Neyi kaybettik? Bu hale nasıl geldik?
Neyi kaybettik? Bu hale nasıl geldik?
Çok değil, bir asır
öncesine kadar gittiği her yere medeniyet götüren, dünyaya adalet dağıtan bir
toplumduk. Kendi ülkelerinde zulümden şikayet edenler Kardinal başlığı
görmektense ecdadımızın sarığını görmeyi tercih ediyordu. Olay doğru ya da
yanlış ama binlerce kişi ile bağların arasından ordumuz ile geçerken bir salkım
üzüm alırsak yerine kese ile o üzümün bedelini asacak kadar kul hakkına riayet
ediyorduk.
Mahallemizde bulunan
hasta, yaşlı, ihtiyaçlı kim varsa bilir, ocakta pişen aşımızı onlarla paylaşır,
devletten yardım veya iaşe beklemezdik.
Dünyanın hiçbir
yerinde görülmeyen sadaka taşları ile zengin ile fakir birbirini görmeden
ihtiyaçları giderilir, birisi vermenin kibrini, diğeri almanın ezikliğini
yaşamazdı.
Ailenin en
büyükleri, o evin en değerli varlığı gibi görülür, sıhhat ve afiyetleri için
çaba sarf edilir, üzerlerine titrenir idi. O büyükler bayramlarda ve özel
günlerde kalabalık aileleri bir araya toplanmasına vesile olur, dolayısıyla
toplumu bir birine kaynaştıran en büyük etken olurdu.
İnsanlar her
ihtiyaçları için devlete el uzatmaz, hayır sahipleri toplumun ihtiyacını
karşılayacak vakıflar kurarak sadece insanların değil hayvanların bile
ihtiyaçlarını giderirlerdi.
Esnafımız sadece kar
etmek için değil, helal rızık kazanmak amacıyla ticaret yapar, kendisi siftah
yapmışsa gelen müşterisini aynı işi yapan komşusuna gönderecek kadar ali cenap
şahsiyete sahipti.
Sonra ne olduysa
oldu tılsım bozuldu. Bu milletin
damarlarında gezen asalet, zarafet ve nezaket gitti, bambaşka bir toplum çıktı
ortaya.
Adalet sistemimiz
çözüm üretmek ve ıslah etmek yerine, günü birlik çözümler ile en büyük adalet
sarayları (!) ve hapishaneleri yapmakla övünür oldu.
Namaza giden esnaf
satış yaptığı malların üzerine bir bez parçası örter, namaz bitince hiçbir
malına zarar gelmeden işine devam ederken, ileri teknoloji ürünü güvenlik
kameralarının, çelik kasaların ve türlü güvenlik önlemlerinin durduramadığı
hırsızlar yetiştirdik.
“Bir insanı öldüren
bütün insanlığı öldürmüş gibidir” ilahi buyruğunu unutan, en küçük meselede
bile birbirinin kanını heder etmekten geri durmayan, sadece öldürmekle kalmayan
kesen, parçalayan vahşi insanlar yetiştirdik.
Aile büyüklerini,
yeni nesle ayak bağı olarak görüp, yaşlandıkları zaman ya huzur evi diye tabir
edilen “terkedilmişler evine” veya evlatlarının oturdukları apartmanın en alt
katında kendilerine “lütfedilen” bodrum katlarda yaşamaya terk ettik.
Muhtaçları aramak ve
onların ihtiyaçlarını gidermek yerine, yardım isteyeni Belediye ve Kaymakamlık
gibi devletin yardım yapan kurumlarına yönlendirir olduk.
Esnaflık ahlakını
terk edip on tane esnafın sattığı malzemeyi tek bir işyerinde toplayarak komşu
esnafımızın belki batmasına belki büyük zararlara uğramasına sebep olduk. Bunu
da “ticaret kuralları” ne yapalım diye savunduk.
Niye bu hale geldik
diye sorgulamadık, çünkü değerlerimizi yavaş yavaş kaybettik. Ama artık neyi
kaybettiğimizi sormanın ve kaybettiğimizi aramanın vakti geldi. Çünkü
kaybettiğimiz şeyi eğer bulamazsak çok değil kısa bir süre sonra yaşadığımız
onca olumsuz ve korkunç şeylerin daha fazlasını görmeye başlayacağız.
Yazımızın başında
neyi kaybettik demiştik ya, işte cevabı: Bizce hakiki imanın ilk meyvesi olan
“merhameti” kaybettik.
“Merhamet nedir?”
diye sorup Efendimiz
(s.a.v)’e kulak veriyoruz:
Ashabıyla otururken
bir gün:
“–Nefsim kudret
elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz
müddetçe Cennet’e giremezsiniz.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah!
Hepimiz merhametliyiz.” dediler.
Allah Rasûlü
-sallallahü aleyhi ve sellem-:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan
merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlukata şâmil olan merhamettir, (evet) bütün
mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular.[1]
Yine Hakk
dostlarından Mevlânâ Hazretleri merhameti şu güzel örnekle ne kadar güzel
anlatıyor.
Mevlana hazretleri der ki:
“Şems
-kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma
hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var;
ben artık ısınamıyorum!”
Yazımızın en başında
verdiğimiz örneklere baktığımız zaman ecdadımızın şahısların kendisinden ziyade
başkalarını düşünmesinin sebebini, yani hakiki imanın gereği olan merhamet
duygusunun ne kadar yüksek oranda yaşandığını görüyoruz.
Tarihimiz bu
istikamette yürüyen insanların binlerce örneği ile dolu, bu istikâmet üzere
yaşayan Hak dostları, huzuru ve hakiki imanı kısaca şu iki hususla ifade
etmişlerdir:
1.
Tâzîm li-emrillâh, yani Allâh’ın
emirlerini hürmetle yerine getirmek,
2. Şefkat alâ halkillâh,
yani yaratılanlara Yaratan’dan ötürü şefkat ve merhamet göstermek.
Yeniden
kaybettiğimiz değerlere dönmek, toplum olarak bir arada ve huzurlu olarak
yaşamanın en başat unsuru kaybettiğimiz bu en büyük duyguyu yani “merhamet”
unsurunu hayatımızın her anına yayarak olacaktır.
Gayret bizden,
netice Allah’tan...
Raif KOÇAK
Yorumlar
Yorum Gönder