam için çok dikkatli olmam gerek!” der.
Uğur ise ona:
“Hiç merak etme. Zor bir şey yok. Üstelik ben senin yanında olacağım. Yapman gereken her şeyi sana söyleyeceğim” der.

Cuma günü gelip çatar. Münir, üstüne başına çeki düzen vererek, karmaşık duygu ve düşünceler içinde camiye gitmek için yola çıkar. Kuşku ve korku sıkı bir zincir gibi yüreğini sıkmış olarak cami avlusuna adımını atar. Camiye anlaştıkları saatten biraz da erken gelir. O tarihî dekor içindeki avluda biraz bekler ve neredeyse her dakikada bir saatine göz atar. Cami ise dolmaya başlar ve içeriden vaaz sesi gelmektedir; ancak o daha dışarıda arkadaşını beklemektedir. Ona kılavuzluk yapacak Uğur ise, henüz gelmemiştir.

Bir ara: “Girip içeride beklesem de olur. Hem konuşmayı da kaçırmamış olurum” der; ama buna bir türlü cesaret edemez.

Çünkü cemaatten bazıları, ona tuhaf tuhaf bakar. Ya da o böyle hisseder. Cami kapısının kenarında tedirgin bir şekilde beklerken kılık kıyafeti, tipi, saç biçimi ve uzun favorileri dikkatlerden kaçmamıştır. O da cemaatten kimseye benzemediğini biliyordur. Cami avlusuna geldiğinden beri herkes ona bir göz atıp içeri girer. Bazıları hafif bir tebessümle onu selâmlar, bazıları da başlarını eğerek sessiz bir sempati gösterir. Arkadaşı hâlâ gelmemiştir. Zaman da epeyce geçer. Cami avlusunda iyiden iyiye sıkılır. Üstelik dinlemeyi çok istediği Hoca Efendinin konuşmasından da mahrum kalmıştır. Cami de epeyce dolar, içinden acaba bana namaz kılacak yer kaldı mı diye düşünür. Cesaretini toplar ve camiye girer ve arkadaşını içeride beklemeye başlar. Kendine oturacak bir yer arayarak safları aşmaya başlar. Ancak fazla önlerde de olmayı istemez. Arkadaşı Uğur’un onu görmesi için caminin orta yerine yakın bir yerde oturur. O an diz çöküp oturmanın ne kadar zor iş olduğunu anlar. Ancak nasıl oturacağını da bilemez ve sürekli durum değiştirmesi yanındakileri rahatsız eder. Etrafındakilerin bakışlarından tipinin, giyiminin de hiç beğenilmediğini hisseder. O gözler ona;
“Senin burada ne işin var?” der gibi gelir.

İkide bir sağa sola çarparak oturuşunu değiştirmeye başlayınca bakışlar üzerinde daha odaklanır. Camiye her girenle birlikte her defasında bir ümitle arkasına dönüp bakar.

Hoca efendinin konuşmasını bile dinleyemez ve hep gözü arkada kalır. Her defasında:
“İnşallah Uğur gelmiştir” diye dönüp ümitle kapıyı gözler. Uğur bir türlü gelmeyince içindeki kırgınlık gittikçe büyümeye başlar.

Vaaz eden Nurullah Efendi:
“Artık ezan vakti geldi, sözlerimi bitiriyorum!” dediğinde Uğur kapıda görünür.

Münir, içinde birikmiş bütün kırgınlık, kızgınlık ve tedirginlikle birden bağırır: “Uğur! Gel, buradayım!” der.
Yanında oturan yaşlı adamın sabrı iyice taşmış olmalı ki Münir’in suratına bir tokat atar. Münir, neye uğradığını şaşırır. Birkaç saniyelik tereddütten sonra yerinden fırlar, cemaatin üzerinden atlayarak ve oturanlara çarparak kendini camiden dışarı atar. Uğur da arkasında dışarı çıkar ve ona yalvarıp yakarır, ondan özür diler, ama Münir’in bir kere gönül bardağı kırılmıştır. O parçaları bir araya getirecek yol kalmamıştır.

Münir, artık kesin kararını vermiştir. Zihnine büyük puntolarla: “Dindar insan sözünde durmuyor ve namaz kılanların çoğu kaba insanlardır. Cami bana göre bir yer değildir. Bu insanlar, yabancı gördüklerine yardım eli uzatacaklarına tokatla yaklaşıyorlar!” diye yazar.

Artık camiyi arkasında bırakarak eski hayatına döner. Dökülmüş, yıkılmış bir halde kendi kendine hayatında ikinci kere camiyi kesin bir kararla hayatından çıkarıyordur. Böylece tekrar inançsız, ibadetsiz, mabetsiz ortamına döner. Ancak içinde tek hüzün vardır, o da Nurullah Efendi’yi kaybetmenin hüznüdür. Nurullah Efendi ona: “Biz senin gibileri çok severiz, çünkü senin gibilerin düzelmesi şaraptan bozma sirkeye benzer ve tadına doyum olmaz” demişti.

Bu söz sürekli kulağında güzel bir sâdâ olarak çınlar. Sonra kendi kendine: “Demek ki benim nasibim şarapta ve şarap olarak kalmakta imiş. İşte şimdi geldim altmış yaşıma… Ancak bu yaşta babamın sözüne gelebildim. Babam doğru söylemiş. Ancak, öz kul olmakla mutluluk bulunurmuş… Kulluğa giden yolda da insanlara bakmamak gerekiyormuş. Zaten bana doktorum da on dokuz defa içki ve uyuşturucu tedavisinden sonra başka yol kalmadığını söyledi. Ancak ben artık yolun burasında mecburen Rabbime teslim olmuş bulunuyorum!” der.

O geceki teravih namazı bitti. İçim ve zihnim fırtınaya tutulmuş bir kayığın hali gibi darmadağındı. Münir Özkul’un durumunu düşündükçe içimdeki fırtına daha da şiddetlendi. Bir gencin yanlışını düzelteyim derken, boğduğumuz gençlerin sayısını düşündükçe dehşete kapılıyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Esmaül Hüsna (Arapça- Türkçe) دُعٰٓاءُ اَسْمٰٓاءُ الْحُسْنٰى

Şifa Salavâtı (Salavâtı Tıbbil Kulubi/Salâvatı Tıbbiye)

Güzel Ahlakla ilgili 40 Hadis